Yazılarımı düzenli bir şekilde okuyan sadık okuyucularım tarihe meraklı olduğumu bilirler. Marx’ın amca ve yeğen Napolyon’ların iktidara gelişlerini mukayese ettiği, dilimize “Louis Bonaparte’ın (III. Napolyon) On Sekiz Brumaire’i” olarak tercüme edilen ve 1852 yılında yayınlanan eserinde III. Napolyon’un iktidara gelişini “tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi (farce) olarak tekerrür eder” demişti. Marx’ın bu sözden neyi kastettiği analistler tarafından uzun uzadıya tefsir edilmişse de tabii tam olarak neyi söylemek istediğini kesin olarak bilmek mümkün değil. Genelde yorumcular amacının yeğeni amcasıyla karşılaştırmak suretiyle küçümsemek olduğu kanaatini dile getirirler.
Aslında Marx eserinin 1852 yılında değil, de III. Napolyon’un iktidarının sonunun geldiği 1870 yılından sonra yazmış olsaydı, ikisinin sonu arasındaki benzerliğin ne kadar büyük olduğunu görecekti. Üstelik bugünkü Fransa’ya baktığınızda her iki İmparatorun izlerini görmek mümkün. I. Napolyon hala bugün de büyük ölçüde geçerli olan hukuk ve idari yapılanma sistemini kurmuş, yeğeni III. Napolyon da Fransa’nın sanayileşmesinin temelini atmıştır.
Her ikisinin sonunun kaybedilmiş savaşlarla geldiği, ömürlerini de sürgünde bitirdikleri bilinmekle beraber, savaş meydanındaki yenilgilerinin önemli etkenlerden birisinin böbrek taşı ağrılarının şiddeti nedeniyle muhakeme güçlerini kaybetmiş olmaları o kadar yaygın bir şekilde bilinmiyor. Geçenlerde okuduğum bir Fransız yazarın kitabında III. Napolyon’un ağrılarından dolayı etkinliğini kaybettiği ve Prusya ile kaybedeceği kesin olan bir savaşa başta eşi İmparatoriçe Eugénie olmak üzere yakın çevresi tarafından sürüklendiği, muharebe meydanında da komutanlık edemediği için yenildiği ve Prusya ordusuna teslim olduğu, birkaç aylık esirlikten sonra bir daha ayrılmamak üzere İngiltere’ye sürgüne gittiği anlatılıyordu. Amca I. Napolyon da kaybettiği son Waterloo muharebesinde yine ağır böbrek ağrıları nedeniyle kendisinden beklenen komutanlık maharetini gösterememiş, yenilmiş, tahtta ancak birkaç gün ve sembolik olarak oturabilen 4 yaşındaki oğlu II. Napolyon lehine feragat etmiş ve İngilizlere teslim olduktan sonra onlar tarafından bir daha geri dönmemek üzere Saint Helena adasına sürgüne gönderilmiş ve orada ölmüştür. Tarih tekerrür etti. İkisi de trajedi olarak.
Tarihin nasıl tekerrür edebildiğinin daha açık bir örneğini bulmak belki o kadar kolay olmayacaktır. Şüphesiz III. Napolyon sağlığı yerinde olsaydı savaşa sürüklenmez, ülkesinin modernleşmesi ve sanayileşmesi için uğraşmaya devam ederdi.
Bugünlerde dünyanın ve özellikle Avrupa kıtasının karşılaştığı sınamaların İkinci Dünya Savaşı öncesi karşılaşılan durumla benzerlikleri ve farklılıkları tartışılıyor. Tabii ki her iki dönem birbirinin aynısı değildir. O günkü dünya ile bugünkü arasında çok büyük farklar olduğu kesin. En azından yüzyıllar boyunca ve 1945’e kadar dünyanın karşılaştığı en önemli savaşların odak noktasını teşkil eden Avrupa artık barış içinde yaşamaktadır. Almanya ile Fransa veya Birleşik Krallık arasında asırlar boyunca düzenli aralıklarla çıkan savaşların bu devirde tekerrür etmesi artık hayal bile edilmez. Avrupa’lılar Avrupa Birliğini kurarak ve ekonomilerini birbirine bağlamak suretiyle böyle bir savaşın bir daha çıkmasının yolunu tamamen kapatmışlardır. Onlar tarihten gerekli dersi almış sayılmalıdırlar.
