Suriye muamması

Mülteciler ülkelerine zorla gönderilemeyeceğine göre, kendi iradeleriyle geri dönmek isteyebileceklerin sayısının da pek küçük olması nedeniyle kamuoyunun bu gerçeğe alıştırılması gerekiyor. Ne yazık ki bizde halka acı reçete vermek yerine popülist söylemlerle uyutmaya çalışmak ezelden beri siyasilerimizin tercih ettiği yol olmuştur. Ancak mantıkları siyasi tartışmalar tarafından köreltilmemiş yorumcular en azından mültecilerin geri dönüş hedefinin gerçekçi olmadığını, onları ülkemize entegre etmenin yollarını araştırmanın zamanının geldiğini hatırlatmalıdır.

Yazıya başlarken Suriye, hatta Orta Doğu uzmanı olmadığımı ve böyle bir iddiamın bulunmadığını ifade etmek istiyorum.  Suriye’ye bir defa, o da savaş öncesinde Halep’e kısa bir ziyaret için gittim. O mutsuz şehrin güzelliği dikkatimi çekmiş, savaş sırasında meydana gelen ölçüsüz tahribatı fotoğraflarda gördüğümde içim cız etmişti.

Ancak gelişmeler hepimizi birer Suriye uzmanı yapma mecburiyetinde bıraktı. Hatta, son zamanlarda Suriye konusu sokaktaki insanın da gündemine oturdu. Kolay kolay oradan çıkacağı da yok.

Alelade vatandaş ve dolayısıyla seçim hazırlığında bulunan siyasi partilerimiz için Suriye konusunun en önemli veçhesini mülteci meselesi teşkil etmektedir.  Zamanında yapılan hataların bedeli her gün artmış ve şimdi tüm ülke için ciddi bir sorun, hatta sosyal bir tehlike halini almaya başlamıştır.

Oysa bu böyle olmayabilirdi. Suriye’de savaş ve mülteci akımı başladığında AB nezdinde Büyükelçi olarak Brüksel’de görev yapıyordum. Ülkemizde maalesef düzenli aralıklarla meydana gelen tabii afetlere karşı yardım işlerini koordine eden o zamanki Komiser, şimdiki IMF İcra Direktörü Bulgar asıllı Georgieva ile bu felaketler nedeniyle sık sık temas ederdim. O yüzden aramızda karşılıklı bir güven ilişkisi oluşmuştu. Adı geçen, mülteci akımı başlar başlamaz beni arayarak hudutta kamplar kurmayı, bu kampların yönetimini Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine ve AB Komisyonu ilgili kurumuna bırakmayı, her hal ve kârda mültecilerin Türkiye içine yayılmalarının önünün kesilmesini telkin etmişti.

Maalesef, o zamanki Dışişleri Bakanı, sonradan Başbakan olan Ahmet Davutoğlu, artık tarihe mal olmuş büyük bir hesap hatası yaparak Esat rejiminin “Arap Baharı” diye adlandırılan halk ayaklanmaları akımının Suriye’ye ulaşması neticesinde kısa zamanda devrileceğini, mültecilerin de beklenen rejim değişikliğinden hemen sonra ülkelerine döneceğini düşünmüş ve AB’nin önerisini reddetmişti. İkinci hesap hatası gelebilecek mülteci sayısının sınırlı olacağını, hatta yüz binlerde kalacağını sanmak olmuştur.

Netice malum. Yapılan bu hatalar sonucunda Türkiye’ye gelen mülteci sayısı değil yüz binlerde kalmak, milyonları bulmuştur. Önemli bir bölümü ülkemiz üzerinden Avrupa’ya gitmiş, ancak kesin rakam bilinmemekle beraber 3,7 milyonunun ülkemizde kaldığı tahmin edilmektedir.

