Bazı kitapların isimleri, okumasanız da dolaşıp durur kafanızda. Nereden kaynaklandığını bilemediğiniz, tamamen size özgü bir çekicilikleri vardır. Bir gün okuyacağınızı bilirsiniz ama o güne değin sizde yer etmesine ve hayal dünyanızı süslemesine izin verirsiniz. Çünkü bilirsiniz ki kafanızda kendiliğinden yer eden kitaplar, hep arayıp bir türlü bulamadığınız ve adını hiçbir zaman koyamadığınız o noksanlığınızın gizlerini saklar içinde.
Ve bir gün okuma imkânı bulduğunuzda beklentinizi karşılamasa ya da düşündüğünüz gibi çıkmasa da garip biçimde iyi geldiğini hissedersiniz. Çok düşünülen bir şeyi nihayet bulmak türü bir rahatlamayla karışık kendiliğinden yer etmişliğin geçmeyen duygusu canlanarak kaplar içinizi. İyi gelen şeyin ne olduğunu bulduğunuzda, kendinizle ilgili çok önemli bir sırrı da keşfetmiş olursunuz.
Taymis Kıyıları (Pozitif Yayınları) benim okumadan sevdiğim, kafamda yer verdiğim, hep eksikliğini hissettiğim bir kitap olmuştur. Büyülü bir havası vardır. Falih Rıfkı’nın kitaplarında genel olarak olanca imkansızlıklar içerisinde kendine inanmışlıktan gelen -pek çok insanın pekâlâ “kibirli” bulabileceği- bir büyüklük havası bulmuşumdur. Düşünceyle dilin ayrılmaz biçimde tekleşerek aynılaşması halini hep çok sevmişimdir. Bazı yazarları okurken herkesten çok sizin anladığınızı düşünürsünüz bazen, Falih Rıfkı’yı okurken böyle bir duygu da eşlik etmiştir. Herkesten çok anladığınızı zannedince de herkesin anlaması, söylemek istediklerinin tam olarak anlaşılması için çaba sarf etme ihtiyacı duyarsınız.
“Taymis” malum, Londra’nın içinden geçen, İngiltere’nin ünlü Thames nehrinin Türkçe söylenişi. Bir zamanlar, her türlü yabancı kelimeyi Türkçe söylenişine göre yazmak adeti olduğunu biliyoruz. Her şeyi kendisine katıp, kedileştirerek temellük etme arzusunun dile dökülüşü gibi gelen bu çaba bana hep sevimli ve önemli görünmüştür. Özentilerden ve her türlü yabancılaşma hissinden uzaklaşma arzusunun tezahürü gibidir.
Kitap, Falih Rıfkı’nın, 12 Haziran-27 Temmuz 1933 tarihlerinde Londra’da yapılan, Londra Ekonomi Konferansı’na Türkiye adına katılan kişilerden biri olarak tuttuğu “derkenar” notlardan oluşmaktadır. Taymis kıyılarında gezinirken düşündükleri de denebilir…
Anlaşılan o ki Falih Rıfkı da kitabının ismi üzerinde fazlaca düşünmüştür. İlk başta “Londra’da Bir Kemalist” demek ister, fakat bu isim ona fazla kendini beğenmiş ya da iddialı gelmiştir, vazgeçer. Oysa, tam olarak onu ve yapmak istediklerini çok iyi yansıtmaktadır. Falih Rıfkı, gittiği her yere yanında Türkiye’yi de götürmüştür. Nereye giderse gitsin, esas meselesi kendi eksiğini noksanını, ülkesinin küçük ve büyük yanlarını karşılaştırmalı bir biçimde görmek, pekişmiş bir büyüklük duygusuyla dönmektir. Londra’da Bir Kemalist tam ona göredir bu nedenle ama bir de bunu fazla belli etmeden, daha gösterişsiz yapmak istemektedir. Aksi halde, henüz olgunlaşmamış ve sayısız eksiklerle malul bir Cumhuriyet’i gereksiz şekilde abartarak istediğinin tam tersine bir sonuca neden olma ihtimali vardır.
Sonrasında, Derkenarlar koymak ister fakat bu isim de Türkçe değildir! “Notlarımın asıl adı ‘Derkenarlar’dır. Bu kelimenin de Türkçesini bulamadım.” “Derkenar” Farsça kökenli, kenarda olan anlamına gelir. Sayfaların kenarına düşülen notlar ya da Fransızca parafe denilen işaretlere denmektedir. Daha sübjektif, aslolanın gerisinde, düzensiz ama bir o kadar düşünce yüklü notlardır bunlar. Çok güzel bir kelimedir derkenar ama o dönem için bunu kullanmak Falih Rıfkı’nın yapmak istediğinin tam aksinedir; böylesine, şöhretli bir memleket yazarının kitabına halis Türkçe olmayan bir isim vermesi de ne demektir!
