6 Mayıs Cumartesi günü Birleşik Krallık yeni Kral III. Charles ve eşi Kraliçe Camilla’nın taç giyme törenine sahne oldu. Londra sokaklarında yüzbinlerce seyirci ve dünya televizyonlarında milyonlarca kişi tarafından izlenen, 102 kadar ülkenin üst düzeyde temsil edildiği tören ülkemizin içinde bulunduğu seçim kampanyası nedeniyle pek ilgi uyandırmadı. Haberi veren gazeteler, törene ve kraliyet kurumuna itiraz eden çok küçük bir zümre üzerinde durmayı, törenin yarattığı birlik ve beraberlik ruhuna değinmeye tercih etti.
Bizimki gibi geçmişine sırtını çevirmeye alıştırılmış ve onun neticesinde hiçbir geleneğe sahip olmayan milletler için Orta Çağlara kadar geri giden ancak aynı zamanda modern kısımlar da içeren bir törene anlam vermek haliyle kolay değildir.
Belki bu törenin en önemli özelliği, dünyada benzeri olmamasıdır. Avrupa’da Birleşik Krallık dışında altı kral veya kraliçe, iki prens ve bir büyük dükün temsil ettiği monarşi ile yönetilen ülke var. Gerçi son üçü pek küçük sayılır. Ancak diğerlerinde de Londra’da cereyan eden törene benzeyen bir olay meydana gelmemektedir. Birleşik Krallık dışında tahta çıkan hükümdarlar, genelde Parlamentolarında ant içerler, ülkenin bir tacı varsa -Belçika’da o da yok- o bir yastığın üzerinde teşhir edilir, Londra’dakine uzaktan veya yakından benzeyen bir görkem yoktur.
Londra’daki törende en fazla dikkatimi çeken yağmurun altında sabırla saatlerce bekleyen neşeli kalabalıktan başka, törende Hindu dinine mensup Hint asıllı Başbakan Sunak’ın İncilden bir bölüm okuması, inançlı bir Müslüman olan Pakistan asıllı İskoçya Başbakanı Hamza Yusuf’un İskoçya milli kıyafetiyle törene katılması, Afrikalı Amerikalıların geleneksel dini Gospel şarkılarından seçmeler söyleyen bir koronun mevcudiyeti olmuştur diyebilirim. Kralın içtiği ant belki bin yıldır değişmemişti. Töreni yöneten Anglikan kilisesi Başpiskoposu tahta çıkmasının Tanrının lütfu olduğunu söylüyordu. Mars’tan gelen bir gözlemci o sırada töreni izleyecek olsaydı, o şaşalı kıyafetler ve başında paha biçilmez kıymetli taşlarla bezenmiş bir taçla bin yıllık tahtın üzerinde oturan adamın ülkenin en kudretli kişisi olduğunu düşünürdü. Oysa ülkenin en kudretli kişisi, Kral Charles’ın devlet başkanı olduğu diğer 15 ülkenin Genel Valileri ile Başbakanlarının kiliseye girişlerinde oluşturdukları kortejin en sonunda yürüyen ve sade bir kıyafet giymiş Başbakan Sunak’tan başkası değildi. Alfabetik sırayla düzülen korteji açan ise Antigua ve Barbuda adalarının ora hükümeti tarafından belirlenen Genel Valisiydi. Doğrusu o da taşıdığı bolca nişan ve uzun boyuyla Birleşik Krallık Başbakanı Sunak’tan çok gösterişliydi!
