ABD eski Başkanı Donald Trump’ın tek adam rejimlerine hayranlık duyduğu, hatta Putin’e imrendiği bilinirdi. Kuzey Kore’nin eli kanlı genç diktatörü Kim Jong Un ile kişisel ilişkilere dayanarak ülkeleri arasındaki sorunları çözebileceğine inanmış, kendisiyle üç kere baş başa görüşmüş, hatta birkaç dakikalığına ve sembolik de olsa iki Kore arasındaki ateşkes hattını aşarak Kuzeye ayak basan tek ABD Başkanı olma özelliğini kazanmıştır. Görülebilir bir gelecekte başka bir ABD Başkanının aynı adımı atacağını beklemek pek doğru olmaz. Hatırlatmaya gerek yok, bu girişimlerinin Kuzey Koreli Kim’i akıl dışı politikalarını sürdürmeye cesaretlendirmek dışında bir işe yaramadığı açıktır. Putin Ukrayna’ya saldırdığında Trump onu bir “dahi” olarak tanımlamaya kadar gitmişti. Gerçi kendi partisinden de gelen tepkiler üzerine bu çizgide devam etmedi. Ama şüphe yok ki Putin’in amacı iki yıl sonra yapılacak ABD Başkanlık seçimlerine kadar dayanmak ve Trump’ın yeniden iktidarı kazanması halinde ABD’nin Ukrayna politikasında temelden bir değişikliğin meydana gelmesini ve Biden yönetiminin Ukrayna’yı ayakta tutan askeri ve mali yardımlarının kesilmesini beklemektir. Trump’ın Çin’i ABD için bir rakip, hatta bir tehdit olarak görmesine rağmen oradaki tek adam rejimine gıpta ettiği de hatırlardadır. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü lider yönlerini beğendiğini gizlememişti.
Nitekim, Trump’tan gelen ilham ve Hindistan, Brezilya, hatta Macaristan ve Polonya gibi yerleşik demokrasileri de otoriter liderlerin ele geçirmesi, Venezuela diktatörü Maduro’nun demokratik yollardan devrilememesi gibi gelişmeler, aslında otoriter rejimlerin daha semereli olduğu, demokratik hukuk devletlerinin ise zayıf ve istikrarsız oldukları algısının yayılmasına neden olmuş, bu konuda kitaplar yazılmaya başlamıştır.
Ancak Trump’ın 2020 seçimlerini kaybetmesi ile sonradan meydana gelen ve yeniden aday olmasının yolunu kesebilecek davaların güçlü adam imajını zedelemiş olduğu da bir gerçektir. Diğer taraftan şimdiki Başkan Biden’ın Trump’ın antitezi olduğu ve tersine tek adam rejimlerine karşı antipati duyduğu, o tür liderlerle ilişkiyi mümkün olduğu kadar sınırladığı da bilinmektedir. Verdiği bu izlenimden dolayı da onlarla netice veren görüşmeler yapamamaktadır. Örneğin, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğunda katlinden haklı olarak sorumlu gördüğü Suudi Veliahtı ve şimdiki Başbakan Prens Muhammed bin Selman ile yaptığı zoraki görüşmeden bir şey çıkmamıştır. Oysa Trump’ın Prens Muhammed ile damadı Jared Kushner vasıtasıyla sıkı bir ilişki içinde olduğu, Kaşıkçı cinayetini önemsemediği de bilinmektedir. Tabii bu ilişki vasıtasıyla Filistin sorununa bir çözüm bulunacağına inanacak kadar bölge gerçeklerinden habersiz olan Trump orada da yanılgıya uğramıştır.
Hatırlanacağı üzere Biden iktidara geldikten bir yıl sonra bir demokrasi zirvesi düzenlemişti. Pandemi yüzünden bu zirve çevrimiçi gerçekleşmiş ve oldukça sönük geçmişti. Ancak sembolik değeri ve hangi ülkelerin davetli olmadıkları epeyce dikkat çekmişti. Türkiye’nin davetli olmadığı bu zirve tabii ülkemizde alay konusu olmuş, dudakların bükülmesine yol açmıştı. Yine de davet edilenlerin hepsi, Pakistan hariç, zirveye katılmışlardı. Türkiye de davet edilmiş olsaydı, memnuniyetle katılacağına şüphe yoktur. Biden’ın demokrasi zirvesinin çok vakit geçmeden yeniden toplanması beklenmektedir.