Derken, Taymis Kıyıları’nda karar kılar; bu hem iddiasızdır hem de bir halkı ve şehri en çok öylesine gezinirken anlarız düşüncesinin iyi bir ifadesi olarak ona iyi gelir. Bir diğer açıdan, kıyı ve kenar kelimelerinin bilinç altında aynı ifadeye karşılık geldiğini düşünmek de mümkün. Kıyılarda alınan notlar, işin kenarından-kıyısından bakan bir gözlemcinin kendine ait düşünceleri için iyi bir karşılık olabilir. Sonradan, Tuna Kıyıları (1938), Yolcu Defteri (1946) ve Gezerek Gördüklerim (1970) gibi, çok benzer çağrışımlarda, “iddiasız” ama çok iddialı kitaplar yazacaktır. Bunlara gezi yazısı demek bir açıdan hayli zor. Amaç, gezmek ve görmek değil çünkü her şeyden önce. Daha çok, bir halkı gezdirmek ve gördürmek gibi!
Taymis Kıyıları, müthiş bir özgüvenle -ve adeta dünyaya yeni Cumhuriyet’in kurulduğunu bir kez de buradan haykırırcasına- şöyle başlar: “Edebiyat, fen, iktisat ve tarih kitaplarında Londra ve İngiltere için yazılmadık şey kalmamıştır. Fakat 1933’te…Londra sokaklarında dolaşan Kemalist bir Türk yeni bir şeydir.” (s.14). Bu satırlardan, odak noktasının Londra değil bu yeni durum olduğu kolaylıkla sezilebilir. Sonrasında da hep öyle devam edecektir zaten. Her sayfasında, her an Türklük, İstanbul, Ankara, Anadolu karşınıza çıkacaktır.
Örneğin, Londra ilk göründüğünde şöyle der: “İngiltere dendiği zaman, Türk çocuğunun hatırına bacalar, kara asfalt ve kurumlu park manzarası gelir ve Dover iskelesinde fabrika düdüklerinden sağır olacağını, dumandan bunalacağını zanneder. Halbuki İngiliz kıyıları, karayelin vurup soyduğu beyaz Marsilya toprağı, çıplak Odesa toprağı ve boz Ankara toprağı gibi karşıma çıktı.” (s.22).
Derdi, İngiltere’yi görmek değil, kendi ülkesini İngiltere gibi görebilmektir: “İdeal iş bölümünde İngiliz fabrikaları, bizim sarı topraklarımıza, kayalık, tozluk ve kireçlik dağlarımıza ne kadar yaraşırdı diye düşünüyorum. Ve burada koyun sütü, peynir, bal, yağ ve tahta değirmenlerle bir çobanlık cennetinin rüyasına dalıyorum.” (s.22). Çok sık dalacaktır bu rüyalara. Ve sonra kabuslar gördüğü aklına gelecektir. Anadolu insanının rüyalarından çok kâbusları olmuştur çünkü: “Belki bütün İngiliz tarihinde, şimdi kırk yaşında bulunan bir Türk’ün hayatından daha az facia vardır. Anadolu’yu andım [nadirattan bir şeymiş gibi!]. O, şimdi parçalanmış bir kadın gibi, cöngl’de [ormanda] boğuşmuş, yırtıcıların çenesinden çekip kurtardığı etlerinin kanlarını güneşte kurutuyor gibi, ta kulağımın dibinde inledi.” (s.23).
Her zaman bu kadar iç karartıcı da değildir notları. Keyiflendiği anlar da vardır ama yine Anadolu ve yine Türklük satırların ayrılmaz, vazgeçilemez temasıdır. “Otopsilerde İngiliz ciğerinin ocak bacası gibi, kara ve kurumlu çıktığını bir kitapta okumuştum. Bu fıkra, bana şunu hatırlattı: on sene evvel tozlu Ankara’dan Viyana’ya gidip ciğerlerini röntgene vurduran bir mebusa hekim, fırıncı mısınız diye sormuştu.” (s.27).
