Matbaa kadar geç kalmasa da nihayet artık bizim de aşırı sağcı-mülteci karşıtı bir partimiz var.
Ama partinin kurucusu ve parti fotoğraflarına bakılırsa her şeyi Ümit Özdağ ile Batı’daki muadilleri arasında önemli bir fark var.
Batı’daki bu tarz partilerin liderleri genelde yeni ve popülist siyasetçiler, çoğunun temel derdi yabancı ve mülteci karşıtlığı.
Bazıları diğer meselelerde liberal pozisyonlara bile sahip olabiliyor.
Ama bizim yerli ve milli aşırı sağ partimizin başında, Türkiye’de tek bir Suriyeli ve Afgan mülteci yokken de nüfusun bir kısmını iç tehdit olarak gören ve ülkenin bekasının bu yüzden tehlikede olduğunu düşünen, bu radikal fikirleri ve çözümleri yüzünden önce MHP’de, ardından İYİ Parti’de bile barınamamış şahin bir Türk milliyetçisi var.
Üstelik temsil ettiği bu şahin milliyetçi çizgi kendi orijinal pozisyonu da değil.
Türkiye’de MHP’de bile barınamamış, uzun yıllar marjinal kalmış zenofobik, seküler, toplumcu, Türkçü bir geleneğin fikri mirasçısı.
Kelimenin tam anlamıyla mirasçısı.
Çünkü Özdağ, Türkiye’deki milliyetçi hareketin, seküler Türkçülükle yollarını ayırdığı, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin Milliyetçi Hareket Partisi’ne döndüğü 1969’daki meşhur Adana’daki kurultayda üç hilale karşı, bozkurdu savunan seküler Türkçü grubun öncülerinden Muzaffer Özdağ’ın oğlu.
O yüzden de siyasi çizgisini anlamaya çalışırken ailesine ister istemez referans yapmak gerekiyor.
Zaten kendisi de sık sık ailesine referans yapıyor.
İlk hocasının babası olduğunu söyleyerek bu fikri mirası kabul ediyor.
Dün Devlet Bahçeli’nin ağır sözlerine isim vermeden ve başkalarından esirgediği nazik bir dille yanıt verirken, babasının MHP’nin kurucularından olduğunu, annesinin eski MHP kadın kolları başkanı olduğunu hatırlattı.
Anneler gününde attığı ve anneler günü vesilesiyle bile Süleyman Soylu’yla polemiğini sürdürdüğü tweette de çok kızgın olduğu için Soylu’ya mektup yazacağını söylediği annesinin avukatlığını şöyle övmüştü:
“Sert avukattır. Aziz Nesin-Ergün Göze davasında Ergün Göze’nin avukatlığını yapmış, kazanmıştı.”
Pek çok insan için hiçbir şey ifade etmeyen bir hatıra bu.
Halbuki Özdağ’ın annesinin kazandığını gururla söylediği 1995’deki dava son yarım asırdır Yargıtay’ın verdiği en ırkçı, en hukuksuz kararlardan biriydi.
Dava 1990 yılında Ergun Göze’nin Türkiye gazetesinde Aziz Nesin aleyhine yazdığı iki yazıya dayanıyordu.
“Vatan haini” kavramını bağlaç rahatlığında kullanan, dili çok sert ve sınırsız bir Türk milliyetçisi olan Göze, “Aziz Nesin ve Türk ordusu” başlıklı yazıda Nesin’i bir Kıbrıs gezisinde yaptığı konuşma için yine “vatan hainliği” ile suçladıktan sonra, 51 yıl önce orduda 23. Tümen İstihkam Bölük Komutan vekiliyken askeri mahkemede aldığı cezayı hatırlatıp ona “hırsız ve zimmetçi” demişti.
Nesin hakkındaki bu bilgiyi, ilk olarak Peyami Safa yarım asır önce Nesin’le bir polemik yaparken kullanmış.
1995 yılında bunu alıp tekrar kullanan Ergun Göze’yi Aziz Nesin, mahkemeye vermiş ve mahkeme Göze’yi hakaretten 10 milyon TL tazminata çarptırmıştı.
Bu noktada devreye Ergun Göze’nin avukatı olarak Gönül Özdağ’ın girdiği anlaşılıyor.
