İslâm düşünce tarihinde en çok tartışılan konuların belki de başında, kader meselesi gelir. İslâm’ın esasını oluşturan tevhid akidesi bütün kâinatı ve içindeki her bir şeyi Allah’ın yarattığını bize söylediğine göre özgür irade ne yana düşmektedir ve insanın sorumluluğu nerede başlamaktadır?
İlk Müslüman nesiller için böylesi soruların sözkonusu olmadığı belirtilir. Zira onlar tevekkülde de tedbirde de örnekliğine şahit oldukları Peygamber aleyhissalâtu vesselamdan görüp öğrendikleriyle, kader ile insan iradesi arasında yaşayan bir denge ve yaşanan bir kıvama —ayrıca bir rasyonel formülasyon ihtiyacı duymadan—sahiptirler. Ama mü’minlerin özgür iradesiyle başa gelmiş Hulefâ-yı Râşidîn’in yerini Emevî saltanatı aldıktan sonra, yöneticilerin eliyle pek çok yanlış yapılmış ve birçok zulüm irtikap edilmiştir. Kerbelâ ve Harre vak’aları ile Abdullah b. Zübeyr’in direnişine karşı sığındığı Kâbe’nin mancınıklarla yıkılması bunların ilk akla gelenleridir, ama Emevîler eliyle işlenen kötülükler yalnız bunlardan ibaret değildir. Durum bu olduğu için, Emevîler yaptıkları haksızlık, kötülük ve zulümlere bir ‘meşruiyet üretme’ derdi içindedirler ve imdatlarına Cebriye yetişir. İnsanı âdeta ‘yazılmış ilâhî senaryoya mahkûm bir kukla’ konumuna indirgeyen Cebriye’ye göre, yapıp ettikleri kötülükler sebebiyle veya yapmaları gerektiği halde yapmadıkları şeyler sebebiyle Emevîlere kızmak anlamsızdır; çünkü olup biten herşey bir ‘kader planı’yla olmaktadır.
Cebriye’nin kader konusunu muktedirleri sorumluluktan azade kılacak şekilde eğip bükmesi, dolayısıyla ortadaki kötülük ve zulmün Emevîlerin üstünden alınıp -hâşâ- ‘Allah’a ihale edilmesi’ elbette kabul edilir cinsten birşey değildir. Nitekim Mu’tezile buna tepki olarak ortaya çıkacak ve Cebriye’nin insan eliyle işlenen zulümleri meşrulaştırmak için kader inancını istismar etmesini önlemek adına kendi görüşünü geliştirirken, etki-tepki denklemi içerisinde bu defa onun bazı mensupları zıt yönde bir aşırılığa, ‘fiillerinin yaratıcısı, insanın kendisidir’ noktasına savrulacaktır.
Ehl-i Sünnet olarak tanımlanan ve zamanla Eşârî-Mâtürîdî diye iki ana kol içerisinde ilerleyen anaakım, bu Cebriye-Mu’tezile gerilimi içerisinde bir orta yolu temsil eder ve kader ile cüz’î irade konusunu şu şekilde telif eder: İnsanı ve fiillerini yaratan Allah’tır. Ama Allah, irade verdiği, dolayısıyla iyi ile kötü arasında tercih özgürlüğü tanıdığı kulu iyi ile kötüden hangisini tercih ederse onun için onu yaratır. Dolayısıyla, yaratan O olmakla birlikte, tercih eden insan olduğu için sorumluluk insana aittir.
Meselâ, Allah insana el ve ayak verdiği gibi, irade ve ihtiyar, yani tercihte bulunma, seçim yapma kabiliyeti ve özgürlüğü de vermiştir. İnsan, Allah’ın yarattığı eli yine O’nun verdiği güçle iyi şeyler yapmakta da kullanabilir; kötülük ve zulüm tercihi doğrultusunda da. Veya Allah’ın verdiği ayağa yine O’nun verdiği yürüme kabiliyetiyle, iyi bir yolda gidebilir, bilakis onları kötü bir yola yönelmek için kullanmayı da tercih edebilir. Allah, doğruyu ve iyiyi tercih eden kulunu ödüllendireceğini vaad ettiği gibi, yanlışı ve kötüyü tercih eden kulunu tercihinin getirdiği sorumluluğu sebebiyle cezalandıracaktır. Kul kendi yanlış tercihi, sorumsuzluğu veya ihmali sebebiyle ortaya çıkan durumu, Cebriye’nin yaptığı gibi ‘yaratan O’dur’ sözünün arkasına sığınarak güya tevhid akidesine azamî bağlılık suretinde takdim edemez. Böyle bir söylem, Allah’ın ona verdiği özgür irade ve bahşettiği seçme özgürlüğü dolayısıyla, kişiyi asla ve asla sorumluluktan kurtaramaz.