Gerçi ekonomik entegrasyonun her zaman savaşı engellediği söylenemez. Birinci Dünya Savaşı öncesinde genç kızken ailesi ile bir Avrupa seyahatine çıkan rahmetli babaannem babasının İsviçre ve başka ülkelerde otel faturalarını kesesinden çıkardığı Osmanlı altınlarıyla ödediğini, altınların gramajı eş değer İngiliz altınlarıyla aynı olduğu için (bugün de öyledir) otelcilerin sorun olmadan onların kabul ettiğini, pasaport, vize vb gibi seyahat engellerinin bulunmadığını kendi tecrübelerine dayanarak anlatırdı. Ne yazık ki bu dönem bir daha geri dönmeyecek şekilde Birinci Dünya Savaşıyla kapandı. Euro bile sadece 20 ülke arasında geçerli para birimidir.
Gelelim bugüne: Rusya Ukrayna’ya Şubat 2022’de saldırdığında Avrupalıların ilk tepkisi Putin’in yayılma emellerini kursağında tutmak, Ukrayna’yı fethetmesi engellenmediği takdirde Hitler gibi bütün Avrupa’yı ele geçirmeye çalışacağı yolundaydı. Avrupalıların ilk refleksi Eylül 1938’de toplanan konferansta Almanca konuşan eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kökenli nüfusun çoğunlukta olduğu Südet bölgesinin Nazi Almanya’sına terk edilmesine Birleşik Krallık ile Fransa’nın razı olmasıyla Çekoslovakya’nın parçalanmasına kapının açıldığını hatırlamaktı. O tarihte Hitler’in tek istediğinin Almanca konuşanları Alman Reich’i içinde toplamak olduğunu, Avusturya’yı ve Südetleri de ilhak ettikten sonra daha öteye gitmeyeceğini söyleyenler çoğunluktaydı. Bir tek Churchill Münih Anlaşmasını ağır bir yenilgi olarak nitelerken “Savaş ile şerefsizlik (dishonour) arasında tercih imkânınız vardı. Şerefsizliği seçtiniz. Savaşı elde edeceksiniz” demiş ve 1,5 yıl sonra II. Dünya Savaşının en karanlık günlerinde Başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Ve tabii haklı çıktı. Hitler Südetlerde durmadı. Altı ay sonra Çekoslovakya’nın kalanını ele geçirdi. Bunun üzerine savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayan İngiltere ve Fransa ülkemiz dahi birkaç Avrupa ülkesiyle ittifak anlaşmaları yapmıştı.
Münih’in gölgesi hala Avrupa üzerinde kendini hissettiriyor. Avrupa’lılar Putin’in istediği şekilde Ukrayna’nın Rusça konuşulan bölgelerinin ilhakına göz yummanın Hitler’in Südetleri ele geçirmeye göz yummakla eş anlamlı olacağını ve Putin’in orada durmayacağını düşünüyorlar. Kaldı ki kendisi de aynen Hitler’in Mart 1939’da Çekoslovakya’da yaptığı gibi Ukrayna’nın bağımsızlığına son vermek olduğunu gizlemiyor. Sonraki hedefin yine Hitler’in Ağustos 1939’da yaptığı gibi Polonya olabileceğini düşünen o ülkenin hükümeti süratle silahlanmaya gidiyor. Milli gelirinin %4’ünü savunma harcamalarına ayırarak NATO içinde bir rekora imza atıyor. Savaşın dördüncü yılında Avrupa’nın Ukrayna’ya destek iradesinde bir azalma pek gözükmüyor. Aksine özellikle Almanya’daki iktidar değişikliğinden sonra yeni hükümetin Ukrayna’ya askeri desteğinin artacağı ve verilen silahların kullanımına daha önce getirilen, Rus topraklarında kullanılması engellerinin kaldırılacağı bizzat yeni Şansölye Merz tarafından dile getiriliyor. Avrupalıların bu konuda da tarihten ders çıkardıkları söylenebilir.
