Bir kitap veya filmi bizim için çekici kılan nedir? O kitabı neden elimizden düşürmeden devamlı okumak isteriz? Veya bir film seyrederken neden kendimizin de bir ferdi olduğu başka bir dünyada hissederiz? Fantastik bir film olsa bile neden gerçekmiş gibi bize inandırıcı gelir? Bu tılsımın formülasyonunu yaratabilmek konusunda kitaplar, dersler ve hatta özel okullar, üniversiteler var. Metotları, tekniği, biçimleri akademikleşmiş ve şimdilerde hızla dijitalleşen bir alandan bahsediyoruz.
Öte yandan insanlığın neredeyse ilk zamanlarından itibaren hikâye anlatmak hep var. Hikâye anlatımının en eski yolu el hareketleri ve mimiklerle desteklenen sözlü anlatımdı. Hikâye ve masalların tarihsel gelişimi hakkında yapılan birçok araştırma ve çalışma bulunuyor. Bu alanda okunabilecek en önemli kaynaklardan birisi Walter Benjamin’in 1936’da yayımlanan The Storyteller (Hikaye Anlatıcı) adlı makalesidir. Benjamin makalesinde hikâye anlatmanın tecrübelerimizi birbirimize anlatma kabiliyeti ve bunun insanlığın elindeki en değerli şeylerden biri olduğunu vurgular. Ve yazılı anlatımının sözel anlatıma en yakın olan hikâyelerin en üstün hikayeler olduğunu söyler. John Gardner ise 1984’de yayımlanan The Art of Fiction: Notes on Craft for Young Writers adlı kitabında bir hikayenin en can alıcı özelliğinin okuyucuyu sahici ve kesintisiz bir rüyada hissettirmesi (vivid and continuous dream) olduğunu ileri sürer.
Bu sene 16 Eylül’de yapılan bir törenle Amerikan televizyon ödülleri Emmy sahipleri ile buluştu. The Bear adlı dizi 11 dalda ödül alarak kendi rekorunu kırdı, çünkü dizi geçen sene de 10 ödül almıştı. Bu sene bir başrol oyuncusu, dört yardımcı oyuncu, bir en iyi yönetmen, sinematografi, casting, ses gibi alanlarda bir kez daha müthiş ödüller topladı. Bana kalırsa The Bear, Gardner’ın tarifindeki tılsımı yakaladığı, yani sahici bir rüyaymış gibi aktığı için bu kadar etkileyici oldu.
Üst üste onlarca ödül almasına rağmen The Bear çok kolay tavsiye edilecek bir dizi değil. Birinci sezona başladığımda ilk bölümlerdeki bağrış çağrış ve kaos bana fazla gelmişti örneğin, devam edeceğim şüpheliydi. Birkaç bölüm sonra bu gürültü patırtıya alıştım. Sahici bir şey seyrettiğimi hissetmeye başladım. Aile – arkadaş ilişkileri, travma, bağımlılık, başarı-başarısızlık, geçim sıkıntısı, stres, iş ahlakı ve tutku… Bütün bu dinamikleri psikolojik bir komedi-drama formatında sunan, her bölümde başka bir açı ile karşımıza çıkan ama akıcı ve sahici bir seyir. Hikâyenin bütünselliği içinde bazı bölümlerde geçmişe gidiyoruz, bazı bölümlerde ise bir karakterin hayatını izliyoruz. Evet bazı karakterlere biraz daha sempati duyuyoruz veya daha çok sinir oluyoruz ama kahraman veya kötü adam diye birini tam belleyemiyoruz.
Başroldeki Carmen (Jeremy Allen White) lüks restoranlarda çalışmış başarılı bir şef. Abisi intihar ettikten sonra onun Chicago’daki The Beef isimli sandviç dükkanını bir süre işletiyor ve ardından burayı eklektik ve professonellikten epey uzak kadrosuyla beraber lüks bir restorana çeviriyor. Dizinin senaristi ve yönetmeni Christopher Storer da Chicago’da büyümüş. Gençlik yıllarında Mr Beef isimli bir sandviç dükkanının sahibiyle ahbaplık etmiş. Storer’ın kız kardeşi profesyonel bir şef. Dizinin tüm oyuncuları hazırlık aşamasında lokantalarda şeflerin yanında çalışmışlar. Restoran dünyasının acımasızlığı, toksik ilişkileri, fiziksel yıpranması yanında tutku ve verdiği hazzı hissedebiliyoruz.