Son olarak Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un önderliğinde kurulan Avrupa Siyasi Topluluğunun (AST) da Biden’ın demokrasi zirvesini andıran yönleri vardır. Somut kararlar kabul etmek yerine sembolik değeri olan bir oluşum olduğu açıktır. Ancak katılımları tartışmaya yol açan ülkemiz dahil 1-2 ülke hariç hepsinin Rusya’nın Ukrayna saldırısına karşı çıkan işleyen demokrasiler olması da önemli bir özelliktir. AST da altı ayda bir toplanmak suretiyle Avrupa çapında önemli bir diyalog forumu teşkil edecektir.
Dolayısıyla Trump döneminde demokrasilerin yerlerini otoriter rejimlere bırakacağına ve onların daha iyi sonuç verdiğine dair yaratılan algı yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Demokratik seçimlerin her zaman istikrarlı neticeler vermediğini son dönemde Fransa, İtalya ve İsveç’te gördük. Ancak bu ülkelerdeki kurumların sağlamlığı rejimlerin tehlikeye düşmesini engellemektedir. Birleşik Krallık’taki iktidar komedisi de şüphesiz demokrasiye dudak bükenlere malzeme vermiştir. Nihayet kendi hataları nedeniyle arka arkaya azledilen başbakanlar bir bakıma demokratik rejimler için bir reklam teşkil etmezler. Ancak tersinden bakıldığında da tamamen yanlış, bizdeki moda tabiriyle heterodoks mali politikalar uygulamaya kalkan bir başbakan ve maliye bakanı partilerinin şiddetli tepkisi karşısında görevi bırakmak zorunda kaldılar. Bu da demokratik mekanizmaların iyi çalıştığının kanıtıdır denebilir. Bizdeki heterodoks politikaların uygulaması konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil maalesef.
Ancak tek adam rejimlerinin çoğulcu demokrasilere nazaran daha iyi sonuç verdiği ve tercih edilmesi gerektiği savına en büyük darbe Rusya ve Çin’deki gelişmeler tarafından indirildi.
Rusya’nın tarihinde gerçek bir demokrasi ile yönetildiği olmamıştır. Çoğulculuk dönemlerinin 1905 ve Şubat 1917 ihtilallerinin ilk zamanlarıyla ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kısa bir süre ile sınırlı olduğu söylenebilir. Bu geçiş dönemleri hep kaos içinde geçtiği için kısa sürmüştü. Putin de kaosu sonlandıracak ve istikrar getirecek lider olarak görüldüğü için kuvvetli halk desteğiyle göreve geldi. Demokratik kurumları, basın hürriyetini, kişisel özgürlükleri vs ayak altına almış olmasına rağmen halkın %75’inin desteğine sahipti. Bu tabii ona çok büyük bir kibir verdi. Çoğulcu demokrasileri hor gördü, zayıf ve istikrarsız olduklarını ve onun yolunu kesemeyeceklerini düşündü. Avrupa kıtasının 1945’ten bu yana görmediği bir şekilde komşusu Ukrayna’ya saldırdı. Rusya bir anda yalnızlaştı. Birçok yaptırımlara maruz kaldı. Halkı fakirleşti. Kendi arka bahçesi olarak gördüğü Orta Asya Cumhuriyetleri bile ona sırtını çevirdi ve aleni bir şekilde eleştirmekten çekinmez oldu. Bölgede Türkiye ile İran dışında dayanağı kalmadı. Yüz binlerce vatandaşı ülkeyi terk etti. Rus halkı Putin’in maceraperest politikaları yüzünden çok büyük bir bedel ödemeye başladı. Bu bedeli ödemeye de devam edeceği kaçınılmaz çünkü savaşın bitmesi olasılığı şimdiki halde gözükmüyor.
Rusya bir demokrasi olsaydı muhtemelen böyle bir durum meydana gelmezdi. Putin Ukrayna’ya saldırmak için kamuoyunun desteğine, Parlamentosunun onayına sahip olmak zorunluluğunda olurdu. Gerçek demokratik ülkelerde tahrik olmaksızın saldırgan harekatlar bu nedenle pek mümkün olamıyor. Putin’in performansı tek adam ve otoriter rejimlerin zararlarının en çarpıcı örneklerinden birisidir diyebiliriz.