Bu savaşta eskilerine nazaran belki de en önemli fark ilerlemenin çok yavaş olması. İkinci Dünya Savaşında Alman orduları tabii engel olmamasından yararlanarak o topraklarda hızla ilerlemişler, sonra Stalingrad hezimetinden sonra daha yavaş bir şekilde de geri çekilmişlerken, bu defa aşağı yukarı aynı topraklarda cephe hattı 3 yıldan biraz fazla bir zaman içinde çok az değişmiştir.
İkinci Dünya Savaşı öncesi durum ile bugünkü arasındaki diğer bir benzerlik ABD yaklaşımıdır. 1945 yılından bugüne ABD’nin Avrupa’nın savunmasında kilit bir rol oynaması, savaş sonrasında da Marshall Planı yoluyla Avrupa’nın yaralarını süratle sarmasına başlıca etken olması Savaş öncesi, hatta Savaşın ilk yıllarındaki tutumunu unutturdu.
Malum ABD’nin Birinci Dünya Savaşına geç de olsa 1917’de Almanya’nın hataları yüzünden bütün gücüyle katılması, Alman askeri komutasının savaşın artık kazanılmasının mümkün olamayacağı sonucuna varmasına ve devamı halinde Sovyet tipi bir devrimin ülkede meydana gelmesi tehlikesi karşısında teslim olmasına yol açmıştı. O zamanki Başkan Wilson savaş sonrası yapının başlıca mimarı sayılmaktadır. Ancak ülkesi onu takip etmemiştir. İmzaladığı Almanya ile Versailles Barış Antlaşmasını Kongre onaylamamış, Wilson’un fikir babası olduğu Milletler Cemiyetine katılmamış ve dış dünyadan uzaklaşarak kabuğuna çekilmiştir. Bununla da kalmamış, Fransa ile Birleşik Krallığa savaş döneminde verdiği borçların geri ödenmesi için her iki ülkeye ağır baskı yapmış ve ekonomilerine büyük zarar vermişti. Buna karşılık Versailles Antlaşmasında Almanya’ya yüklenen ve başlıca alacağı Fransa ile Belçika olan savaş tazminatlarının hafifletilmesi için uğraşmış ve büyük ölçüde başarılı olmuştur. Almanya ekonomisinin süratle toparlanmasında ve Hitler’le birlikte yeniden savaşa hazırlanmasında ABD’nin rolü büyük olmuştur. İkinci Dünya Savaşı başlandıktan ve özellikle Haziran 1940’da Fransa yenilip de savaştan çekildikten sonra ABD Birleşik Krallığa sağladığı malzemeyi kuruşu kuruşuna ödetmişti. Aralık 1941’de Japonya’nın ABD’ye Pearl Harbor’da saldırmasından sonra aralarındaki ittifak antlaşmasına dayanarak Hitler ABD’ye kendisi savaş açmamış olsaydı, ABD belki kendi rızasıyla Almanya ile savaşa girmeyecekti.
İkinci Dünya savaşından sonra ABD’yi başta Başkan Truman olmak üzere uzun süre yönetenler seleflerinin yaptığı hatayı tekrarlamamışlar, yukarıda da belirttiğim gibi Avrupa’nın ekonomik toparlamasında etkin rol oynamışlar ve savunmasında da NATO öncesinde ve sonrasında vazgeçilmez ağırlığa sahip olmuşlardır. Trump’un ise onlardan ve Avrupalılardan farklı olarak geçmişten ders çıkarmamış olması çok şaşırtıcı sayılmamalıdır. Okumayı pek sevmediği, bilgi hazinesinin de kıt olduğu bilinen Trump’un ülkesi dahil 20inci yüzyılın birinci yarısının tarihini yakından incelemesi herhalde beklenmemelidir. Bakalım tarih onun kapısını çalarak mevcudiyetini önümüzdeki yıllarda kendisine hatırlatacak mı.