Mahkumiyet kararı temyiz için Yargıtay’a taşındı.
Ve Yargıtay 4. Ceza Dairesi, bu mahkumiyeti Türk hukuk tarihine geçen bir gerekçeyle bozdu:
“Bir toplantı ya da gösteri nedeniyle çok değişik bir harekette bulunan kişinin kamunun dikkatlerini çekeceği doğaldır. Eğer kişi, toplumun yakından ilgilendiği biri ise dikkatler daha da yoğunlaşacaktır. O zaman, ilgi ve merak onun bilinmeyen yanlarına da yönelir. Öyle ki, geçmişi güncelleşir ve biyografisi, olay dolayısıyla yayımlanır duruma gelir. Kişi, yaptığı çıkışla geçmişinin sergilenmesine böylece rıza göstermiş hale girer; çünkü, isteyerek yaptığı çıkışla yaşamının ortaya dökülmesini dilemiş olur”
“Anayasa’nın 176. maddesi uyarınca onun başlangıç kısmı metne dahildir. Başlangıç bölümünün 7. fıkrası gereği olarak Türklüğün manevî değerlerine ve ulusal çıkarlarına aykırı hiçbir düşünce koruma göremez. Son fıkrayla değerler ve çıkarlar Türk milleti tarafından, Türk evladının vatan ve millet sevgisine emanet olunmuştur.”
Yani Yargıtay, Aziz Nesin gibi Türklüğün çıkarlarına aykırı fikirler ileri sürenleri hukukun korumayacağına, onlara hakaret etmenin serbest olduğuna karar vermişti.
Nesin, 2’ye karşı 3’le alınan bu vahim karara Yargıtay Ceza Kurulu’nda itiraz etti ama bu kez de Yargıtay Ceza Kurulu kararı onadı.
Böylece Aziz Nesin hakarete uğramış mağdurken, Türklüğe hakaret eden bir suçluya döndü.
Aziz Nesin kısa bir süre sonra da vefat etti.
Aynı Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 12 yıl sonra Hrant Dink’in yazısını da “Türklüğe hakaret” diye yanlış anlayıp onun hakkındaki 301 kararını da onayladı ve suikastına giden yola taşlar döşedi.
Babası hakkında ölmeden önce bu kararı veren yargı zihniyetinin değişmesi için 2010’da yetmez ama evet diyen Ali Nesin bugün linç edilirken, bu kararı övünerek hatırlatan Ümit Özdağ alkışlanıyor.
Halbuki burada bir avukatın başarısından çok, Türklüğün ve devletin çıkarları uğruna gerektiğinde hukuku bile ayakları altına alabilen bir milliyetçi devlet ideolojisi var.
Özdağ ailesinde bu ideolojik pozisyonun ilk temsilcisi de baba Muzaffer Özdağ’dı.
Muzaffer Özdağ’ın esas hikayesi MHP kurucusu olarak değil, 27 yaşındayken Jandarma Yüzbaşı Muzaffer Özdağ olarak başlıyor.
Özdağ, 27 Mayıs darbesini yapan 38 kişilik Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) en genç üyesiydi.
Sadece MBK’nın en genç üyesi değildi, en ateşli ve şahin üyesiydi de.
İçinde general düzeyinde askerin yer almadığı MBK’nın darbenin başına lider olarak seçtiği Orgeneral Cemal Gürsel’i darbeden sonraki gün tatilini geçirdiği İzmir’den Ankara’ya getiren yüzbaşı Özdağ’dı.
MBK toplantılarında en ateşli çıkışları o yapıyor, izinsiz olarak MBK adına yaptığı konuşmalar cunta içinde tartışmalara neden oluyor, Cemal Madanoğlu gibi 1954’de sucuklu omlet yerken darbeye karar vermiş şahin bir albayı bile “içinde yer aldığı cuntanın ne olduğunu anlamamakla” suçluyordu.
O günlerde darbeyi destekleyen gazetecileri bile tedirgin etmiş meşhur “Babıali’den de geçeceğiz” sözü de ona ait.