O tozlu Ankara, Falih Rıfkı ve koca bir nesil için, bütün bir facialar tarihini sisler perdesi ardından sürekli gösterdiği efsunlu bir zafer şehridir. Bir kendine inanmışlık şehri! Falih Rıfkı’da güzel olan, her türlü tozdan topraktan büyüklük hissesi ve yaşanmış tecrübelere dayanan bir gurur çıkarabilmesidir.
İstanbul da eksik kalmaz tabii. O da Taymis kıyılarında düşünülmüştür çünkü Taymis kıyıları, ne yaparsa yapsın Ankara’dan çok İstanbul’a benzemektedir: “Yeşile koşan Londra’yı gördükçe hep denizi kovan İstanbul’u düşündüm. Bir gün Bebek kıyılarında mavi suyu görmek için asansörlerle beşinci kata çıkacağız. Kara taşta yeşil ot bitiren İngiliz zevki, eski Osmanlı zevkinden başka türlü değildir.” (s.69). Kıyı boyu devam ettikçe, İstanbul da yanı sıra uzayıp gelmeye devam eder: “Uzak Taymis kıyılarını dolaşırken Göksu, Kağıthane, Kurbağalıdere gözümün önüne gelir. Bizim çayırımız İngiliz kırı idi. Hyde Park’ta grup grup piknik sepetleri üzerine çömelen insanlar, Beykoz çayırının cumalarını hatırlatıyor.” (s.69-70). İnsanın, ne hatırlatmıyor ki o da hatırlatmasın diyeceği geliyor! Ve sonra, şu acıklı cümleler: “Bir gün herkes yaratılmış tabiat görmek için Londra’ya gelecektir. Ve öldürülmüş bir tabiatın mezarı üstünde ağlamamak için İstanbul’a seyyah uğramayacaktır.” (s.70).
Bursa da yazılara bir yerinden girer. Hiç beklenmedik bir yerinden hem de. “Yeşil Bursa” çağrışımı üzerinden: “Ve her tarafta ne kadar çok yeşil var: Yeşil kepenk, yeşil pencere, yeşil kapı…Bursa’nın toprak yeşili kadar demir ve tahta yeşili…Bu kapıları görürken, hep haç dönüşü yeşile boyanan eski mahalle evi kapılarını hatırladım.” (s.93).
Derken bir yerde, Bernard Shaw ona Nasreddin Hoca’yı hatırlatacaktır: “Siz Hoca Nasreddin’i belki tanımazsınız. Fakat Bernard Shaw’ı size, Hoca Nasreddin’i İngiliz humour’una takılmış beyaz sakalı diye tasvir edebilirim.” (s.111). Bu iki büyük mizah ustası ona göre aynı soydandır; Malum, Hoca’nın, kendisine kıyametin ne zaman kopacağı sorulduğunda “Ben öldüğüm zaman!” demesi gibi Shaw’a da dünyanın en büyük hadisesinin hangi tarihte ve ne olduğu sorulduğunda kâğıt üzerine doğum tarihi olan 1856’yı yazmıştır. Ne var ki başka başka muhitin insanları oldukları için bazı farklılıklar da söz konusudur: “Shaw ve Hoca Nasreddin bir fikirdedirler. Fakat hoca daha sadedir…Nasreddin Hoca sert ve hürriyetsiz bir muhitte yetiştiği için hakikati, kendini tezyif ederek söylerdi. Barnard Shaw, hakikati sizi tezyif ederek söyler.” (s.112).
Falih Rıfkı, bir dönemin her şeyiyle, mimarisi, sanatı, dili, düşüncesi, yaşama biçimi, mizahı ve dünya görüşüyle kendileşmek isteyen insanların eyleme geçmek için bekleyen büyük enerjisini hissettiren bir kalem olduğu için de önemlidir. Çünkü ona ve onun gibi düşünen dönemin pek çok aydınına göre Batı’yı savaş meydanlarında yenen kahraman bir halk olsak da şehirlerimizin meydanlarında hemen her zaman yenik düşmüşüzdür. Düşünce bizde, eyleme geçemeden buharlaşıp yok olan bir boş uğraş gibidir. Belki de bu yüzden, eyleme geçemeyen düşüncelerimiz kendi içimizde yoğunlaşıp korlaşarak aşırı inançlı bir toplum haline getiren şeydir.
Falih Rıfkı’nın satırlarında ne kadar büyüklük hissi ve gurur hissetsek de her büyüklük ve gururda gizliden gizliye var olan inkisarı ve hali pür melalimizi çok iyi anlatan şu cümlesiyle bitirelim: “Bizim düşüncelerimiz, hayalimizde doğup ihtiyarlayıp ölür.” (s.106).