Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISpor ve kör milliyetçilik (kendi iyiliğini değil, başkasının kötülüğünü aramak)

Spor ve kör milliyetçilik (kendi iyiliğini değil, başkasının kötülüğünü aramak)

Tatildeyim. Yıllık iznimi kullanıyorum. Bulunduğum (saklandığım) yerde televizyon yok. Çocukluğumdan, ilk 1960 Roma Olimpiyatlarını hatırlarım. Türkiye’de henüz televizyon yoktu. Bir deftere, gazetelerden bulabildiğim bütün sonuçları itinayla kaydetmiştim. 100 metre Armin Hary 10.2; 200 metre Livio Berruti 20.5; 400’de Otis Davis ve Carl Kaufmann 44.9 (foto finiş). Kadınlarda 100-200’de Wilma Rudolph. Şimdi internetten kontrol ederek değil, ezberden yazıyorum. Sonrasında, 1964 Tokyo (Don Schollander) ve 1968 Mexico City’yi (Dick Fosbury), Amerika’da, öğrenciliğim sırasında izleyebildim. 1972 Münih sırasında Mamak’ta hapisteydim. Çıktığımda, TRT vardı artık. 1976 Montreal’den itibaren hiçbirini kaçırmadım. Ama 2024 Paris’i ancak dün akşam, (kızım geldi de onun sayesinde) bilgisayardan izleme fırsatını buldum.

[6 Temmuz 2024] Güzel, olağanüstü güzel şeydir spor. İnsan yaratıcılığı ve çabasının her alanı gibi. Bedenin limitleri. Kendini adamak, yetiştirmek, geliştirmek, zorlamak ve daha fazla zorlamak. Yapılmaz sanılanı yapmak. Bunun için, küçük yaştan itibaren çalışmak, çalışmak, çalışmak. — Biz seyirciler, dışarıdan bakanlar, sadece sonucu görüyoruz aslında. Arkasındaki seneleri, antrenmanları, disiplini, acıya göğüs germeyi, patlayacak gibi olan ciğerleri, kolların bir kulaç, bacakların bir adım daha atamayacak gibi olmasını sezemiyor, bilemiyoruz. Neden birçoğu, bittiğinde ve kazandıklarında (kazanmışlarsa) “bu kadar canımın yandığına değdi” diyor? Ne demek, “bu kadar canının yanması”? 17 yaşındaki Kanadalı yüzücü Summer McIntosh, (birinci geldiği) 200 bireysel karışık finalinin ardından, “Yarış sırasında, sualtında birkaç kere kendime bağırdım, çığlık attım,” diyor, “geride kaldığımı farkedince.”

Anlıyor muyuz, rekor temposunda yüzerken bir yandan da suyun altında bağırmayı, çığlık atmayı? Üniversitede sutopu oynadım, hasbelkader. 19-20 yaşlarımdaydım. Neredeyse altmış yıl olacak. Amatördük. Gene de günde iki buçuk saat antrenman yapardık. Paçavra gibi çıkardım havuzdan (ve üstüne bir de ders çalışırdım geceyarılarına kadar.) Bir dünya ve olimpiyat şampiyonunun nasıl bir cendereden geçtiğini, nelere katlandığı ve dayandığını ancak hayal edebilirim. Ama bir şey var ki anlıyorum, çünkü o kadarını yaşadım: Ortak çilenin, ızdırabın yarattığı kardeşlik. Kim olurlarsa olsunlar, nereden gelirlerse gelsinler, çok özel bir grup, ayrı bir camia (cemaat? ümmet?) oldukları hissi. En çok, en belirgin şekliyle dekatloncular ve heptatloncularda vardır bu, çünkü benzersiz, kendi içine kapalı, klostrofobik bir cehennemde yaşarlar. Sırf toplam enerji kaybı da değildir mesele; yedi/on ayrı yarışmanın gerektirdiği farklı ve çelişik adale grupları yırtılır, yırtınır iki gün boyunca. Derken o ân gelir ve birbirlerine sarılır, yığılırlar. Yukarıda, üçüncü resme bakın. Kadınlar 5000 yeni koşulmuş. İkinci Sifan Hassan, gelmiş kendini birinci Beatrice Chebet’in üzerine atmış. Kenyalılık ve Hollandalılık yok orada. Galip mağlup, altın gümüş bronz (ve en kötü sonuç sayılan dördüncülük) yok. İnsanlık var, ortak emek var, sisterhood var.

