Tenis?

Kendisi de eski bir tenisçi olan David Foster Wallace’ın Sicim Teorisi: Tenis Üzerine kitabı ince, nüktedan ve düşüncelerle yüklü… Wallace’ın kitabını okuduğunuzda, kaygan çim zeminde oynamayla sürtünmenin arttığı toprak zemin arasındaki büyük farktan, vücuttan kollara doğru ılık ılık akan terin kayganlaştırdığı raketin tutulamaz hale geldiği anlar için geliştirilen özel tekniklerden, açık havadaki rüzgârdan yararlanan sporculardan bu spor için ihtiyaç duyulan zihinsel gücün şaşırtıcı sınırlarına kadar pek çok detayı salt bilgi olarak değil üzerine fazladan düşünülerek ürüne dönüştürülmüş birer düşünce parçası olarak öğreniyorsunuz.

Oyun oynamayı her zaman çok severiz çünkü oyun, mücadelesi, belirsizliği, dayanışması, yalnızlığı, yenilgisi ve zaferleriyle hayatın mükemmel bir simülasyonu olmasına rağmen onun içindeki acı ve ıstıraplardan, korku ve yıkımlarından arındırılarak yalnızca güzel ve keyifli anların bırakıldığı kurmaca bir gerçeklik sunar.

Simülasyon, adı üzerinde, benzerin gerçek dışı bir taklididir ve bu nedenle ne hayat oyun ne de oyun, hayatın kendisi demektir. Ne var ki hayatın gerçekliği içinde kaçırdığımız pek çok duygu, oyunun içerisinde çok daha gerçek bir biçimde canlanır ve yaşanır. Tam da bu, noksanlığı duyulan duygu haline geçebilmek için oyun oynamayı isteriz. Yaşanmamış ya da tekrar yaşanması gereken ne kadar duygumuz varsa oyun sırasında açığa çıkar, bir süreliğine her şeyi unutarak tam anlamıyla oyuna dalar, hiç bitmesin isteriz. Oyun, tıpkı rüyalar gibi kurmaca bir senaryoyla ama fazlasıyla gerçek duygularla oynanır. Etrafımızda kaç kişi olursa olsun kendimizi hep en yalnız halimizle baş başa buluruz.      

Bu anlamda, tıpkı edebiyat gibidir; içinde pek çok acıyı, mutsuzluğu ve yok oluşu barındırsa da yaşamın hep aynı kalacağı ve hep varolacağımız hissi hiç kaybolmadığı için hem içinde hem de dışındayızdır okuduğumuz metinlerin. Ne olursa olsun, hayatı bir süreliğine dışarıda bırakır, kendi kendimizle olmanın zevkine varırız. Güzel bir roman okumak iyi bir maç izlemek gibi keyif verir; kahramanlarla özdeşlik kurabildiğimiz ölçüde içine girer, asla tarafsız kalamayız.

Romanla, diyelim bir futbol maçı arasındaki tek fark, denilebilir ki birincisini kurmaca olmasına rağmen gerçek gibi algılamamız, ikincisini ise oldukça gerçek olmasına rağmen kurmaca gibi görmemizde yatar. Bittiğinde her ikisi de aynı etkiyi bırakır, her ikisinde de hayatın sıradan gerçekliğine geri dönmeyi pek istemez, duygusal bir noksanlık hissine kapılırız. Oysa oyundan alınacak esas tat, belki de duygularda değil düşüncelerde gizlidir. Ve en iyi spor yazıları, genellikle edebiyatçıların içinden gelir. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun Gölgede ve Güneşte Futbol’u (Can Yayınları), nasıl da futbolda yaşanabilecek neredeyse bütün duyguları düşünceye dönüştürerek yitip gitmeyen bir lezzete çevirir. Duyguların geçiciliği en çok oyun sonrasında hissedilir!  

