Bir futbol terimi olan “topu taca atmak”, rakip takım baskı kurduğunda savunma oyuncularının gerçekleştirdiği bir eylemdir.
Amaç top taçtan gelinceye kadar defansın toparlanmasıdır.
Ama bunun yeri ve zamanı önemlidir.
Bir kaleci kornere gitmekte olan topu taca çıkarırsa alkış alır; ama bir futbolcu bunu orta sahada yaparsa ıslıklanır ve yuhalanır.
Yani durduk yere top taca gönderilmez.
Halk arasında ise bu terim “konuşulan konuyu saptırmak” anlamında kullanılır. Dolayısıyla çok da matah bir şey değildir.
Son zamanlarda yargıçlarımız “topu taca atma” konusunda futbolculardan daha mahir hale geldiler.
Özellikle de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi veya Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiş bir “hak ihlali” kararı varsa.
Son örneğini TİP milletvekili Can Atalay’ın tutukluluğu için “seçilme hakkı” ile “kişi hürriyeti ve güvenliği” haklarının ihlal edildiğine dair verilen Anayasa Mahkemesi Kararı’nın uygulanmasında gördük.
İlk derece mahkemesi ile Yargıtay rakip takım futbolcuları gibi.
Olayı hatırlayalım!
Can Atalay’ı tutuklayan ve 18 yıla mahkûm eden İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi olduğu için ihlal kararı ile ilk o muhatap oldu.
Ancak İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi mealen “Ey Yargıtay! Bu talebi reddeden sensin. Dosya senin önünde bulunduğu sırada Atalay milletvekili seçildi. Dolayısıyla gereğini yapmak sana düşer!” diyerek dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi.
Çünkü bu konudaki yasal düzenleme çok da açık değildi:
“Tespit edilen bir ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir.” (AYM Mad. 50/2 )
“Bu durumda ilgili mahkeme kim?” sorusunun cevabı konusunda hukukçular bile fikir ayrılığına düştü.
Böyle bir tartışmayı mahkemelerden esirgemek haksızlık olurdu.
Buraya kadar her şey normal seyretti.
Anormal olan mahkemelerin içine düştüğü bir telaş halidir.
Dolayısıyla ıslıklar, yuhalamalar gırla gitti.
Ne mi oldu?
İlk derece mahkemesi topu taca atayım derken absürd denebilecek bir olaya da imza attı.
Üstelik özensiz ve çalakalem bir yazıyla yaptı bunu.
Zira 31 Ekim 2023 tarihli bu yazının başında “13 Ekim 2023” yazıyordu.
Yani mahkemedeki telaş hali yazıya bile yansımıştı.
Hadi tarih gözden kaçmıştır diyelim!
Fakat üç kişilik heyet halinde çalışan bir mahkemenin tek imzayla (Başkan’ın) karar vermesi açıklanabilir bir durum değildi.
Demek ki diğer iki üye böyle bir riski göğüslemek istemedi.
Diğer bir olasılıkla rapor veya izin yoluyla kendilerini sağlama almaya çalıştılar.
Böyle bir durumda dahi Mahkeme Başkanı’nın geçici bir heyet kurdurup bu kararı heyet halinde alması gerekirdi.
Anlaşılan Mahkeme Başkanı yanına adam bulmakta zorlandı.
Ya da diğer iki genç üye “Başkanım, biz daha meslekte yeniyiz, kıymayın bize!” demiş de olabilirler.
Örgütlü suçlara bakan ağır ceza mahkemeleri üyelerinin yeni mezun genç hâkimler olduğunu ayrıca not düşelim ki konu daha iyi anlaşılsın.
Yargısal bir işlem olmayan bu durumun hukuk bilmezlikten kaynaklandığını düşünmüyorum.
Bu, hukuk sistemimizdeki yargıçların ruh halinin özetidir.
Milliyetçi/muhafazakâr bilinç nezdinde Gezi Davas’ından mahkûm olan “komünist ve bölücü” bir milletvekilini tahliye etmek öyle her babayiğidin harcı değildir.
