Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başlayan amansız savaş birkaç hafta sonra ikinci yılını dolduracak, üçüncü yılına girecek. Savaş başladığında yapılan tüm tahminler yanlış çıktı. Ülkemizdeki emekli asker yorumcular da dahil birçok uzman geçinen kişi, Rusya diktatörü Putin’in kısa zamanda emellerine ulaşacağını, Ukrayna’yı tamamen haritadan silmese dahi başkent Kyiv’i ele geçirerek ülkede bir kukla rejim yerleştirmesini bekliyorlardı. Hatta, savaşın ilk günlerinde ABD Ukrayna’nın kahraman Cumhurbaşkanı Zelenskyy’yi arzu ettiği takdirde ülkeden çıkarabileceğini teklif etmiş, ancak adı geçen bu teklifi elinin tersiyle geri çevirmişti.
Aradan geçen süre içinde her iki ülke de İkinci Dünya Savaşından bu yana Avrupa kıtasının görmediği bir tahribata ve insan zayiatına uğramıştır. Her iki taraf da zayiat rakamlarını açıklamadığı için kesin rakam belirlemek pek mümkün olamıyor ancak her iki taraf için yüzbinlerle ölçüldüğüne şüphe yok. Rusya’nın nüfusunun kabaca Ukrayna’nınkinin üç katına ulaşması sebebiyle cepheye sürülebilecek ve kıyma makinasına feda edilebilecek genç asker rezervleri muhakkak ki orada çok daha geniş.
Şimdiye kadar yapılan tahminlerin yanlış çıkmış olması şimdikilerinin doğruluğu hakkında da tereddüt duyulmasını gerektirir. Geçtiğimiz yıl ortalarında Ukrayna’nın batıdan aldığı malzeme ve eğitim desteğinin gücüyle Rusya’ya karşı cephede kesin bir zafer elde edeceği ve bu suretle Putin’i geri çekilmeye zorlayacağı beklentisi yayılmıştı. Bu beklenti gerçekleşmedi. Cephe sabitleşti. Ukrayna’nın elinde mevcut bazı gelişmiş silahlar Rusya’nın Karadeniz’deki donanmasına büyük zararlar vermiş ve kısmen bunun neticesinde Rusya’nın ‘tahıl koridoru” anlaşmasını yenilememiş olmasına rağmen Ukrayna’nın deniz yoluyla yapılan ticareti az çok engelsiz bir şekilde Romanya ile ülkemiz üzerinden yapılmaya devam etmektedir. Putin’in savaş başladığından bu yana devam eden Boğazların savaş gemilerine kapatılma yasağını iktidarımızın esnetmesi için baskıda bulunması bir ihtimal olarak akla geliyor. Bizim için tam bir kâbus senaryosu yaratacak olan böyle bir ihtimali düşünmek bile istemem. Geçtiğimiz günlerde Birleşik Krallık donanmasından Ukrayna’ya devredilen iki savaş gemisinin Karadeniz’e girmesini engellemek suretiyle iktidarımız doğrusunu yapmıştır. Nitekim gerek Birleşik Krallık, gerek Ukrayna makamları bu gemilere Karadeniz’de şiddetle ihtiyaç olmasına rağmen geçişlerine izin verilmemesini anlayışla karşıladılar. Bu karar şüphesiz Rusya’dan gelebilecek benzer taleplere karşı iktidarın elini güçlendirecektir.
Genelde şimdi yapılan tahminler savaşın yıllarla ölçülecek kadar bir süre daha devam edeceği yolunda. Her iki tarafın cephede bir zafere ulaşması mevcut şartlarda pek beklenmiyor. Putin’in yaptığı hesap, ABD ve belli başlı Avrupa ülkelerinin 100’lerce milyar doları bulan desteğinden ilgili hükümet ve halkların sıkılacağı yolunda. Özellikle ABD’de 10 ay sonra yapılacak seçimleri Trump’un kazanması halinde tekrar iktidara gelmesi neticesinde ABD yardımlarının kesileceği ihtimali mevcut. Gerçi Trump artık savaş başladığında sarf ettiği, seçildiğinde savaşı 24 saat içinde bitireceği, yani Ukrayna’yı teslim olmaya mecbur edeceği yolundaki vaadini son zamanlarda tekrar etmez oldu. Ancak tamamen iç siyaset hesaplarından kaynaklanan Kongre içinde 50 milyar dolarlık yeni paket üzerindeki kilitlenme, ayrıca AB içinde Macaristan’ın engellemeleriyle bloke edilen benzer boyutlu bir paketin serbest bırakılmamaları Putin’i muhakkak cesaretlendiriyor. Savaş hedeflerinde en ufak bir esnemeye işaret etmiyor. Daha geçenlerde yaptığı bir konuşmada başkent Kyiv dahil Doğu Ukrayna’yı ele geçirme amacından vazgeçmediğini söyledi. Aynı şekilde Ukrayna da kesin bir yenilgiye uğramadığı takdirde bu kadar kayıptan sonra teslim bayrağını çekmeyecektir.