Koşmak, yüzmek, boks yapmak üzerine pek çok düşünce yüklü kitaba rastlanabilir. Tenis ise biraz daha farklı ve pek çok insana çok daha uzak (bokstan bile!) görünebilir. Başlangıcı itibariyle bir kraliyet sporudur ve bu nedenle, bu alana girmek biraz majestelerinin iznine bağlıdır! İlginç bir zıtlık olarak yoğun kas gücüyle çalışan işçilerin bu sporu oldukça iyi yaptıkları bilinir. Bir zamanlar Fransızların (ki tenis adı Fransızca, alınız ya da size doğru geliyor dikkat ediniz anlamına gelen tenez’den gelmektedir) getirdiği tenisi, Zonguldaklı maden işçilerinin ne denli iyi oynadıkları ve sonradan sporun, bu işçi kentinin sokak aralarına kadar yayıldığı bilinir. Zonguldak’ta her köşe başında bir tenis kortu görmek, vaktiyle İstanbul’dan tenis turnuvası için özel vapur seferleri düzenlendiğini duymak ilginçtir.   

Kendisi de eski bir tenisçi olan David Foster Wallace’ın Sicim Teorisi: Tenis Üzerine (Siren Yayınları, çev: Cem Pekdoğru-İnan Özdemir) kitabı da Galeano’nunkiyle aynı soydan; ince, nüktedan ve düşüncelerle yüklü…Kitaba Önsöz yazan John Jeremiah Sullivan, edebiyatla tenis arasında bir ilişki kurarak Wallace’ın kalemindeki edebi hünere ve düşünselliğindeki derinliğe gönderme yapar: “Wallace’ın da tenisin edebiyata ve edebiyatla ilgilenen tiplere uygun bir spor olduğunu erkenden keşfetmiş olması gayet muhtemel. Arpacı kumrusu gibi düşünmeyi seven takıntılı kişiliklere cazip gelen bir spordur tenis. Oyuncunun yalıtılmışlığı açısındansa belki tüm sporlar arasında birincidir. Boksörlerin bile çekildikleri köşeler vardır oysa profesyonel teniste, antrenörünüzün dahi, sizinle yüreklendirme amaçlı küçük jestlerin ötesinde iletişim kurması yasaktır.” (s.12). Oyun esnasında, seyirciler de olabildiğince sessiz olmalıdır. Tepkilerini ancak vuruşlar tamamlanıp sayı alındığı anlarda göstermelidirler (Herkes tenis oynayamayacağı gibi herkes tenis seyircisi de olamaz!) Bu, tam bir konsantrasyon, sessizlik ve yalıtılmışlık sporudur. İki kişiyle oynanıyor görünse de tam bir tek kişilik gösteri işidir. Kalabalık seyirci önünde dönse de oynandığı esnada sporcular açısından raket ve toptan başka her şey belli sürelerle silinmektedir.    

Wallace’ın kitabını okuduğunuzda, kaygan çim zeminde oynamayla sürtünmenin arttığı toprak zemin arasındaki büyük farktan, vücuttan kollara doğru ılık ılık akan terin kayganlaştırdığı raketin tutulamaz hale geldiği anlar için geliştirilen özel tekniklerden, açık havadaki rüzgârdan yararlanan sporculardan bu spor için ihtiyaç duyulan zihinsel gücün şaşırtıcı sınırlarına kadar pek çok detayı salt bilgi olarak değil üzerine fazladan düşünülerek ürüne dönüştürülmüş birer düşünce parçası olarak öğreniyorsunuz. Tenisin, tam anlamıyla hayatın en küçük ayrıntıları gibi çok küçük parçalara dikkat kesilmeyle oynandığında başarı getirdiğini, küçücük hataların ya da ustalıkların büyük sonuçlar doğurduğunu anlıyorsunuz: “Tenis her zaman santimlerin oyunu olarak bilinir ama bu klişe çoğu zaman topun düştüğü noktaya atıf yapar. Tenisçilerin üzerlerine gelen toplara vuruşundan söz edildiğindeyse tenis daha çok mikronların oyunudur; vuruş anında yapılacak ufacık bir değişiklik bile topun nereye, nasıl gideceğini çok etkiler.” (s.178).

Tenis sporu elbette yetenek ve beceri ister. Vücudun esnekliği, kasların oyuna dair her ayrıntıya olası bütün tepkilere göre yeterince eğitilmiş, reflekslerin saliselik gecikmelere bile duyarlı olacak bir hassasiyette olması gereklidir. Bir de tıpkı satrançta olduğu gibi hiçbir hamlenin düşünmeden yapılmaması: “Rakibiniz size çok uzaktır ve yakın olduğunda dahi sizi tehdit eden bir düşmana dönüşmez. Satrancın fiziksel versiyonuna en yakın şey olabilir tenis; zihin ve bedenin bir olup matematik esaslı problemlerle boğuştuğu bir satranç türü. Öyleyse tenis yalnızca yazarlara değil, filozoflara da yaraşır.” (s.12).

