Teknolojinin mesleklerimizi elimizden alacağı doğru mu? Bilmiyorum, ama son 25 yılda gözlemleyebildiğim kadarıyla teknolojideki değişim beklenmedik meslekler yaratıyor ya da beklenmedik mesleklerdeki artışı tetikliyor.
Örneğin Türkiye’de İnternet’in ve e-ticaretin doğmasıyla birlikte ‘eve servis’ sistemi gelişti, motokuryelik tabiri caizse yükselen meslek oldu.
Kayıtlı motokurye sayısı bir milyona yaklaşmış. Kadrolu öğretmenlerin toplamından daha yüksek… Bu insanlar pizzayı sıcak yiyebilelim ya da akşam saati gofret ayağımıza gelsin diye canlarını tehlikeye atıyorlar. Başkalarının canlarını da tehlikeye atıyorlar. Motor sürücülerinin ekmek derdinde kaldırımlara çıkmasına, ters yöne girmesine ya da trafiği tehlikeye atmasına söyleniyoruz, ama kokoreç geciktiğinde daha çok öfkeleniyoruz.
Kuşkusuz teknolojiyle birlikte çocuklarımız için hayal ettiğimiz gelecek bu değildi. Teknoloji bloglarında ‘geleceğin meslekleri’ diye okuduklarımız mekatronik, yazılım mühendisliği, nanoteknoloji gibi havalı şeylerdi. Ama şimdi – üstelik içlerinde lisans mezunlarımızın da olduğu bir çoğunluk – motokurye olarak ekmeğini kazanmak durumunda… Yanlış anlaşılmasın, herkes ekmeğinin peşinde, hem emek kutsal… Yine de memleketimizin gençliği bundan ötesini hak etmiyor mu?
Paket servis sektörünün ülkemizde bu derece hızlı büyümesi ve yerleşmesi sanırım kültürel bir altyapıyla da ilgili. Öteden beri evden çıkmadan alışveriş etmeyi benimsemiş bir toplumuz. Kemal Sunal, Halit Akçatepe ve Şener Şen’in oynadığı Gulyabani’yi hatırlayalım. Hüseyin Rahmi’nin romanından uyarlanan bu filmin bir sahnesinde Kemal Sunal (Şaban) ve Halit Akçatepe (Ramazan) çarşafa girerek bohçacı kılığında konağa girerler. Malum, bohçacılar esasen ‘sokak satıcısı’ sayılmaz. Ev ev dolaşır, öte beriyi alıcının ayağına getirirdi. Çocukluğumda böyle gezen kadın satıcıları hatırlıyorum. Zerzevatçılar, bozacılar hatta bileyciler az da olsa hala sokaklarda…
Biz sanırım hala Oğuz Atay’ın söylediği gibi bir ‘kapalı sistem’ toplumuyuz. Dünyamızı ‘ev’ kavramı üstünden, bir ‘ev’ merkezinden kuruyoruz. Belki düşüncemizin özünü de bu arayış oluşturuyor. Sokak, kapımızın önü bile olsa, bizim için hala bir savaş alanı. Sahiplenmiyoruz sokağı. Ayakkabılarımızla birlikte eşikte bırakıyoruz.
Çünkü sokak, motoru tersten sürdüğümüz ya da arabamızı kimseyi umursamadan kaldırıma bıraktığımız, yürümeye üşendiğimiz tatsız, pis bir yer… Çocuklarımızı oturduğumuz güvenlikli siteyle okul arasında servis minibüsleri taşıyor. Çoğu genç doğru dürüst toplu taşıma kullanmayı bilmiyor, üniversite çağında öğreniyor. Otomobiller evimizin uzantısı, öyle oldukları için çoğu sitede ya da adına ‘site’ denen abus blokların kıyısında şöyle keyifle oturabileceğimiz bir bahçe yerine açık otopark düşünülmüş. Bundan kimse şikayetçi değil, otopark en kıymetli varlıklarımızdan biri. Kış oldu mu site-otomobil-AVM üçgeninde gökyüzüne hiç temas etmeden yaşayabilmek mümkün. Balkonları bile kapatıp eve katıyoruz.