Birleşik Krallığın deniz aşırı imparatorluğunun hatırası olarak dünyanın dört bucağında İngiltere hükümdarını kendi devlet başkanları olarak kabul eden bu ülkelerin teker teker cumhuriyeti seçecekleri yıllardan beri söylenir. 1999 yılında Avustralya’da bu amaçla yapılan referandumda cumhuriyete geçiş %55-%45 farkıyla reddedilmiştir. 2016 yılında Yeni Zelanda’da yapılan başka bir referandumda ülkenin bayrağında yer alan Birleşik Krallık bayrağının çıkarılması yine halkın oylarıyla reddedilmiştir. Her iki ülkenin ve bazı Karaip adalarının başbakanları taç giyme törenine giderken ülkelerinin zaman içinde Birleşik Krallık tacı ile bağlantılarını keseceklerinin kaçınılmaz olduğuna, ancak bu adımı atmanın öncelikleri arasında bulunmadığına dair demeçler vermişler ve Londra’da Kralı teker teker ziyaret ederek ona bağlılıklarını değilse de saygılarını ifade etmişlerdir. Gerçekten de uzaktan bakınca Birleşik Krallık hükümdarının neden aynı zamanda Belize, Jamaika, Kanada, Avustralya vs gibi aynı imparatorluğunun geçmişte bir parçası olmak dışında ortak yönleri olmayan ülkelerin tümünün devlet başkanı olduğunu mantıkla izah etmenin imkânı pek yoktur. Ancak törendeki paradoksu, yani tahtta oturan adamın Tanrının lütfuyla değil, halkının iradesiyle o makamda bulunduğunu, yetkileri çok sınırlı olmasına rağmen müthiş bir şaşaa içinde ömrünü sürdürdüğünü düşününce her şeyin mantıkla izah edilemeyeceği, tarihin, geleneğin bir ağırlığı olduğu ve istikrar unsuru teşkil ettiği gerçeğini görmek gerektiği sonucuna varmalı. Yoksa her türlü skandala bulaşmış olan bu ailenin hala bu konumda olmasını başka türlü anlamak mümkün değildir. Neticede halkın %85’i sistemi benimsemekte ve değişmesini istememektedir. Kral Charles’ı beğenenlerin oranı çok daha düşük olmasına rağmen, tahta annesinin ölümüyle geçen sene çıktıktan sonra popülaritesinin adım adım artmakta olduğu kamu oyu yoklamalarında görülmektedir. İşin ilginci hem Kral ve ailesi hem de monarşi kurumu aleyhinde görüş beyan etmek isteyenler bunu her zaman olduğu gibi taç giyme töreni ve etrafında dile getirmekte serbesttiler. Bir tek Cumhuriyeti savunan bir grup gösterici kortej geçişi sırasında karışıklık yaratabilecekleri endişesiyle gözaltına alınmış, tören bittikten sonra da salıverilmişlerdir. Ancak bu göz altıları dahi eleştirenler olmuştur. Hatta Londra Polisi Başkanı bu göz altılarının bir hata teşkil ettiğini ve özür dilediğini söylemeye kadar gitmiştir.
Ancak Krala ve ailesine yönelik hakarete varan eleştiriler takibata yol açmamakta ve kanuna aykırı sayılmamaktadır. Bazı aşırı durumlarda hakarete uğrayan veya telefonları kanunsuz bir şekilde dinlenen Kraliyet ailesi mensuplarının mahkemeye müracaat ettikleri ve külliyetli tazminatlar kazandıkları bilinmektedir. Ancak onbinlerce kişinin Cumhurbaşkanına hakaretten yargılandığı ve önemli bir bölümünün cezalandırıldığı sözde Cumhuriyetimizde vatandaşların devlet başkanı hakkında olabilecek görüşlerini ifade etmekte bir Krallıktakinden daha az serbest olmaları da doğrusu dikkat çektiği kadar üzücüdür.
Bu örnek bile Cumhuriyet ile demokrasi ve hürriyetin eş anlamlı olmadığının göstergesi sayılabilir. Bu satırları yazdığımda Cumhurbaşkanlığı seçiminin ne şekilde sonuçlanacağı belli değildi. Belli olan bir şey varsa o da en az 60-70 yıldır her Cumhurbaşkanlığı seçiminin ülkemizde tartışmalı ve sancılı bir şekilde cereyan etmiş olmasıdır. Hatta denebilir ki zaman geçtikçe stres artmakta, seçim sorunu büyümekte, halkın büyük çoğunluğunun kabul edebileceği bir Cumhurbaşkanının seçimi her seferinde gittikçe güçleşmektedir. Cumhurbaşkanlarının yetkilerinin çok sınırlı olduğu 1960 ile 1982 arasında bunun çok önemi yoktu. Gerçi 1980 askeri darbesinin bir sebebi de TBMM’nin altı ay boyunca bir Cumhurbaşkanı seçememiş ve dolayısıyla ülke yönetimini kilitlemiş olmasıdır. Ancak 1982 anayasasından itibaren yapılan değişikliklerde Cumhurbaşkanının yetkilerinin adım adım artırılması, diğer taraftan da ülke içi kutuplaşmanın dozajının da aynı nispette yükselmiş olması, seçimin bu şartlarda cereyan etmesi hem ülke istikrarını tehlikeye sokmakta, hem de toplum içinde amansız sürtüşmelere yol açmaktadır.