Şu sıralarda başka bir örnek de Çin’de görülmektedir. Mao sonrasında Çin Halk Cumhuriyeti’nde demokratik hukuk devleti kurulmadığı aşikârdır. Ancak Komünist Parti diktatörlüğü kolektif sorumluluk ile 40 yıl kadar sınırlandırıldı, hatta sulandırıldı denebilir. Parti liderleri 10’ar yıl hizmet edebiliyor, ondan sonra yerlerini başka bir ekibe bırakıyorlardı. Ayrılan lider, yeni ekibin oluşumunda söz sahibi idi. Bu dönem Çin’in nispeten liberal ekonomik bir düzene ve bu sayede uzunca bir süre çift haneli kalkınmaya sahip olduğu zamandır. Kanaatimce bu bir tesadüf değil, o dönemlerde geçerli olan nisbi hürriyetlerin neticesidir.
Bu sistem 2012 yılında seçilen halihazır parti lideri, başkomutan ve Devlet Başkanı Şi Jinping ile sona ermiştir. Geçtiğimiz günlerde toplanan Partinin 20inci Kongresi Şi’nin fiilen ölünceye kadar başta kalmasına yolu açmıştır. 2300 delege içinde bir kişi buna itiraz edememiştir. Bir tek kameraların önünde yerinden kalkıp salondan ayrılan ve ayrılma sebebi açıklanmayan eski lider Hu Jintao’nun bu tabloyu bozduğu söylenebilir. Bir de Beijing’de yine kameraların önünde Şi’yi istifaya davet eden bandrol asanlar aykırı ses çıkarabilmiştir.
Şi’nin geçmiş performansı çok parlak olsaydı bu durum Çin uzmanı olmayan gözlemciler için belki şaşırtıcı olmazdı. Ama onun döneminde piyasa ekonomisi devlet kontrolü altına alınmış, daha sonra balon gibi şişirilen inşaat sektörü tüm banka sistemini tehlikeye atmış, covid-19’a karşı etkili bir aşı kampanyası yerine kapanma tercih edilmiştir. Tüm bu sebeplerden dolayı ekonomi birden yavaşlamaya başlamış, halkın homurtuları gittikçe daha çok duyulmaya başlamıştır. Ancak Rusya’da da olduğu gibi rejimin demokratik yollarla değişmesi imkânı mevcut değildir.
Neticede tek adam rejimleri hiç de iddia edildiği gibi istikrar ve yüksek ekonomik performans getirmemektedir. Tersine her şey tek bir adamın kaprislerine bağlı olduğunda onun her daim doğru kararlar alması bir mucize teşkil ederdi. Oysa malum, mucizeler bu dünyanın özellikleri arasında yer almamaktadır.
Öyle ummalı ki ülkemiz daha vakti varken bu yoldan geri döner ve zaafları ne olursa olsun çoğulcu, hukuka ve kişisel özgürlüklere saygılı demokratik bir rejimin sağlam temellere oturtulmasını sağlar. Son dönemlerde Rusya ve Çin’de gördüğümüz ve tek adam rejimlerinin en kötü demokratik yapıdan daha kötü sonuçlar verdiği gerçeği karşısında halkımızın doğru kararlar vereceğine ümidimi muhafaza etmek istiyorum. Zira alternatifin ne kadar kötü olduğunu görmek için çok uzağa gitmeye gerek olmadığını bu yazıda izah etmeye çalıştım.
Bu yazıda tek adam rejimlerinin en zayıf noktasını teşkil eden halefiyet sorununa değinmedim. Bu ayrı bir yazı konusu teşkil edebilir. Büyük İskender’in 2300 sene önce 33 yaşında ölmesiyle birlikte 10 yıl içinde kurduğu Makedonya’dan Hindistan’a uzanan imparatorluğu çok kısa zamanda dağılmıştı. Baştaki gidince tek adam rejimlerinin bekasının ne kadar zor olduğunun belki de tarihteki ilk örneği oydu. Ondan sonra ve bugüne kadar bu durumun sayısız örnekleri vardır. Putin ile Şi Jinping ve başkalarının kurduğu tek adam rejimleri de bu sorunla karşı karşıya. Bu zaaf da bizleri düşünmeye zorlasa iyi olur.