Yanlış anlaşılmasın: Ben öyle bir doğa aşığı ya da nostalji meraklısı değilim. Aksine tekniğin imkanlarının insan yararına genişletilmesinden yanayım. Ancak şu da doğru: Teknoloji bir toplumun ruhunu değiştirmiyor, beslemiyor, geliştirmiyor, tam tersine sorunlu yanlarını sivriltiyor, takıntılarını ileri götürüyor. ‘Kamusal alan’ kavramının yüzyıllardır en fazla padişah fermanıyla keyfekeder kapatılan kahvehanelerden ve iktidarın bahçesine dönüşmesi kaçınılmaz olan ibadethanelerden ileri gitmediği, sanatın ve düşüncenin tarikat ve cemaatlerde üretilebildiği bir toplumun modern versiyonu yukarıda saydığımız semptomları yaratıyor.
Kamusal alan fikrine alışmakta zorlanan bir toplumun sosyal medyayla tanışması da benzer biçimde sorunlu yanlarımızı derinleştiriyor. Meydan bizim için en iyi ihtimalle mücadele ya da savaş meydanı… Biz artık derin bir anksiyete toplumuyuz… Evet, biliyorum, anksiyete bozukluğu dünyanın sorunu. Herkes bu çileyi çekiyor. Ama bizde ayrı bir biçim almış durumda.
Kitlesel bir heyecan duymuyoruz, coşkumuz ölmüş durumda. Daha doğrusu coşku sandığımız şey korku, heyecan sandığımız şey anksiyete…
En basiti, futbolu ele alalım. Seyrederken nabzımız çıkıyor, ama niçin? Sahadaki oyuna mı seviniyoruz? Hayır. Hep bize haksızlık edildiğini düşünüyoruz. Adaletsizlik olduğuna inanıyoruz. Kurban edilmekten korkuyoruz. Tuttuğumuz takım gol attığında sevinç değil hınç duyuyoruz.
Kültür alanında da durum farklı değil; mesele edebiyat alanında son gündem konuları, Türkçe edebiyat ve intihal tartışmalarıydı. Bu tartışmalara bakınca bir çeşit kandırıldık havasıyla birlikte bir ‘elden gidiyor’ telaşı var.
Bunlara tartışma diyorum, ama lafın gelişi. En alelade konuda bile karşıt görüşlü iki insanın konuşabildiğini görmüyoruz. Geçmişin sığ polemiklerini bile özlüyoruz.
Siyasete gelince: Siyaset anksiyeteyi zirvede duyduğumuz bir alan. Siyasetçiler de darmadağın olmuş durumdalar. Dil sürçmesi ya da gaf diye etiketleyip hoş gördüğümüz sözler aslında skandal açıklamalar… Geçmişte siyasetçiler kendi aralarında rekabet eder, yekdiğerini suçlar ama sıra seçmene yani halkın iradesine gelince hepsi ‘boynum kıldan ince’ derdi. Bugünün siyasetçileri oy isteme derdinde bile değil, ‘ben şunların oyunu istemem’ diyebiliyorlar. Demek iktidara gelse, o oyunu istemediklerinin canını okuyacak…
Bizi canlandıran sloganlar yok, bunun yerine ötekini mahkum ettiğimiz lanet cümlelerimiz var. ‘Kapatılsın, yasaklansın, tutuklansın’ diyoruz. Ara sıra da içimizden biri için “yalnız değildir” diyoruz, tabi o kişi yalnız kalıyor.
Muhalif entelektüeller bir aciliyet havasında. Hep bir son seçime gidiliyor, her şey her an kaybedilmek üzere, bitti bitiyor. Herkes ötekini sokağa davet ediyor, ama kendi konfor alanından hareket etmiyor.
Her şey ayağımıza geldiği sürece sorun yok elbette… Ha şu yapay zekâ dünyayı ele geçirse, insandan bütünüyle kurtulsak! Belki o bizi mamur eder.