Wallace, tenisi öğrenmek için büyük tenisçilerin neler yaptığına olabilecek en yakın yerden dikkat kesilmek, oyun içinde ve dışındaki hâl ve tavırlarını incelemek, adeta zihinlerinin içine girmek, nasırlı ellerine dokunmuş olmak gerektiğini söyler. Hangi alanda olursa olsun büyük sporculardan, hayata ve kendimize dair öğrenecek çok şeyimiz olduğu bellidir. Tenisteki büyük sporcular, “Muazzam derinliğin ayaklı kanıtıdır. Güç, asalet, kontrol gibi soyut kavramları ete kemiğe büründürmekle kalmayıp bunları televizyon ekranından iletilebilir hale getirirler. Büyük sporcu olmak demek, performans esnasında hayvansı ve meleksi niteliklerin nadide bir bileşimi haline gelerek bizim gibi güzellikten yoksun, vasat izleyicilerin kendilerinde bulmakta zorlandığı yönleri sergilemek demektir.” (s.51).

Büyük sporcuları büyük kılan, sıradan insanlarda da olan ama asla açığa çıkmadığı için insan üstü görünen özelliklerdir. Her zaman için büyülü bir yanları vardır. Wallace’ın şu satırları, tam anlamıyla büyüklere özgü bu büyüyü anlatır. Çok iyi anlatır ve de: “Havaya fırlatılan top yükseliyor ve toplar, büyük sporcular söz konusu olduğunda daima yaptığı gibi bir saniyeliğine havada asılı bekleyip oyuncuyla iş birliği yapıyormuş gibi görünüyor.” (s.69). Yeterince büyükseniz her şey sizinle iş birliği halindedir. Düşünmediğiniz şeyler bile düşünmüşsünüz gibi gerçekleşiverir. Ancak bu seviyeye ulaşmak kelimenin tam anlamıyla dünyanın en zor işlerinden biridir. Büyük bedeller gerektirir.

Wallace, büyük tenisçilerin ödediği bedellerin görünmeyen karanlık ve acı dolu dünyasını gözler önüne serer. Açık tenis turnuvalarının hem sporcuların ödediği bedeller hem de kapitalist sistemin ekonomik işleyişinden kaynaklanan, oyuncuların reklam panosuna dönmesinde vücut bulan, karanlık ve kapalı yanlarını açık eder: “Profesyonel düzeydeki tenisin ilgi çeken tek yönü oyuncuların sanatkarlığı değil. Bir de bu düzeyde oynayabilmenin gerektirdikleri var -dünyanın 100. sıradaki oyuncusunun bu noktaya gelmek ve bu noktada kalabilmek için ödediği bedeller, dahası aynı bedelleri ödemiş diğer oyuncular arasında daha da sivrilmek için ödemesi gereken bedeller. Bismark’ın diplomasi ve sosisle ilgili özlü sözü, görünen o ki biz Amerikalıların, profesyonel sporcular hakkındaki hisleri için de geçerli.” (s.100).

Tenis sporu bize uzak belki, uzaktan uzağa bildiğimiz ve bir gün mutlaka denemek istediğimiz ancak geçip giden hayatın arkasından kanal değiştirirken denk geldiğimizde kısa süreliğine sadece izlemekle yetindiğimiz bir hoşluk…Oysa oynasak da oynamasak da yaşadığımız dünyaya dair çok şeyler bulabileceğimiz bir spor bu. Tıpkı kurmaca eserler gibi alın yazımızın kaç farklı şekilde tecelli edebileceğine dair olasılıklarla baş etmeye çalıştığımızda, ister istemez, bilmeden yaptığımız bir etkinlik belki de…

John Webster’ın kitabın başında yer alan sözleriyle bitirebiliriz: “Yıldızların avucunda tenis toplarıyız ancak/Ne yana çarparlarsa oraya savrulur, nereye dilerlerse oraya yığılırız.” (s.10).            

- Advertisment -