Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIStil, mezar-ı metrûke ve barış

Stil, mezar-ı metrûke ve barış

Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın toplumsal barış yolunda gündeme gelen bir ziyareti, fotoğrafla ilgili yazı dizimi de etkiledi. Önder’in Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın İmralı’da darbeyle öldürüldükten sonra 29 yıl yattıkları “mezar-ı metruke”yi ziyaretleriyle ilgili sözleri, “stil”i, hem onun portresine, hem de “barış”a dair çok şey anlatıyor. Bir cümlesi bile: “Dünya görüşümü zorlayan şeyler olduğunda tercihimi barıştan yana koydum.”

Gündeme yerleşen bir ziyaret “dünden bugüne fotoğraf okumaları” babından süren yazı dizimde bu hafta değineceğim konunun başlığını, “Mekânın tarihiyle okunan fotoğraflar”ı da güncelledi.

Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan “toplumsal barış yolunda”, İmralı’da 64 yıl önce askeri darbeyle darağacında öldürülen Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ilk mezarlarını da ziyaret etti. Topkapı’daki “Anıt Mezar”a nakledilene kadar 29 yıl yattıkları o “uzak”, metrûk mezarlarını…

“Çiçek bölüş(tür)mek”…

Sırrı Süreyya Önder çöken mezarların bakımsızlığına sitem ediyor hemen. “İhtimam gerek” diyerek, sulhperver tavrını, hüsnüniyetini orada da sürdürüyor. Baktığı, gördüğü ve o mezardan “topladığı” şeyler de öyle. Kendi stiliyle, ince ince dokuyor kelimelerini yine:

“(Mezarlarda) hüdâinâbit (kendiliğinden biten, sahipsiz, kendi kendine yetişen) nergizler yetişmiş. Dedim ki bütün açıklığıyla, ‘Üç buket yapalım birini Sayın Erdoğan’a, birini Sayın Bahçeli’ye, birini de sayın eşbaşkanlarımıza götürelim’.

“Aldım, sonra mezar çiçeği, onun yarattığı çağrışımlar var. Yanlış anlaşılma olabilir. Pervin hanımla eşbaşkanlarımıza verdik diğerlerini bölüşüp evimize götürdük.” Ne kadar yakışmıştır o “barış evi”ne…

“Çiçek vermek, çiçek bölüş(tür)mek” de biyografisini, “hâl tercümesi”ni özetliyor zaten. Barışın da sembollerinden… Vietnam Savaşı’na karşı 1967’de Washington’da düzenlenen gösteride onu tüfeklerini uzatarak durduran askerlere elindeki çiçeği uzatarak direnen o genç kadının tarihe nakşolan fotoğrafı gibi. Hâl böyle olunca yazımın fotoğrafına eklediğim beyaz güvercinin “photoshop” marifetiyle olması beni rahatsız etmiyor. Çok yakışıyor.

Göstererek öğretmek

Toplumsal utancın abide-i mezarlarının köşe taşlarından 27 Mayıs 1960 darbesi de henüz bir insan ömrünü aşmadan “tarih olan” dramlardan… Tesadüf, bu haftaki yazımda da “fotoğraf okumaları”ma o günlerden devam edecektim.

Ama araya değindiğim “barış yolundaki” o ziyaret ve onun derin ve “duygusal” anlamı girdi. İyi ki… Bu vesileyle bir kez daha gündeme gelen zihnimdeki, gönlümdeki “Sırrı Süreyya fotoğrafı”na da değinebileceğim.

Bir insan barışa bu kadar yakışır, onca hoyratlığa, pervasız zorbalığa karşı toplumsal barış mücadelesini bu kadar mı yakışıklı sürdürür! Hem de siyasetteki “merkezi asık surat ekolü”nün Meclis’teki en nobran temsilcilerine bile gülümsemeyi göstererek öğreten, bazen eleştirileriyle de gülümseten “stili” ile… Hatta bazı isimlerin gülümseyebildiğini “Sırrı Süreyya videoları”nda gördüğümü bile söyleyebilirim.

 “Stil tiradı”nın da fotoğrafı

Sırrı Süreyya Önder Charles Bukowski’nin her fırsatta yazılarıma sıkıştırdığım “Stil her şeydir, stil her şeye cevaptır” sözlerinin de gönlümdeki posterlerinden… Bukowski’nin öyle başlayan “stil tiradı”ndaki ikinci cümlesinin de yaşayan örneği:

“Stil… Sıkıcı veya tehlikeli bir şeye yaklaşmanın da yolu /Sıkıcı bir şeyi şık bir şekilde (stille) yapmak… /Tehlikeli bir şeyi onsuz yapmaktan daha iyidir /Tehlikeli bir şeyi şık bir şekilde, stille yapmak /Benim sanat dediğim şey budur işte.”