Tabii tarihten örneklere bakacak olursak, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşının sonunda cephede yenilmediği, hatta teslim olduğunda Fransa’nın önemli bir bölümünü ve Belçika’nın nerede ise tamamını işgal etmekte olduğu malumdur. Ancak Rusya’daki Ekim devriminin Alman ordusu ve bahriyesine yayılmasından çekinmeye başlayan ve ABD askerleri büyük sayıda müttefik saflarına katılmaya başladıktan sonra savaşın artık kazanılamayacağı sonucuna varan Alman askeri liderliğinin İmparator Wilhelm’i tahttan ayrılmaya ve yerini savaşı sonlandıracak bir hükümete bırakmaya zorladıklarını hatırlarız. Rus ordusunun savaşı kazanamayacağı sonucuna varması halinde aynı şeyin Putin’in başına gelmeyeceğini kesinlikle söylemek mümkün değil. Bununla birlikte rejim değişikliği şimdiki halde ufukta görülmüyor. Gerçi geçtiğimiz yaz meydana gelen Prigojin ayaklanması Rusya’da her şeyin toz pembe olmadığının bir işareti olarak görülebilir. Ayrıca bu tür rejim değişikliklerinin beklenmedik anda ve süratle meydana geldiği de açıktır. Rusya’daki Şubat ve Ekim 1917 devrimleri bunun örnekleridir.
Ukrayna savaşı haliyle İkinci Dünya Savaşını ve öncesini çok hatırlatıyor. Gerçi Putin Hitler’den farklı olarak 6 milyon Museviyi katletmiyor. Ancak aynen onun gibi ülkesinin kaybettiği veya soydaşlarının yaşadığı toprakları geri almak için bir mücadele veriyor.
Batı sanırım en azından ilk başta geçmiş tecrübelerden ders almışa benziyordu. İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda Hitler devraldığı düzeni ve özellikle Birinci Dünya savaşından sonra Almanya’ya kabul ettirilen koşulları tek taraflı olarak değiştirmeye başladığında Birleşik Krallık ile Fransa tepki göstermemişti. Silahsızlanmış olan Ren nehrinin batı yakasına 1936 yılında asker soktuğunda kimse bir şey dememiş, daha sonra 1938 yılında Avusturya’yı ilhakı da sessizlikle karşılanmış, hiçbir zaman Alman toprağı olmamış Çekoslovakya’yı orada yaşayan Alman soydaşları gerekçe göstererek parçaladığında Birleşik Krallık ile Fransa bu ameliyeye Münih anlaşmasıyla ortak olmuşlar, hatta Birleşik Krallık Başbakanı Chamberlain Çekoslovakya için “hakkında hiçbir şey bilmediğimiz uzak bir ülke” demeye kadar gitmişti. Ancak Fransa ile ittifak anlaşması bulunan Polonya’ya sıra gelince İkinci Dünya Savaşı patlamıştı.
Batının bu tecrübeden çıkardığı ders, bir diktatörün yolunu başta kesmezseniz yoluna devam edeceği idi. Aslında Batı Hitler’e 1936-39 döneminde yaptığı gibi Putin 2008’de Gürcistan’a, 2014’te Ukrayna’ya saldırdığında ses çıkarmamış, cılız birtakım yaptırımlarla yetinmişti. Bu atalet muhakkak ki Putin’i 2022’te cesaretlendirdi. Batı sert bir tepkiyi 2008’de göstermiş olsaydı, muhakkak ki Putin sonrasına cesaret edemezdi. Ancak en azından Polonya ve Baltık ülkeleri Putin Ukrayna’da durdurulmadığı takdirde sıranın kendilerine geleceği endişesini taşıyorlar. Bu endişenin ve Avrupa’nın büyük devletlerinin Putin’e karşı iradesinin ne kadar devam edeceğini zaman gösterecektir. Ben şahsen Putin’in yolu kesilmezse bedelinin çok büyük olacağı kanaatindeyim. Ancak bugünkü Avrupa’da Hitler’e hayır demesini bilen Churchill gibi büyük ve kararlı bir devlet adamının bulunmaması şüphesiz bir olası sıkıntı kaynağıdır.
ABD’nin tutumu da aslında eski dönemleri hatırlatmakta. İkinci Dünya Savaşı patladığında ABD kendini Avrupa’dan tecrit etmiş, Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan barış anlaşmalarına taraf olmamış, Milletler Cemiyetine üye olmamıştı. Başkan Roosevelt özellikle Fransa 1940 yılında yenildikten sonra ayakta kalan Birleşik Krallığa karşı elinden gelen malzeme yardımı yapmaya gayret etmiş, ancak Kongrenin muhalefeti nedeniyle elleri büyük ölçüde bağlı kalmıştı. Hitler’in belki yaptığı en büyük hata, müttefiki Japonya’nın Pearl Harbor saldırısından sonra ABD ile savaşa girmesi üzerine ittifak tesanütü içinde Almanya’nın da ABD’ye savaş ilan etmiş olmasıdır. Bunu yapmasaydı, belki ABD Avrupa’da savaşa girmeyecek ve dünya tarihi farklı bir seyir alacaktı.