27 Mayıs’ın “üniversitelerden geçtiği” 142’ler tasfiyesinde de karşımızda çıkıyor Özdağ.
Aralarında darbecilerin kurduğu anayasa komitesinin üyesi olan Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın, Mina Urgan, Yavuz Abadan, Ali Fuad Başgil, Haldun Taner, Sabahattin Eyüpoğlu ve Fuad Sezgin gibi isimlerin olduğu 142 akademisyenin üniversiteden “DP’li, komünist, mason, kifayetsiz, cinsi sapık, Kürt devleti kurmak isteyen” gibi fişlemelerle atıldığı 114 Sayılı Kanun, MBK’da kabul edilince Özdağ şöyle demişti:
“Efendim, şu anda 27 Ekim yani İhtilâlin altıncı ayının ilk günündeyiz. Ve şu kanunla da, İhtilâlimizin en mutlu ana faaliyetlerinden birisini yapmış oluyoruz. Bununla da irfan müesseselerimizde yeni bir devre girmiş oluyoruz. Hepinizi hararetle tebrik ederim. (Bravo sesleri)”
Esas darbenin üzerinden geçmesini istediği mesele ise o günkü adıyla Doğu sorunuydu.
Darbenin ardından ziyaret ettiği Öncü gazetesinde şöyle demişti:
“Biz 27 Mayıs’ı Doğu’da hazırlanan bir Kürt isyanı ‘nı önlemek için yaptık. Yoksa vatan bölünecekti. Biliyor musunuz ki, Demokrat Parti liderlerinden önce biz Kürt ağalarını tutukladık?”
https://artigercek.com/yazarlar/doganozguden/21-mayis-darbeler-ve-kurtler
Gerçekten de darbeden sadece 4 gün sonra Kürt ağa, şeyh ve kanaat önderleri toplanıp Sivas Kampı’na götürülmüş, Ekim 1960’da çıkarılan Mecburi İskan Kanunu ile 55 ağa ve şeyh aileleriyle birlikte Batı’daki illere sürgün olarak gönderilip, yerleştirilmişti.
Milli Birlik Komitesi’nde Mecburi İskan Kanunu görüşmeleri sırasında en şahin konuşmaları yapan yine yüzbaşı Muzaffer Özdağ’dı.
Kürt şeyhlerin dördüncü derece akrabalarının bile sürülmesini, suç işlememiş olsa da akrabalık bağının sürgün için yeterli olmasını, sadece memleketlerine değil, Kürt nüfusunun olduğu yerlere de geri dönüşlerinin yasaklanmasını önermişti:
“Eskiden tehcir edilmiş olanlardan geriye dönenlerden bu memleket çok çekti. Bunların bir kere tehciri yapılınca, bir daha o mıntıkaya gelmemeleri, memleketin istikbali için şarttır.”
“Şeyhlik öyle karışık bir unsurdur ki, yedi sülâlesinden birisi de olsa, bu sıfatı öğrenilince gene irtica unsuru olabilirler. Onun için sürgünde bu dördüncü derecedeki akrabalık meselesi her halde yerindedir.”
“Efendim, Devletin milletin emniyeti için, vardığımız emniyeti mevzuubahis olduğu zaman bunların akrabalıkları kâfidir. Varlığımız için tehlike teşkil ediyorsa, elbette kanun tatbik edilecektir.”
“Burada bir kelimenin. ilâvesini teklif ediyorum, «nüfuz mıntıkalarına dönemez. 25 sene evvel olan Şeyh Sait isyanında Şeyh Sait iskân mahalli olan Hınıs’a dönmesine mâni olundu ama, Bingöl, Dersim gibi nüfuz mıntıkası olan yerlere gitmesine mâni olunamadı. Bu bakımdan bu hükmün konması lâzımdır.
Numan Esin: Türkiye’de seyahat hürriyetini tamamen kaldırmak gibi bir hüküm.
Muzaffer Özdağ: Suçlular için kaldırılsın seyahat hürriyeti.”
Bu iskân kanununun hemen ardından devlet başkanı Cemal Gürsel’in çıktığı Doğu gezisine de eşlik etmişti Özdağ.