Sırrı Süreyya öyle de “sanatçı”… O “stil”in, o tehlikeli “sanat”ın, tebessümün, muhabbetin, iyiliğin, vicdanın ve öyle incelikli bir donanımla uzun soluklu bir mücadelenin de sırrına vakıf… Sırr-ı Süreyya. İkinci adının anlamıyla –tam- takım yıldız.

“Tehlikeli şeyleri stille yapmak sanattır”

Önder ve Buldan’ın barış yolculukları bir yana, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın ilk mezarlarına ziyaretleri de tehlikeliydi elbette. Zira değineceğim “Menderes fotoğrafları”nın farklı düşüncedeki insanlara, farklı kamplara teması, etkisi de farklı. Nitekim “barış yolundaki” o ziyarete de sert tepkiler yükseldi sosyal medyadan.

Bir kısmı “bildik”, “doğuş”tan ama… Ülkenin, Kürtlerin yaralı tarihinde bazı tepkilerin temeli derindi de doğrusu. Velâkin o derin tarihi gayet iyi, ayrıntılarıyla bilmesine, ömür boyu mücadelesini vermesine rağmen Sırrı Süreyya Önder’in mezar başında yaptığı konuşmasında o konuda ufacık bir dokundurması bile olmadı.

Mezarların hâli nedeniyle incelikli sitemi devlete… Zira suçu-gerekçesi ne olursa olsun öyle âkıbetlere, sadece devletlû değil her türlü zulme, darağacı dâhil kendi deyimiyle her “intikam”a, “cinayet”e gönülden karşı.

“49”ların korkunç “aritmetiği”

Kürtlere eziyetin, şiddetin tarihinde 1960 darbesinden önce “Menderes dönemi”nde temelleri pervasızca atılan “49’lar davası” da bir utanç albümü. O hazin, ibretlik dava 17 Aralık 1959’da farklı şehirlerden seçilmiş 50 Kürt’ün tutuklanmasıyla açılıyor.

Harbiye Kışlası’nda tek kişilik küçücük hücrelere kapatılan sanıklardan Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisi Mardinli Emin Batu kötü, ağır koşullar nedeniyle mide kanamasından, kan kusarak hayatını kaybediyor. Ve daha gözaltına alınmadan “mahkûm” edilen 49 kişinin cezaevi, zulüm süreci “49’lar davası” olarak tarihe geçiyor.

“İnsanlık suçu” ama o yok

O sürecin Menderes ve Demokrat Parti (DP) dönemindeki ibretlik seyri, “49’lar davası”nda tutuklanan Musa Anter’in 1990-1992’de basılan iki ciltlik “Hatıralarım” kitabında da ayrıntılarıyla yer alıyor.

Anter tam da o dönemde, 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da dört kurşunla öldürülüyor. Otuz yıl süren davası da utanç tarihinin sayfalarından. O devletlû utancı 20. Yüzyıl’dan 21. Yüzyıl’a tüm hükümetler paylaşıyor. 2022’de yargının kararı zaman aşımı… “Vicdan aşımı” da denilebilirdi belki, mevzu vicdanla ilgili olsa.

O sayfaları okuyunca Yassıada’daki darbeci yargının Menderes’e yönelttiği suçlamaların endazesi de alt üst oluyor. Esasında değineceğim bu suçtan, o “insanlık suçu”ndan yargılanmalı ama… İnsanlık suçları da o “devletlû yargı”da mevzu dışı. Onlarla bir “derdi” yok.

Zulmün rapordaki maddeleri

Anter o karanlık, kirli, zalim “operasyon”u şöyle anlatıyor: “DP’ye karşı yapılan darbeden sonra elimize geçen rapora göre -ki bu rapor (Doğan) Avcıoğlu’nun Yön dergisinde yayınlandı- Celal Bayar, İkinci Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Turancı Devlet Bakanı Tevfik İleri, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu toplanıyorlar.

O zaman Milli Emniyet’in Kürt sorunu şefi Ergun Gökdeniz’in -ki bu zat, 1975-76 yılları arasında Mardin’e vali tayin edildi- hazırladığı rapor okunuyor. Raporun içeriği genel hatlarıyla şöyle: 1- Eğer Türkiye’de bin tane Kürt aydını yok edilirse Türkiye’de Kürt sorunu en aşağı otuz yıl geriler. 2- Operasyonda seçeceğimiz Kürtlere komünist demeliyiz, çünkü Kürtler komünistleri sevmez ve tutmazlar. 3- Bunların siyasi partilerde kuvvetli yakınları olmamalıdır vb.