Diğer taraftan, “kader ilim nev’indendir.” O halde, Allah’ın insanın ne yapacağını bilmesi, insanın iradesini o şeyi yapmaya mahkûm ve mecbur kıldığı anlamına asla geliyor değildir. Bir örnekle açıklarsak: Dersine hiç çalışmayan bir öğrencinin sene sonunda sınıfta kalacağını yahut üniversite sınavında hiçbir yere giremeyeceğini bir öğretmen bilir, ama öğretmen bildiği için öğrenci sınıfta kalmış veya üniversiteye girişte başarısız olmuş değildir. Gidişatı ve sonucu bilmesi, öğrencinin başarısızlığından dolayı öğretmeni sorumlu kılmaz, kılamaz. Öğretmen ‘ilmiyle’ gidişatı ve sonucu bilmiştir, ama gidişatın ve sonucun bütün sorumluluğu yükümlü olduğu çalışmayı yapmayan öğrenciye aittir.
İslâm düşüncesi içinde, insanı bir ‘ilâhi senaryonun mahkûmu’ gibi resmeden Cebriye, işte bu denge noktasını tersyüz ettiği ve kader inancını insan sorumluluğu alanına da taşıyarak yanlış şekilde uyguladığı için, muteber bir ‘mezhep’ değildir. Bilakis Cebriye, itikadda doğru çizgiden sapmış bir ‘dalâlet fırkası’ olarak görülmektedir.
Gelin görün ki, İslâm tarihi boyunca özellikle ‘sorumlu’ mevkilerde olan kişiler Cebriye’nin bu söylemine sıklıkla rağbet edip, bir de bunu ‘kadere imanın parlak bir göstergesi’ olarak takdime yeltenmişlerdir. İşin ilginç tarafı, kendi elleriyle yaptıkları kötülükler veya almaları gerektiği halde almadıkları önlemler sebebiyle zuhur eden felâketler sözkonusu olduğunda katıksız bir ‘Cebriye’ olarak işi ‘kader’e getiren bu kişilerin, güzel şeyler sözkonusu olduğunda ise ortadaki neticeyi Mu’tezile’nin bile tahammül edemeyeceği tavizsiz bir derecede sahiplenerek ‘ben yaptım, benim sayemde, ben olmasaydım…’ söylemleri üretmeleridir.
Aynı kişide beraberce zuhur edebilen bu iki uç karşısında, kader ve insan iradesi arasındaki dengenin nerede ve nasıl kurulması gerektiğini açıkladığı Kader Risalesi’ne, Bediüzzaman Said Nursî şu cümlelerle başlar:
“Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona ‘Mes’ul ve mükellefsin’ der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: ‘Haddini bil, yapan sen değilsin.’
Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-ü ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imaniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak; ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-ü ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.”
Yani, kâinatı, içindekileri, beni, hatta fiillerimi yaratan O’dur derken mü’minin bu defa nefsinin tuzağına düşüp yanlış tercihlerinin, kötülük ve zulümlerinin, tedbirsizlik ve ihmallerinin sorumluluğundan kaçmaması gerekir. İşte bu noktada, kişi kendi tercih alanıyla ilgili konularda ‘yaratan O olmakla birlikte, tercih edenin kendisi olduğunu’ bilmekle sorumluluk ve yükümlülüğü üstlenir; kendi tercihiyle ortaya çıkan kötü sonuçta doğrudan sorumluluk alır. Ama iyi şeyler sözkonusu olduğunda insanın o yöndeki tercihi o iyi sonucun ortaya çıkması için işgören binlerce sebepten sadece biri olduğu halde, insan ‘ben yaptım’ diye gurura kapılamaz. Meselâ, bir odayı karanlıkta bırakmak için düğmeye basmamayı tercih etmek veya yanan bir lambayı söndürmek üzere düğmeye basmak tek başına yeterli iken, lambanın düğmesine basma tercihi odanın aydınlanması için işgören binlerce sebepten sadece biridir. Durum bu iken, kendisini aklayıp paklamak ve hiçbir olayda sorumluluk üstlenmemek için ‘kadere yapışıp,’ iyi şeylerde ise öznesi hep ‘ben’ olan cümleler kurmak, kadere imanın tezahürü değil, bilakis yine Kader Risalesi’nde ifade edildiği üzere “…mes’uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.” Halbuki:
“Kader meselesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş; cüz-i ihtiyarî, seyyiâta merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.”
‘Tefer’un’un ‘firavunlaşma’ anlamına geldiğini söyleyerek bahsi bitirelim…