Başlangıçta ekonomik durum çok kötü olmadığı için bu akımın yarattığı sarsıntı çok büyük olmamıştır. Gerçi Avrupa’ya giden Suriyeli mültecilerden farklı olarak Türkiye’de kalanlara sağlanan resmi destek sınırlı olmuştu. Örneğin Almanya veya İsveç gibi ülkelerin aksine kendilerine devletçe konut verilmemiş, iş güvencesi sağlanamamış, vicdansız işverenlerin elinde sömürüye mahkûm edilmişlerdir.

Ancak, zaman içinde Türkiye’deki ekonomik durumun bozulması, işsizliğin artması, fakirliğin yayılması gibi etkenler Suriyeli mültecilere bakış açısının gittikçe olumsuz bir şekle dönüşmesine yol açmış, hatta alenen ırkçı ve ayırımcı şiddet olaylarına bile neden olmuştur. Bu eylemler sadece halk tarafından yapılan münferit olaylar değil. Örneğin, üstelik CHP’nin elinde olan Bolu Belediyesinin aleni ırkçı davranışları gibi şekiller almıştır. Bolu Belediyesinin Suriyeli mülteciler aleyhine aldığı ayırımcı tedbirler, Türklerin yoğun olduğu Avrupa ülkelerinden birinde resmî kurumlardan birisi tarafından alınmış olsaydı, haliyle kıyamet kopar, sorumlulara karşı her türlü hakaret yağdırılırdı. Türkiye’de ise tepki sınırlı kalmış, CHP dahi Bolu Belediye Başkanı hakkında herhangi bir işlem yapmamıştır.

Ancak kamuoyunun baskısıyla mültecilerin ülkelerine geri gönderilmeleri konusu gittikçe gündeme oturmaya başlamıştır.  İktidar Kuzey Suriye’de Türkiye’nin yönetiminde olan ve ülkenin %9-12 arasında olan topraklara bir milyon kadar mülteciyi yerleştirme planını dile getirmiş, muhalefet partileri daha da ileri giderek iktidara geldikleri takdirde mültecilerin tamamını geri göndermeye kararlı olduklarını, bu amaçla da Suriye diktatörü eli kanlı Esat’la hemen masaya oturmak gerektiği yönünde gerçekçilikle ilgisi olmayan iddialar savurmaya başlamıştır.  Tabii bu söylemin amacı seçmenin kulağına hoş gelmek, iktidar ile bu konuda açık artırmaya girişmektir. Buna şüphe yok.  Hatta, bir aşırı sağ siyasi partisi, Almanya ve başka Avrupa ülkelerindeki benzerlerinin söylemini kullanarak yola çıkmış ve çok kısa zamanda geniş sayılabilecek bir halk desteğine sahip olmaya başlamıştır.

Ancak mültecilerin ülkelerine büyük çapta geri dönmeleri maalesef mümkün değildir.  Hatta, denebilir ki Esat’la görüşmek gözle görünür bir gelecekte bu konuda bir ilerleme sağlanmasına imkân vermeyecektir.

Şöyle ki, yapılan araştırmalar Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin gittikçe artan bir oranının ülkelerine geri dönmek istemediğini ortaya koyuyor. Çalışmalar bu oranın bundan birkaç yıl önce %60-70 iken şimdi %80-90’lara çıkmış olduğunu gösteriyor. Gerçekten de on yıldır her şeye rağmen barış içinde yaşayan insanlar barışın mevcut olmadığı, hukuksuzluğun Türkiye’dekinden dahi kat kat daha büyük olduğu bir ülkeye neden dönmek istesin ki? Üstelik Suriye’den kaçmış olan mülteciler, genellikle Esat rejiminin düşman olarak gördüğü Sünnilerden ve önemli bir bölümü de rejim karşıtlarından oluşmaktadır. Bıraktıkları emlak, muharebelerde yıkılmamışsa rejim taraftarlarına dağıtılmış, geri alınması imkânsız hale gelmiştir. Bizdeki iktidarın hedefi olan bir milyon kadar mülteciyi Kuzey Suriye’ye yerleştirme hedefi da aynı ölçüde batıldır. Bunu yapabilmek için oranın yerli nüfusunun kaydırılıp Türkiye’ye sığınmadan önce Suriye’nin başka bölgelerinden gelmiş olan mültecilerin yerleştirilmesi bir çeşit etnik temizleme gerektirecektir ki bunu yapmak hukuken mümkün olmayıp, büyük ölçüde kaba kuvvet gerektirecektir. Böyle bir yola başvurmanın siyasi bedelinin muazzam olacağını hatırlatmaya gerek yok sanırım.