Menderes’in idam formülü!

Celal Bayar ve Cevdet Sunay, ‘Tamam’ diyorlar. Bayar ‘Zaten inkila (köklerini kazımak) lazımdır’ diyor. Tevfik İleri, ‘Ben bir Kürt dostu değilim, ama böyle bir harekette bulunursak sakın Cezayir’i Kürdistan’a getirmiş olmayalım?” diye soruyor.

Fatin Rüştü Zorlu, ‘Böyle şey olmaz. Ben şimdiden istifa ediyorum, zaten dışarıda kimsenin yüzüne bakacak halimiz kalmamış’ diyor.

En son Adnan Menderes kalmış, ‘Peki arkadaşlar, zaten müfettiş beyin anlattığı suçlar idamlık suçlardır. Biz bunlardan elli tanesini tutuklar, mahkeme kararı ile idam ederiz’. Buna karar veriliyor. Tabii öncelikle Ankara Kara Kuvvetleri Mahkemesi’nden elli tane adsız tutuklama müzekkeresi çıkarılarak Milli Emniyet’e veriliyor.”

Mezarı meçhul, faili meçhul…

Anter kitabında Hukuk öğrencisi Emin Batu’nun kan kusarak hayatını kaybettiği hücreyi de anlatmış: “(Harbiye Kışlası’ndaki) hangarın içine yerine göre iki metre, bir buçuk metre uzunlukta ve iki metre genişliğinde mezar biçimi kırk hücre sığdırabiliyorlar. Tamamlanınca tutuklandık. Ancak baktılar ki hücreler kırk kişilik, on kişiyi de önce tutuksuz olarak kabul ettiler.

1962’de serbest bırakıldık. Emin’in mezarının peşine düştüm. Haydarpaşa Askeri Hastahanesi’ndeki katiplere Eminin kaydının açıklan­ması için rica ettim, para verdim. Karacaahmet Mezarlığı’nda başına dikilen tahtanın numarasını verdiler. Gidip buldum.

Daha sonra, Koço oraya kum ve çakıl götürmüş, ‘Musa Bey, Musa Bey mezarı açmışlar, içinde bir şey yok’ dedi. Gidip baktım, hakikaten, Emniyet veya Milli Emniyet Emin’in kemiklerini bilemediğimiz bir yere atmıştı.”

“Barışı pazarlamak” zor

Barış faili meçhuller, mezarı meçhullerle dolu, “kutup”larla donmuş, yaslarla kavrulmuş bu ülkede de kolay değil. Gayet yakından biliyoruz; “savaşı pazarlamak” her zaman daha kolay, “cârî hesap… “Barışı pazarlamak” hep zor.

Sırrı Süreyya Önder’in uğruna ömrünü adadığı barışı “Yeni Yüzyıl” da getirmedi. En son 6 Aralık 2018’de “Terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla cezaevine girerken kurduğu cümle de barış üzerineydi: “Ne sarf ettiysek, arkasındayız. Bütün dostlara selam. Barış ve demokrasi kazanacak.”

Bir yıl sonra çıktığında ilk cümlesi de: “Normalde bu tip durumlarda insanların sevinmesi gerekiyor ancak bir yanım içeride. Ne zaman ülke topyekûn demokratikleşme ve barış yolunda ‘nitelikli adım’ (tek tırnak benim) atarsa sevincimizi o zaman yaşayabiliriz. (…) Ne dediysek barış için dedik, barış için, demokrasi için de söylemeye devam edeceğiz.”

Gölgelenmesi de kolay

Bugün yaşananlar barış niyetinin kuvveden fiile çıkması için bir fırsat. O da kolay değil, bu “fırsat”ın bugünkü siyasi atmosferdeki karşılığı, iktidarın o “sürpriz” çağrısıyla beklediği “fayda”nın ne olduğu da net değil. Henüz niyet, “kuvve” de, fiiliyattaki manzarası da “Aslolan toplumsal barış” nidasına pek yakın, uygun durmuyor.

Lâkin barış kadar kolay gölgelenen bir şey de yok belki. O yüzden atılan ve atılacak adımlar da gölgelenmemeli… Sırrı Süreyya Önder’in pazartesi günü yayınlanan Habertürk röportajındaki “Zaman zaman dünya görüşümü zorlayan şeyler olduğunda tercihimi barıştan yana koydum” sözleri hayati önemde bir formül. Öncelikle tercihi barıştan yana koymak… Ve demokrasinin, demokratik çözümün terazisinde olan bitene, gerçeklere bakmak.