Gürsel, Diyarbakır’daki meydanda şu ünlü cümleleri söylerken de yanı başındaydı:
“Bu memlekette ve Şarkta Kürt diye bir millet yoktur. Bu bizi parçalamak ve lokma lokma yutmak içindir…Aklımızı başımıza almalıyız. Güya sureti haktan görünüp bizi sapıtmak isteyenlere karşı birleşmeliyiz. Fısıltı ile bizi yoldan ayıranların yüzlerine tükürünüz. Hayır deyin, bu memleketin aslı Türktür. Benim bildiğim bu işler öyle habis kaynaklardan geliyor. Belirli tahrikler düşman ellerinden geliyor… Eski idare Said Nursi adındaki serseriyi de himaye eder gibi görünerek diğer bir yönden de memleketi parçalamak yolunu tutmuştur. Biz birbirimizi Türk olduğumuz için sevelim, mezhep, inanç ayrılıkları bizi birbirimizden ayırmamalıdır.”
Özdağ, bu ziyaretten kısa bir süre sonra ihtilal hükümetinin devam etmesini istedikleri için tasfiye edilen 14’ler grubu içinde Türkeş ile birlikte sürgün edildi.
Tokyo Büyükelçiliği’ne ateşe olarak tayini çıktı.
Zaten Ümit Özdağ da orada doğdu.
Muzaffer Özdağ, Türkiye döndüğünde önce siyasi mücadeleyi tercih etmedi. Bir süre Türkeş ile cunta arayışlarını sürdürdü.
21 Mayıs 1963 Talat Aydemir’in ikinci darbe girişiminin içinde oldukları iddiasıyla Türkeş ile birlikte tutuklandı, yargılandı ve beraat etti.
Daha sonra yine Türkeş ile birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne girdi. Bu partiden 1965 seçimlerinde Afyon’dan Meclis’e seçildi.
Özdağ Meclis’te de kürsüye çıktığında salonda gerilimin arttığı şahin bir milletvekili oldu.
Meclis’te eşkıyalar, ağalar, sınırlardan kaçak girişler, Hatay’da Türkçe konuşma oranları üzerine dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan ile kavgaları Meclis zabıtlarından okununca çok tanıdık gelebilir.
CMKP’nin MHP’ye döndüğü meşhur Adana Kurultayı’nda partiye amblem olarak bozkurdu öneren Nihal Atsız’a yakın seküler Kemalist Türkçü ekibin liderlerinden olan Özdağ, kongrede üç hilalciler kazanınca da partiden ayrıldı. MHP’den resmi olarak 12 Mart 1971 muhtırasından bir hafta önce istifa etti ve bir daha da siyasete girmedi. Ömrünün sonuna kadar da 27 Mayıs darbesini savundu.
1986’da Celal Bayar’a yazdığı açık mektupta darbeyi savunurken “Yassıada yargıçları Cumhuriyet adliyesinin en müspet sicil sahibi en seçkin 100 yargıcı arasından seçilmiştir” demişti.
Özdağ daha sonra avukatlık yaptı, kitaplar yazdı. 1996 yılında Göreve Çağrı adlı bir kitap yazıp Nazım Hikmet’in iade-i itibarına karşı çıkarak onun Rus ajanı olduğunu iddia etti:
“Nâzım’ın vatan sevgisi, kadınlara sevgisinden farksız. Nâzım, narsisttir, kendinden başkasını sevemez, şizofrendir. Türk halkı Kurtuluş Savaşı verirken, Nâzım Nataşalar’dan eğitim alıyordu”
Kitaplarından en ünlüsünün adı ideolojik çizgideki devamlılığı da gösteriyor:
“Örtülü İstila ve Psikolojik Savaş”
“Sessiz istila” kavramı bu kitaptan geliyor olmalı.
Muhtemelen Zafer Partisi’nin adı da fikri önder olan babaya bir saygı duruşu…
Baba Özdağ bu kitapta dış güçlerin Türkiye’ye dönük örtülü istilasına karşı uyarıyor:
“Milli birlik ve dayanışmasını kaybetmiş, ayaklanmalarla, iç güvenliği yıkılmış, yurt bütünlüğünü savunacak güç ve iradesi yıpranmış, dağılmış bir ülkenin istila ve işgali genel politik durumun elverdiği bir dönemde askeri bir hareketa gerek duyulmadan gerçekleşebilir.”