Dolayısıyla bu konuda ülkemizdeki tüm siyasi parti ve medya kuruluşlarına önemli bir görev düşüyor: mülteciler ülkelerine zorla gönderilemeyeceğine göre, kendi iradeleriyle geri dönmek isteyebileceklerin sayısının da pek küçük olması nedeniyle kamuoyunun bu gerçeğe alıştırılması gerekiyor. Ne yazık ki bizde halka acı reçete vermek yerine popülist söylemlerle uyutmaya çalışmak ezelden beri siyasilerimizin tercih ettiği yol olmuştur.  Siyasilerden hesap sormak alışkanlığı bulunmadığı ve partilerin genelde performansları ne olursa olsun futbol takımı gibi desteklendiği ülkemizde siyasilerin popülizmi mülteci alanında terk etmelerini beklemek abesle iştigaldir. Ancak mantıkları siyasi tartışmalar tarafından köreltilmemiş yorumcular en azından mültecilerin geri dönüş hedefinin gerçekçi olmadığını, onları ülkemize entegre etmenin yollarını araştırmanın zamanının geldiğini hatırlatmalıdır.

Mülteci sorununu denklemden çıkarabildiğimiz takdirde Esat rejimi ile bir diyalog kurmanın önündeki önemli bir engel kalkmış olacaktır. Geriye kaba hatlarıyla ülkemizin yönetimindeki toprakların boşaltılması ve YPG konusu kalacaktır. Ancak bu alanlarda da kısa vadede bir sonuca ulaşmak kolay görünmüyor. Esat rejiminin Kuzey Suriye’deki toprakların boşaltılması, hududun kontrolünün kendi kuvvetlerine verilmesi, dolayısıyla Türkiye’nin destek verdiği rejim karşıtı kuvvetlere bu desteğin kesilmesi talebinde bulunduğu yapılan istihbaratçı düzeyindeki temaslardan anlaşılıyor. YPG konusunda da anlaşmak bir hayli güç görünüyor. Suriye’de olası bir barıştan sonra YPG güçlerinin Suriye ordusuna entegre edilmesi ihtimallerden biri. Başka biri ise Kürt bölgelerinde çerçevesi çizilmemiş bir özerkliğin tesisidir. Her iki olasılık ülkemizde iktidar ve muhalefet bloku için kabul edilemez nitelikte gözüküyor.

Dolasıyla, Esat rejimiyle masaya oturmanın karşılaştığımız sorunlara bir çözüm getirmesi ihtimali bir hayli zayıf gibi geliyor. Şu anda baskı unsurunu mülteci sorunu teşkil ediyor. Ancak yukarıda belirttiğim şekilde mültecilerin Türkiye’de kalıcı oldukları fikrine kamuoyu alıştırılabilirse bu baskı da ortadan kalkacak, müzakerelerde elimiz rahatlayacak. Ne yazık ki her türlü uçuk kaçık harekete alıştırılmış olan kamuoyumuzun birdenbire rasyonel bir çizgiye yönelmesi kolay olmayacaktır. Ve yine ne yazık ki ne siyasi partiler, ne ana akım medya, ne de her akşam televizyon kanallarını işgal eden sözde uzmanlar bu ve diğer konularda sağduyuya öncelik veriyor.

- Advertisment -