New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne 11 Eylül 2001’de çarpan yolcu uçakları kaçırılmasalardı Los Angeles’e uçacaklardı. Olay duyulduğu anda, Los Angeles hava meydanının yöneticileri uçaklarda bulunan yakınlarını karşılamaya gelmiş olan ve acı haberi alan kişilere yardımcı olmak üzere düzinelerce ‘travma danışmanı’ bulup hava meydanına getirtmişti.
Yirmi yıl önce televizyonda duyduğum bu küçük haber, olayların geneli içinde önemsizdi ama çok ilgimi çekmişti. Uzun uzun düşündürtmüştü beni.
Bu kadar küçücük bir haberde bile, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insanın niye Amerika’dan, Batı’dan nefret ettiğinin ipuçlarını bulmak mümkün diye düşünmüştüm. Sadece Müslüman ülkelerde değil, Amerika’nın gadrine uğramış tüm ülkelerde milyonlarca insanın, bir yandan masum kişilerin ölümüne üzülürken, bir yandan da “Hak etmişlerdi ama. Biraz da onlar görsün bombaların, ölümün ne olduğunu” diye düşünmesinin nedenlerini anlamak mümkündü.
“Biz bombalandığımızda nedense travma danışmanı bulamıyoruz” diye düşünen bir Afgan veya Iraklı veya Suriyeli veya Filistinli olmuş mudur, bilmem, ama ben düşünmüştüm. “Bulamıyoruz” diye değil de, “Bulamıyorlar” diye düşünmüştüm. Sonra da derhal kendimi çok suçlu ve kötü hissetmiştim; çok derin acılar yaşayan insanlar arasında bir kıyaslama yaptığım için. Los Angeles hava meydanında travma danışmanlarının yardımcı olmaya çalıştığı kişiler Amerika’nın Ortadoğu’da yaptıklarından sorumlu değildi elbet.
Bunları geçen ay Londra’da hatırladım.
Heathrow’da uçaktan indim, küçük çantamı gezmeye çıkarılmış bir ev köpeği gibi peşim sıra çekerek gümrükten geçtim ve metroya inen merdivenlerin yolunu tuttum. Gelen ilk metroya bindim.
Londra metrosunda koltuklar trenlerde olduğu gibi arka arkaya değil, vagonun iki yanında yan yana yerleştirilmiştir. Oturan yolcular iki taraftan karşılıklı birbirlerine bakar. Arkalarında vagonun pencereleri ve pencerelerin hemen üstünde de ince uzun reklam panoları vardır.
Oturdum, kafamı kaldırdım ve karşımdaki panoda şu reklamı gördüm:
“Sürekli olarak ve belli bir nedeni olmadan kendinizi üzgün mü hissediyorsunuz?”
Bir psikoloji kliniğinin reklamıydı.
Batı’da uzunca bir zamandır, aslen pandeminin başlangıcından bu yana, insanların zihin sağlığına ne olduğu ve daha neler olacağıyla ilgili yaygın bir kaygı var. Artık kimsenin kuşkusu yok: Bilimsel teknik terimiyle söylersek, insanlar kafayı yemek üzere. Stres ve anksiyete (kaygı, endişe, tasa) zirve yapmış durumda. Konu tartışılıyor, araştırılıyor, akademik çalışmalar yapılıyor, önlemler alınmaya çalışılıyor.
Bunları okuyunca “Niye üzüntü, stres ve anksiyete?” diye kendi kendine soran olmamıştır herhalde. Olmuşsa, o kişinin çok uzak bir gezegende çok uzun bir tatilden yeni döndüğünü tahmin edebiliriz. Zavallıyı ciddi şoklar ve yoğun anksiyete bekliyor.
Sayalım mı?
Pandemi büyük çoğunluk için artık korkutucu olmaktan çıktı. Virüs daha az tehlikeli hâle geldi ve etkili bir aşıya sahibiz. Ama başlangıçta, bilgi yokken, aşı yokken, ilaç yokken insanlık müthiş bir panik yaşadı. Ve 6,5 milyon kişi öldü! Bunun etkileri elbette aşılmış değil. Dahası, yeni yeni küresel salgınlar olacağı kesin. Daha covid-19 bitmeden maymun çiçeği çıktı, ne durumda olduğunu bilmiyorum, kafayı yemek istemediğim için bilerek izlemiyorum.
İklim değişikliğini, ne olduğunu ve etkilerinin ne olacağını uzun zamandır biliyoruz. Ama tam da pandemiyle eş zamanlı olarak şu son birkaç yılda bu etkileri gündelik hayatlarımızda hissetmeye başladık: Seller, yangınlar, kuraklık…
Bu sabah okudum. Yeni yayınlanan bir rapora göre geri dönüşü olmayan beş eşik büyük olasılıkla aşılmış durumda: Grönland buzulunun çöküşü, deniz seviyesinde bu çöküşün yol açacağı yükselme, kuzey Atlantik’teki kilit akıntılardan birinin yok oluşu, bunun sonucunda milyarlarca kişinin beslenebilmesini sağlayan yağmurların etkilenmesi, kutuplardaki karbon zengini donmuş toprakların (permafrost) erimesi. Artık bunları engelleme şansımız yok.
Pandemi ile iklim yetmiyorsa, savaş. Ukrayna’da Rusya’nın doğrudan, Amerika’nın dolaylı olarak savaşması, savaşın yayılması olasılığı, nükleer tehditlerin savrulması, Zaporijya’daki nükleer santralde her an bir kaza olma tehlikesi…
İngilizce dilinde yeni bir kelime var: “doomscrolling”. Kıyamet kaydırma veya felaket akıtma gibi bir şey. Yani telefon veya bilgisayarda sayfayı aşağı doğru kaydıra kaydıra kötü haberler, felaket haberleri okumak. İngiltere’de Health Communication dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre, çalışmaya katılan 1100 kişinin yüzde 15’ten fazlası doomscrolling sonucunda ciddi stres, anksiyete ve hatta fiziksel sağlık sorunları yaşıyor.
Türkiye’de doomscrolling var mı? Kelimesi yok, tartışması yok, ilgilenen resmî kurumlar yok, ama kendisinin var olduğundan kuşkum da yok.
Batı’yla aramızdaki çok temel bir fark bu kanımca. Pandemi, iklim değişikliği, savaş filan derken biz de dünyanın geri kalanı gibi kafaları yiyoruz, bizim de yüzde 15’imiz gözünü kötü haberlerden alamayıp daha da hasta oluyor. Ama bizim travma danışmanlarımız, kendimizi sürekli üzgün ve kaygılı hissetmemizin bireysel değil toplumsal bir sorun olduğunu bilen kurumlarımız, zihin sağlığımızın başına gelenleri araştıran üniversitelerimiz yok.
Kafayı yememek için benim bulduğum bir çözüm var. Pasif bir şekilde felaketleri izleyip sessizce delirmek yerine, hiç durmadan direnmek, mücadele etmek, dünyanın başına gelenleri engellemenin tek yolunun kolektif ve kitlesel bir hareket olduğunu hiç unutmamak.
Tavsiye ederim.