Baba Özdağ; komünizm, bölücülük ve Alevi-Sünni gerilimini dış güçlerin Türkiye’ye dönük örtülü istilasında kullandığı meseleler olarak görüyordu.
1992 yılında yazdığı kitabın adı meseleye nasıl baktığını özetliyor: “Millet Birliğimiz Vatan Bütünlüğümüz Soydaş Toplumlardan Kürtler”
Oğul Ümit Özdağ da akademik hayatından itibaren aynı çizgiyi sürdürdü.
Devletle de yakın ilişkileri oldu. 1996 yılında akademisyenken Erbil ve Süleymaniye’ye gönderilerek Dışişleri Bakanlığı’na Kuzey Irak Raporu yazdı.
Genelkurmay’ın desteklediği söylenen, Ülker grubunun fonladığı Türkiye’nin ilk think tanki olan Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (ASAM) başkanlığını yürütürken de
Kürt Sorunu yerine Kürtçülük Sorunu diyor, Kürtler için, “Kürt Türkleri ve Zaza Türkleri” terimlerini kullanıyor, “özel bir istihbarat ekibi kurup, PKK’nın ve siyasi kolunun üst düzey kadrolarının Ermenilerden oluştuğunu ortaya koymayı” öneriyordu.
2003’den itibaren MHP’nin genel başkanlığı için yaptığı denemeler sırasında Bahçeli’yi bile Türkiye için kullandığı “çiçek bahçesi” terimi yüzünden gaflet içinde olmakla suçlamıştı.
Özdağ, daha ortada Suriyeli mülteciler yokken Kürtlerin nüfusunun artmasından endişe duyan bir akademisyendi.
Mesela 2012’de bu satırları yazdığından Türkiye’deki Suriyeli sayısı 50 bin civarındaydı:
“Öcalan’ın “Ya silaha ya da karına sarıl” şeklinde ifade ettiği Türkiye’yi işgal edilecek bir coğrafya olarak gören ve demografik savaş açan bu açıklamasını, sadece PKK ile sınırlı görmek de yanlıştır. 2011’de Türkiye’yi ziyaret eden K. Iraklı resmi bir grubun Ankara’da bir düşünce kuruluşunda yaptığı toplantıda “Eskiden Mersin üzerinden denize açılan bir Kürdistan istiyorduk, artık vazgeçtik. Çünkü siz Türkler Anadolu’yu 1000 senede Türkleştirdiniz, Biz 100 senede Kürtleştirebiliriz” açıklamaları demografik savaş anlayışının Barzani çizgisinde de hakim olduğunu göstermektedir. Bir süreden buyana PKK da “İstanbul’u, İzmir’i size bırakmayız. Diyarbakır’ı biz yöneteceğiz, geri kalan bölümü ise birlikte yöneteceğiz” demektedir. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Merkezi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 2006 yılı itibarı ile anadili Kürtçe olan kadınlarda doğurganlık 4.1 iken, anadili Türkçe olan kadınlarda 1.9’dur. Bunun anlamı 27 sene sonra Türkçe anadil grubunun nüfustaki payında keskin bir düşüş olacağıdır. Erdoğan’ın üç çocuk talebinin arkasındaki gerekçe de bu keskin düşüşü engellemektir. Erdoğan’ın üç çocuk yapma çağrısı, doğum oranları 1.9 olan, anadili Türkçe olan kadınlaradır.”
Bu radikal milliyetçiliği yüzünden MHP’den iki kez ihraç edildi, kurucusu olduğu İYİ Parti’ye de fazla şahin geldi.
Şimdi de mülteciler meselesini MHP’ye bile fazla gelmiş milliyetçiliğine bir kaldıraç olarak kullanıyor.
Ama bu kez savunduğu fikir toplumda maalesef marjinal değil.
Dün Ermeniler, komünistler, DP’liler, Kürtler, İslamcılar tehditti bugün Suriyeliler, Afganlar…
Mülteciler meselesinden sonra bu tehdit algısının ve propagandasının biteceğini herhalde kimse düşünmüyor.
Çünkü bazı ideolojilerin yaşam pınarı tehdittir, nefrettir. Tamam, bu ideolojiye ırkçılık demeyelim…