Tarihle fazla meşgul olduğumuz iddiasında bulunacak kadar cesur değilim; hele bu uğraşının hemen her siyasi eğilimi milliyetçiliğin farklı bir görüntüsüne tâ kıldığını iddia edecek kadar hiç değilim. Öyleyse endişemi giderecek çok daha cesur birine başvurayım: Nietzsche, Almanların tarihle çok fazla uğraştıklarını, hâlbuki “sanata” muhtaç olduklarını iddia etmişti. 20. yüzyılda Batı’nın büyük bir yıkımın eşiğine sürüklendiğine şahit olsaydı (ki tahmin etmişti), muhtemelen sorumluluğu tarih saplantısında arayacaktı. Almanların tarihe düşkünlükleri, şüphesiz ortak bir toplumsal aidiyet inşasının haşmetli mazisini keşfetmek hevesindendi. Dertleri keşfetmekten ziyade icat etmekti aslında. Tarihin safhaları bir şanlı istikbale (!) doğru ilerlediğinden, geçmişte içkin anlamı -yani Almanlığın köklerini- arzuluyorlardı. Uluslaşma ile ilişkili tarih ilgisi Alman idealizminin yükselişiyle eş zamanlı ilerlemekteydi. Hegel’in diyalektik ve tekâmül doğrultusunda tarihte mündemiç gayeyi arayışı Nietzsche’yi öfkelendirmişti. Peki ya neden?
Bu sorunun cevabını Nietzsche’de değil, geçen yüzyılda Nietzsche üzerine çokça çalışmış bir başka filozofta, Karl Jaspers’te arayacağım. Daha çok “eksen çağı” görüşüyle meşhur olan “Tarihin Esası ve Gayesi Üzerine” başlıklı eserinde Jaspers, doğrudan Hegelci bakış açısı etrafında gelişen tarihin anlamlandırma sorununu tahlil eder. Ona göre tarihi olaylarda içkin bir anlam bulunmaz. Yani bir olayı araştırmakla bizler o olayda “tecelli eden” manayı keşfetmeyiz, bilakis o olaya anlamı biz yükleriz. (Bilinçli olarak “tecelli” kavramını kullandım, çünkü bazı idealistler ilahi aklın tecellisi olarak tarihi tasavvur ettiler, bunun Hristiyanî karşılığı tarihin Tanrının Planı oluşudur).
Dolayısıyla tarih bilgisiyle, şu an ihtiyaç duyduğumuz siyasi veya toplumsal bir meseleyi halletmiyoruz. Bilakis hâkim dünya görüşünün ihtiyaç duyduğu bir tarihi kurguluyoruz. Bu süreç de ekseriyetle diyalektik bir zeminde ilerliyor. Örneğin bir ulusun yükselişini engelleyen düşmanlar icat ediliyor; yahut sınıflar arası mücadeleyle ilerleyen bir tarih; veya hak ve batıl arasındaki gerilimler tasvir ediliyor. Bunların hepsi bir şekilde diyalektik kurgudan ibaret ve hepsi de tarihin bir yerlere ilerlediğini bize vaz ediyor.
Jaspers’e dönersek, başka birçok çağdaşından hatırladığımız üzere o determinist okumayı eleştirmektedir. Dünya savaşından çıkmış bir toplumda milliyetçiliğin yükselişine şahit olmuş, hem Musevi eşi hem de dünya görüşü nedeniyle dışlanmıştı. Alman ulus inşasının tarihi nasıl eğip büktüğünü ve böylece büyüyen bir canavarı beslediğini görmekteydi. Fakat nasyonalistlerin tarih kurgusuna benzer bir yaklaşımın Marksistlerde de hâkim olduğunu fark etti (iyi bir Weber okuru olarak!). İçerikler değişse de tarihin kurgulanmasına yönelik tavır benzeşmekteydi: biri tarihte bir ulusun oluşum sürecindeki dalgalanmaları kahraman-düşman ilişkisinde kurgularken, diğeri sınıflar arası mücadele üzerinden mevcut ideolojisini temellendirmekteydi. Tarihe bakışın benzerliği ideallerin oluşumunda da benzer bir sonuca ulaştırdı. İlki mükemmel bir ulusun yükselişini ve hâkimiyetini, diğeri de sınıfsız bir toplumu hayal etti. Jaspers’e göre, sahip olunan siyasi tavrı izah etmek üzere geçmişi anlamlandırmak ve geleceği gayeleştirmek çağdaş bir hurafeden (Aberglaube) başka bir şey değildir.
Hani çok yaygın bir ifade vardır: tarihten ders çıkarmak, bunun felsefi karşılığı tarihin bize bahşettiği anlamın peşinden koşmaktır. Çünkü ilerlenilmesi gereken bir hedef vardır. Oysa tarihi olaylar içkin bir hakikatten tezahür etmezler. Örneğin İstanbul’un fethi, Türkler için başka Yunanlılar için başka bir yoruma yol açıyorsa, bir hadisede sabit bir anlamdan ne kadar bahsedilebilir. Hâlihazırdaki dünya görüşünden yola çıkarak olay kurgulanmakta ve böylece güya anlam tespit edilmektedir. Aslında bu girişim, tarihteki olaylar silsilesinden akan bir ruhun olduğu arayışıdır (bu doğrudan Kutsal ruhun ulusal bir mite dönüştürülmesidir!). Yani millet ruhunu esas alan bir dünya görüşünün temellendirilmesidir.