19uncu yüzyıl İngiliz siyasi düşünürü Walter Bagehot, devlet yönetimi kurumunun ikiye bölünmesi gerektiğini, devlet başkanının temsili ve dolayısıyla ağır başlı (dignified) bir rolü, yönetimin de siyasiler tarafından işlevsel (efficient) bir kol olarak yürütülmesinin uygun olacağını söylemiş, bir anlamda meşruti monarşinin fikir babası olmuştur. Avrupa’da bu sistemle yönetilen tüm ülkelerde bu ayırım mevcuttur. Benim her zaman kendi kendime sorduğum soru şudur: bu ülkeler istikrarlı oldukları için mi anayasal monarşilerle yöneltiliyorlar, yoksa anayasal monarşi altında yönetildikleri için mi istikrarlılar? Sanırım bunun cevabı kısmen ikisidir. İspanya ve çok eski tarihlerde Birleşik Krallık hariç, bugün anayasal monarşi ile yaşayan ülkelerin hiçbirinde kanlı darbeler, rejim değişikleri ve iç savaşlar meydana gelmemiştir. Birleşik Krallık 1642-49 yılları arasında cereyan eden iç savaş sonrasında Kral I. Charles’i yargılamış, arkadan idam edip yerine bir askeri diktatörlük kurmuş, ancak diktatör Cromwell’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Richard bu görevi iade etmiş ve 1660 yılında monarşi idam edilen Kralın oğlu II. Charles’in şahsında tekrar ihya edilmiştir. Onun ölümünden sonra yerine geçen ancak katolik olduğu için halkın ve yönetici sınıfların kabul etmediği II. James kısa süren bir mücadeleden sonra sürgüne gönderilmiş, yerine protestan olan damadı ve kızı tahta oturmuştur. O gün bugün sistem devrim değil evrim yoluyla bildiğimiz parlamenter demokrasiye dönüşmüştür. Devrim olmadığı, evrimin de şekilden ziyade esasa yönelik olduğu için zararlı görülmeyen gelenek ve törenler muhafaza edilmiştir. Kralın Tanrının lütfuyla tahtta oturduğu mitosu sadece taç giyme töreninde dillendirilen dualarda kendini ifade etmemektedir. Her madeni paranın üzerinde hükümdarın portresiyle birlikte yer alan kısaltılmış unvanında “D.G” harfleri yer almaktadır. Bunlar latince “Dei Gratia” yani Tanrının lütfuyla ibaresinin kısaltılmış şeklidir. Yüzlerce yıldır da madeni paralarda kullanılmaktadır. Tamamıyla sekülerleşmiş bir toplumda bu ibarenin Kral için kullanılması kimseyi rahatsız etmemektedir.
İspanya’ya gelince 19 ve 20inci yüzyıllarda birkaç iç savaş ve iki cumhuriyet denemesinden sonra dönüp dolaşıp krallık yeniden tesis edilmiştir. Hatta İspanya Anayasasında Krallığın konumu o kadar sağlam ve kaldırılması o kadar zor ki orada da kraliyet ailesinde yaşanan skandallara rağmen kurumun bekası ciddi bir şekilde tartışılmıyor bile.
Birleşik Krallığa dönecek olursak sistemin istikrarın sağlanmasına yardımcı olduğu 2022 yılı içinde ülkenin üç başbakan görmesine ve bunların bir tanesi sadece 45 gün ayakta durduktan sonra parti içinde meydana gelen bir ayaklanma neticesinde istifaya zorlanmasına rağmen rejimin bekası tehlikeye düşmemiş, iktidar değişiklikleri parti içi çalkantılar dışında ülkeye sirayet etmemiştir. Devlet başkanlığı kurumunun bu çalkantıların dışında kalması kanaatimce bir istikrar unsurudur. Sanırım halk bunun bilincinde olduğu için ezici bir çoğunlukla sistemin devamından yana gözükmektedir. Başkalarını bilmem ama doğrusu buna gıpta ediyorum.