Bu kurgu dünyasında sosyal gerçekliklerle de yüzleşiyoruz. Mesela bir bölümde Latino olan Tina’nın, diğer bir bölümde ise zenci Marcus’un hayat hikayelerini izlerken sosyoekonomik olarak hangi şartların içinden geldiklerini ve bu eklektik lokantada kendilerine nasıl yer bulduklarına şahit oluyoruz. Yardımcı oyuncu ödülü alan Liza Colón-Zayas ödülünü alırken bir konuşma hazırlamadığını çünkü kazanmayı beklemediğini söylüyor. “Şimdiye kadar bizi hep bizden başkaları oynadı” diyen Colón -Zayas, Tina’nın hikayesi bölümünde gerçek hayattaki kocasıyla beraber rol alıyor.
Dediğim gibi, çoğunlukla bir lokantada geçen bu kaotik dizinin tümünü tavsiye etmek pek kolay değil. Ayrıca bu diziyi seyretmek için uygun bir ruh halinde olunması gerektiğini de düşünüyorum. Öyle uzun aralıklarla seyretmemek lazım, bir hafta sonunda bir sezonu bitirmek iyi olur. Öte yandan dizinin üç sezonu içinde öylesine iki bölüm var ki dizi dağarcığımda rahatlıkla en üst sıralara koyabilirim.
2. sezonun Seven Fishes (Yedi Balıklar) ve 3. sezonun Ice Chips (Buz Cipsleri) adlı bölümleri kendi başlarına ödülü hak edecek kadar iyiler. Her ikisinde de dizinin misafir oyuncusu Jamie Lee Curtis başrolde oynuyor. Ve bu iki bölüm sadece onun olağanüstü oyunculuğu için bile seyredilir. Neredeyse bir kısa film uzunluğundaki Seven Fishes bölümünde Berzatto ailesinin travmatik Noel yemeğini, Ice Chips’de ise bir doğum odasında bir anne-kızın diyaloğunu izliyoruz.
Bir zamanların çığlık kraliçesi olarak bilinen Jamie Lee Curtis bir çocuğu intihar etmiş, diğer iki çocuğu ile sorunlu ilişkileri olan alkolik bir anne rolünde. Misafir olarak rol aldığı bu iki bölümü seyrederken bağımlılık, endişe, pişmanlıklarla beraber sevginin ve mutluluğun da var olabileceğini düşünüyoruz. Curtis’in gerçek hayatta yıllar önce içkiyi bırakmış bir alkolik olduğunu bilerek izlemek de ilginç geldi bana. Eminim sahicilik açısından bir fark yaratmıştır. Curtis, en iyi misafir oyuncu ödülü aldığı törendeki konuşmasında “Yardım edilen insanlar, insanlara yardım ederler. Ve bence The Bear’in esas gücü burada” diyor. Dizi hakkında iki ilginç nokta. Birincisi ismi ile ilgili, neden The Bear? Dizideki İtalyan ailenin soyadı Berzatto, bear-zaa-tow olarak okunuyor. Bu yüzden Berzatto kardeşlere yakınları bear adını takmışlar. Hayatını kaybeden abisini onurlandırmak için Carmy yeni açtığı lokantaya The Bear adını veriyor. İkinci ilginç detay ise dizinin Emmy’lerde komedi dalında aday gösterilmesi. Bu konu medyada çok tartışıldı, hatta ödül töreninde bile buna atıf yapıldı. Birçok eleştirmen The Bear’in drama dalında aday olmasını gerektiğini söylüyor, haksız da sayılmazlar. İlk sezonu daha kısa bölümlerden (sitcom tarzı) oluştuğu için başta komedi dalında aday olunduğu iddia ediliyor. Ama hikâye geliştikçe draması ağır basan dizinin komedi dalında ödül alması da bir garip kaçıyor.