Bugün de benzer bir manzara mevcut. Başkan Biden Ukrayna’ya malzeme ve eğitim yardımı yapıyor ancak Kongrenin en azından bir bölümü 85 yıl önceki tecritçilik (isolationism) siyaseti içinde ayak sürtüyor. Gerçi bu defa tarih meraklısı olduğu bilinen Putin’in Hitler’in çılgınlığını tekrarlayıp ABD’yi tahrik etmeyeceği anlaşılıyor. Örneğin şimdiki halde Karadeniz hava sahasında uçuş yapan Batılı savaş uçaklarına müdahale etmemesi bu konuda ihtiyatlı bir çizgi takip ettiğinin kanıtı sayılmalıdır.
Ya Türkiye? Aslına bakılırsa iktidarın Ukrayna savaşı konusunda sürdürdüğü siyaset İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında takip edilen çizgi ile benzerlikler içeriyor. !939-40’ta tabii NATO yoktu. Ancak Fransa ile Birleşik Krallıkla 1939’da yapılmış bir ittifak anlaşması vardı. O zamanki iktidar için haklı olarak en büyük tehdit Oniki Adaya o tarihlerde sahip olan faşist ve yayılmacı İtalya’nın Sevr Anlaşmasında kendisine bırakılan ancak hiçbir zaman hakim olmadığı Ege ve Akdeniz sahillerimize göz dikmesiydi. İkinci derecede tehdit de Sovyetler Birliğiydi. Savaş başladıktan kısa bir süre sonra Fransa yenilmiş, işgale uğramış, İtalya, arkadan Almanya Yunanistan’a saldırmış ve haliyle o tarihlerde Türkiye için ittifak anlaşmasının gereklerini yerine getirmek bir çılgınlık haline gelmişti.
Diğer taraftan, en azından Ukrayna savaşı başladıktan sonra ülkemizde nasıl güçlü bir Putin’ci lobi varsa, o tarihlerde hem silahlı kuvvetlerde, hem iktidar güdümünde olan medyada gücünü Birinci Dünya Savaşındaki ittifakımızdan alan kuvvetli bir Almanya taraftarlığı vardı. “Cumhuriyet” gazetesi o tarihlerde bu alanda başroldeydi.
Bunun neticesinde Almanya ile ticaret hem Batılı müttefikleri hem de Sovyetleri kızdıracak boyutlardaydı. Tabii o tarihlerde şimdiki gibi yüksek teknolojili, çift kullanımlı ürünler diye bir sorun yoktu. Buna karşılık savaş sanayinde elzem olan başta krom olmak üzere bazı madenler ülkemizin Almanya’ya ihracatında önemli bir kalem teşkil ediyordu. Ülkemiz o tarihlerde hem ticaretini sürdürmüş hem de rüzgar aleyhine dönmeye başladıktan sonra dahi Almanya ile savaşa girmeyi çeşitli ve haklı gerekçelerle reddetmişti.
Belki o dönemde yapılan en büyük hata Montrö Sözleşmesi esnetilerek ticaret gemisi süsü giydirilmiş Alman savaş gemilerinin 1-2 defa Boğazlardan geçmesine izin verilmiş olmasıdır. Alman baskısı altında alınan bu karar sonradan Dışişleri Bakanını yerinden etmiş, ancak daha önemlisi savaş bittikten sonra Sovyetler Birliğine Boğazlarda üs talep etmek için gerekçe teşkil etmiştir. Bunun neticesinde Türkiye ilk önce Birleşik Krallığa, ondan sonra ABD’ye yaklaşmak
ve arkasından da NATO’ya girmek durumunda kalmıştır. 1-2 geminin Boğazlardan geçişinin böyle bir sonucu olabileceğini kim tahmin ederdi acaba?
Umarım bu hata tekrarlanmaz ve bu defa Montrö Putin Rusya’sı lehine esnetilip aslında Ukrayna savaşını Montrö tanımında bir uluslararası savaş değil, onun iddia ettiği gibi bir “özel harekat” teşkil ettiği şeklinde yorumlayıp Rusya’nın Karadeniz donanmasını takviye edilmesine izin verme yoluna gidilmez. Veya yine sivil süsü verilen askeri gemilerin Karadeniz’e geçmesine. Göz yumulmaz. Gerçi bugünkü günde böyle bir ihtimal zayıftır çünkü savaş gemilerine ticaret gemisi şekli verilmesi pek kolay olmamalı. Ancak uyanık olmakta fayda var zira böyle bir gelişmenin bizim için bedeli çok büyük olur.
Karikatür: İzel Rozental/ Şalom Gazetesi