Heyhat. Bir de erkekler sırıkla atlama finali yaşandı dün akşam. Herhalde en zor, çünkü en teknik dalıdır atletizmin. Bence 110 engelliyi bile geçer bu açıdan. Koşup gelecek ve yatay hızını dikey yükselişe çevireceksin. Doksan derece bükülen fiberglas sırıktan başaşağı sallanacak ve sonra sırık düzelip seni bir mancınık gibi yukarı fırlatırken ucunda amuda kalkacak, kollarınla ittirerek daha da yükseklik kazanacak, tepede âdetâ yerçekimsizlik noktasına ulaşacak ve bir tür pike (jackknife) hareketiyle gövdeni aşırmaya çalışacaksın çıtanın üzerinden. Sonra altı metre sırtüstü düşecek ve düşerken bakacaksın, çıta da kalıyor mu seninle geliyor mu diye. Sprinter, jimnastikçi, tramplenci, trampolinci, akrobat. Hepsi bir arada. Anlatırken yoruldum. Herhalde hayli gözü kara, hattâ biraz deli olmak lâzım bu dalı seçmek için. Madalyonun diğer yüzünde, bu deliler de kendi aralarında çok özel bir topluluk oluşturuyor — her şeylerini tüketen dekatloncular ve uzun mesafeciler, 5000 – 10,000 – maraton koşanlar gibi. 

Çok affedersiniz, ben TRT spikeri olsam (hayal bu ya), biraz bu tür konuşurdum; izlemekte oldukları branşın özelliğini biraz olsun tanıtmaya çalışırdım seyircilere. Başka bütün yarışlar gibi. (Yani mümkün değil midir, faraza diskin veya çekicin atma dairesi içinde nasıl hızla dönülüp büyük bir santrifüj gücü yaratıldığını iki cümleyle açıklayıp spor kültürünü beslemek ve daha bilerek izlenmesini sağlamak her müsabakanın?) Ama hayır, olabilemez. Çünkü finale kalan 12 sporcu arasında bir de Türk var: Ersu Şaşma, Mersin’den. Yanlış anlamayın; bir TC vatandaşı olarak ben de iftihar ediyorum, Ersu’larla ve 1500’de önce Avrupa şampiyonu olup sonra 14:41 gibi müthiş bir dereceyle Olimpiyat beşinciliğini kazanan (16 yaşındaki) Kuzey Tuncelli gibi yüzücülerle. Türkiye’nin bir zamanlar hiç olmadığı alanlarda, dünya sahnesine taşıyorlar memleketi.

Ama buna sevinmek ve Ersu Şaşma’yı desteklemek, alkışlamak başka; diğerlerinin kötülüğünü istemek başka, Ersu kazansın diye. Ne ki, dün akşam (adını hatırlamadığım, bilmek ve hatırlamak da istemediğim) TRT spikeri tam tersini yapıyor yarışma boyunca. Aklı fikri, finalin bütününde ve sporun güzelliğinde değil; ne pahasına olursa olsun Ersu Şaşma’nın madalya alabilmesinde. Şunu kabul edelim ki böyle durumlarda hemen bütün spikerler taraf tutar az buçuk. Ama bunun da bir sınırı ve âdâbı vardır. Futbolda, örneğin, rakip futbolcunun sakatlanıp çıkmasını isteyebilir, bunu ekrandan deklare edebilir, oh olsun demeye getirebilir misiniz? Centilmenliğe sığmaz; “iyi oynayan kazansın”dır bu işin temel ahlâkı. Bizim spikerin ise haberi yok gibi bütün bunlardan. Karalis (Yunanistan), Obienaf (Filipinler), Kendricks (ABD), Marschall (Avustralya), Guttormsen (Norveç), Vloon (Hollanda)… Ne zaman çıtayı düşürseler ağzından hep aynı sözcük dökülüyor: “Harika.” Neden harika? Çünkü böylelikle Ersu’nun gerisine düşebilir. Buna karşılık Kendricks, Karalis ve Obeinaf 5.90 ve 5.95’i geçtikçe sesi donuklaşıyor, gidiyor anlatım sıcaklığı. Yok artık. Bu nasıl bir spikerlik? Spikerlik mi amigoluk mu? İnsan olarak, birey olarak görmüyor gibi “ötekileri.” Kendisi spor yapmış mı, yıllarca yapmış mı, bir parça biliyor mu, içeriden biliyor mu, nedir sporcunun emeği? Sanırım saygısı yok bu kavrama. Sanki bir savaş gibi bakıyor spor müsabakasına. Bizimki dışındakiler, “etkisizleştirilmesi” veya “elimine edilmesi” gereken düşmanlar, Ersu’nun kazanması için. Bu da kör milliyetçilik. İzleyicisine, özellikle izleyicisi içindeki çocuk ve gençlere, düzgün bir spor ahlâkını değil, işte böyle bir spor ahlâksızlığını telkin ediyor.

Ama mutlu son. Bir yandan Ersu Şaşma 5.85 ile Olimpiyat beşincisi oluyor. Bravo. Diğer yandan, Armand Duplantis 6.00 ile kazandığı altın madalyanın üzerine bir de 6.25 ile dünya rekoru kırınca, bütün finalistler gelip kenetleniyor Duplantis ile. Birbirlerine sarılıyor ve dönüyor, zıplıyorlar oldukları yerde. Hepsi kazanmış ve hepsi rekor kırmış gibi. Maalesef fotoğrafını bulamadım. Ama bu işte, sporun evrensel mesajı. Görelim ve düşünelim. TRT spikerinin de görmesi ve düşünmesi dileğiyle. 

- Advertisment -