Daha geçenlerde bu tavrın örneğini TBMM Genel Kurulu’nda Meclis Başkanvekili MHP’li Celal Adan’dan görmüştük.
HEDEP’li Sırrı Sakık ile tartışma yaşayan Celal Adan, mikrofonu açık unutunca ettiği küfür HEDEP sıralarını dolaştı.
MHP lideri Devlet Bahçeli ise gelen tepkiler üzerine “Celal Adan’ın isabetli sözleri bizim sözümüzdür,” diyerek seçmeninin eline bu tür konulara dair ipucu ne kelime, adeta “halat ucu” tutuşturdu.
Ayrıca politize olmuş bir yargı sisteminde, karar verici yargıçların da böyle düşünmelerinin ihtimal dâhilinde olduğunu unutmayalım!
Nitekim öyle de oldu.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi dosyayı ilk derece mahkemesine geri gönderdi ve “Öyle tek imzayla olmaz, herkes elini taşın altına soksun, heyet olarak karar verin!” dedi.
Yani bu kez Yargıtay topu taca gönderdi.
Mahkeme Başkan’ı alelacele heyet kurarak bu kez kendinden emin bir vuruşla topu tekrar taca gönderdi.
Yani dosya bir kez daha Yargıtay’ın önüne geldi.
Ancak ilk derece mahkemesi bana göre usul açısından bir hususu daha göz ardı etti.
Çünkü dosyayı gönderirken itiraz süresini beklemedi ya da karar verirken itiraz yolunu açmadı.
İlk derece mahkemesinin Yargıtay’dan bu konuda da gol yemesi kuvvetle muhtemel.
Anlayacağınız Can Atalay’ın kulağı krişte olsa da bu yazı itibariyle birileri hala top çeviriyor.
Bu maç nasıl bitecek, yakında göreceğiz.
Oysa “yasama dokunulmazlığı” Anayasa’nın 83.maddesinin 1 ve 2. fıkralarında açıkça düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 83/2. maddesinde düzenlenen yasama dokunulmazlığı bir “muhakeme engeli”, 83/3’deki ise bir “infaz engeli” dir.
Yani yasama dokunulmazlığından yararlandığı müddetçe bir milletvekili Meclis’in kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.
Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki (anayasal suçlar) durumlar bu hükmün dışındadır.
Seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi (infazı) ise üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır.
Hal böyle iken milletvekili seçildiğinde cezası henüz onanmamış Can ATALAY’ın tahliye talebi Yargıtay’ca reddedilmişti.
Anayasa Mahkemesi bu yüzden hak ihlali kararı verdi.
Biz oturmuş hala kimin tahliye etmesi gerektiğini tartışıyoruz.
Bu filmi daha önceden de görmüştük.
CHP eski milletvekili Enis Berberoğlu konusunda Anayasa Mahkemesi hem de iki kez ihlal kararı vermişti.
Keza, Ergenekon Davası’ndan yargılanan Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay ile Balyoz Davası’nda yargılanan Engin Alan’ın milletvekili seçilmelerine rağmen tahliye edilmeyişlerini hatırlayalım.
Her iki mahkeme de işlenen suçun Anayasa’nın 14. maddesi (anayasal suç) kapsamında kaldığını ileri sürmüştü.
Suç uydurmanın çok kolay olduğu bir dönemde geçerli bir gerekçeydi bu.
Sonrasında yaşanan tüm hukuksuzluklar sadece FETÖ ile geçiştirildi.
Peki, şimdi kim var?
Biz bu filmi neden sürekli izliyoruz?
Demek ki sırf Boğaz’a savaş gemilerini dizmek, gökleri havai fişeklerle aydınlatmak, ellerde balonlar uçurmak, yakalara rozetler takmak, konserlerle yeri göğü inletmek ve göndere bayraklar çekmekle cumhuriyetçi olunmuyor.