Seslendirilmesi gereksiz şart

Alper Görmüş’ün bu hafta (4 Mart) Serbestiyet’te yayınlanan “Sırrı Süreyya Önder: Bir önyargı parçalayıcısı…” yazısı 17 yıl önce kaleme aldığı “Sırrı Süreyya portresi”. Onun stilinin, onca darbeye rağmen vazgeçmediği “barış yolu”nun güncel, yüreğe değen bir özeti de: “Samimiyet, sahicilik ve iyilik elele verip ‘ete kemiğe büründük, Sırrı diye göründük’ diye halay tutsalar yeridir… İhtiyacımız olan şey, Sırrı Süreyya Önder’vari bir samimiyet ve sahicilik… Böyle olunca, düşünce ayrılıkları bâki kalır ama, bunlar göz oyma nedeni olmaz…

(…) İnsan olarak öfkesi de samimi, sanatçı olarak öfkesini dizginlemeye çalışması da… Bu onu insan olarak da, sanatçı olarak da sahici kılıyor. Sırrı Süreyya Önder’e her inançtan, her siyasi düşünceden insanların gösterdiği teveccüh, bu ‘vaka’dan çıkartabileceğimiz en önemli dersi de özetliyor bence: Propagandaya kanmayın, sahicilik hâlâ en revaçta olan değerdir!

Barışın, bir “demokrasi sanatı” olarak büyük harfle “Barış”ın rayına girmesi, oturması, rayında kalması, istasyonlarına ulaşması, menziline varması için sahicilik, gerçekçilik de gerekiyor. Şart olarak seslendirilmesi gereksiz bir şart.

Barışın “neşvünema” bulması

Bu süreçte Önder’in hapisten çıktığında vurguladığı gibi “barış yolunda nitelikli adım”lar da gerekli… Habertürk röportajında vurguladığı “neşvünema”ya uygun toprak da: “Bir sürü kayyum ve tutuklama benzeri uygulamalar var. Süreci zorlayan şeyler. Artık bu irade de ortaya çıktığına göre demokratik alan böyle genişleyecek. Şart değildir ama demokratik alanı geliştirmezseniz bu barış neşvünema bulamayacak. İşi artık bu veçhesinden tartışmaya başlamalıyız.”

O nitelikli adımlar, barış yoluna döşenecek rayın adı, ana malzemesi de demokratik çözümler… Bir adım, o yönde yeni, inandırıcı bir “sinyal” bile önemli. Her gün seri örnekleri görüldüğü gibi hâlâ, ısrarla, hızla kendi rayında giden iktidarın yolu ise şimdilik pek öyle görünmüyor. “Kendi yolunda”…

Öcalan’ın “Barış ve Demokrasi Çağrısı”ndan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamada “toplumsal barış”ın kelimesi bile yok mesela. “Terörsüz Türkiye” ve “bir belâdan kurtulmak” var. Sahiciliğin, samimiyetin, iyiliğin, “önyargı parçalayıcılığı”nın tek sesli kalması, barış türküsünü de mono yapabilir, alışıldığı gibi “Benim yolum” şarkısına çevirebilir.

“TCDD’nin ‘Barış Treni’ var mı?

Yakın geçmişin “vaatler ve icraatlar” bilançosu da önümüzde, her seçim döneminde farklı sunumlarla karşımızda. “Sahicilik”ten de uzak, doğrusu “iyilik”ten de… Bu atmosferin de “icraat”ta böyle sürmesi/sünmesi barış umutlarını bile rayından çıkarabilir.

Söylemeye dilim, öyle bir sonuca gönlüm asla varmıyor ama… Nihayetinde herkes birbirini ama elindeki imkânlarla iktidar yine en çok muhalefeti suçlar, aldığı solukla kendi yoluna devam eder. Etmeye çalışır… Bu durumda “Yine kaçırdık treni!” demek bile mânâsızlaşır, “TCDD’nin hakikaten, sahiden bir ‘Barış Treni’ var mıydı ki?”ye dönüşür sorular.

Böyle bir vebale ortak olmamak için de önümüzde Sırrı Süreyya Önder’in tek cümlelik o formülü duruyor: “Zaman zaman dünya görüşümü zorlayan şeyler olduğunda tercihimi barıştan yana koydum.”

Bir “Barış ve Demokrasi çağrısı” da karşımızda… “Nitelikli adımlar”, “demokratik çözümler” desteklenerek barış yolunda “birlikte” yürünmeli. Her şeye rağmen barıştan yana… Öyle bir bakış bile barış duygusunun sindirilmesinde, tasavvurunda reddedilemeyecek bir “altlık”. Böyle miraslar da gerek barışa.

 .

- Advertisment -