Tarihe olan ilgi, entelektüel meraktan ziyade aktüel gerçekliğin sunumunda ihtiyaç duyulan malzeme tedariki içindir. İçerisinde bulunulan tarih diliminde bizatihi tecrübe edilen gerçeklikten yüz çevrilir, tarihte mevcut olduğu düşünülen anlam arayışına girişilir. Siyasi mücadelenin sorunları da toplumsal aidiyetin gerekçeleri de tarihten devşirilir. Hepsinden önemlisi millet olmanın anlam ve gayesi tarih kurgulanarak elde edilir.
Benzer bir uluslaşma sürecine 20. Yüzyıl Avrupa’sında rastlamak ne kadar da tuhaf! Bunun nedenini Türk uluslaşmasının tamamlanmamasında arayabiliriz. Zaten uluslaşmanın doğasında da bir “tamamlanma” olduğunu düşünmüyorum. Eğer Almanlar savaşlarda muzaffer olsalardı, İngilizler gibi geçmişleriyle iftihar ettikleri senaryolar kaleme alabileceklerdi. Batı toplumlarında da uluslaşma kemale ermiş ve çoğulculuk tam anlamıyla içselleştirilmiş falan değil elbette. Türkiye’de de uluslaşma bu manada sonlanmayacaktır; “ilerlediği” gibi toplumun farklı kesimlerini de dönüştürecektir.
Kurucu ideolojiden uzakta, daha çevrede yer alan topluluklar da bu ilerlemeye dâhil olacaktır, olmaktadır da. Örneğin muhafazakârların milliyetçiliği ile sözümona solun ulusalcılığı “gayeye” doğru gidişte kesişmektedir, dolayısıyla tarihte bir millet ruhunun var olduğu kabulünden doğmaktadır. Daha da çevreye doğru gidersek, siyasal İslam’ın bir şekilde milliyetçiliği hazmetmesinde de tarihi anlatı yardıma koşmaktadır. Çünkü her türlü tarihsicilik bir tür milliyetçiliktir. Mesela İslam tarihine veya Osmanlı tarihine yönelik bir okuma üzerinden aidiyet tahayyül edilmektedir. 80’lerde bu “biz” Müslüman bir millet inşasıydı, ulus devletlere alternatif bir İslam milleti kurgusu. 2000’lerden sonra ise yerel kimliklerin baskın gelerek, zaten hazır olan tarih malzemesini önlerine sürdüğünü görüyoruz. Siyasal İslam Osmanlıcılık yahut yakın tarih üzerinden bir tür milliyetçiliğe doğru evriliyor. Evrilmek sözcüğü dahi yanlış olabilir, zaten tarihi kurgulamak bir tür inşa süreci, bir aidiyet devşirme girişimidir. İslam milleti kurgusu ile Türk milleti kurgusu arasında içerikler değişir, tarihe yaklaşım ve neticeye ulaşma süreçleri değişmez. Hatta her türlü tarihten anlam devşirme girişimi, belirli bir ideolojik bakışın gölgesinde gerçekleşeceğinden, milliyetçiliğe evrilmek zorundadır. Çünkü “millet ruhu” arayışıyla tarihe yöneldiğinizde ümmeti değil, kendi atalarınızı bulursunuz. “Ümmet” tarihi olaylardan aşkın bir ideale atıf yapar, olayın kendisinde doğrudan tespit edilemeyebilir. Bu nedenle millet sözcüğünü kaldırıp yerine ümmeti koymak başından itibaren bir yanılsama olmalıdır. (Aynı ulusalcılığa dini motifle milliyetçilik demek gibi). Çok benzer bir çerçevede Türk solu da tahlil edilebilir; Cumhuriyetin kuruluş süreci üzerinden bir “anlam” doğrultusunda aktüel kimliğin tasviri, milliyetçilikten başka bir şey değildir. Anlam ve gaye döngüsünden bakıldığında baştan beri herkes milliyetçidir.
İşte tam da bu tarihten idealler devşirmek bağlamında Jaspers’in eleştirisi günümüze denk düşüyor. Belirli bir tarih okuması gelecek hayaliyle geliştiğinde -ideolojilerin ortak handikapıdır- şimdinin gerçekliği kavranılamıyor. Hatta tarih bizi şimdiyi anlamaktan uzaklaştırıyor. Gayet incelerek geçilmesi gereken siyasetin hassas kavşaklarında toplumları kalınlaştırıyor. Nietzsche tarihin Almanları kalınlaştıracağına işaret ediyordu, hâlbuki incelmek için sanata ihtiyaç var. Neden sanat? Çünkü sanat hali yaşamaktır, müziğe kulak kesilmek, resme dalmak gibi, anı yaşamaktır. Doğrudan algılanır gerçekliği tecrübe etmek, mevcudu anlamaktır. Çünkü tarih yaşanmıştır, sanat ise yaşanmaktadır.