2024 yılında dünyada takriben 4 milyar insanın sandığa gideceği yılın başında epeyce dillendirilmişti. Tabii seçim demek işleyen demokrasi demek değil. Birkaç hafta sonra yapılacak olan Rusya başkanlık seçimleri trajik olmasa komik olurdu. Putin’in ciddi rakipleri ya öldürüldü (Aleksei Navalny), ya hapse atıldı (Vladimir Kara-Murza), ya da bürokratik engellemeler yoluyla aday olmaları engellendi (Boris Nadezhdin). Putin’n üç adet göstermelik adaya karşı çok büyük çoğunlukla altı yıllığına seçileceğine şüphe yoktur. Ömrü vefa ederse bu altı yıllık süre sonunda Rusya’yı çarlık döneminden bu yana en uzun süre yönetmiş lider olacaktır. Stalin bile ömrü yetmediği için bu kadar uzun süre başta kalmayı becerememişti. Tabii altı yıl sonra 78 yaşında olacak olan Putin’in sağlığı el verdiği takdirde yine iktidarını muhafaza etmek için ve 2020’de yaptırdığı anayasa değişikliğinden yararlanarak bir dönem daha yani 2036 yılında ulaşacağı 83 yaşına kadar başta kalabilecektir. Böylecene Putin ülkeyi 16ıncı yüzyıl ortalarında 36 yıl yönetmiş olan Korkunç İvan kadar başta kalmış olacak. Zavallı Rusya!
2024 başlarından beri yapılan seçimlerin de hepsinin demokratik olduğunu söylemek mümkün değil. İlk akla gelen seçimler Tayvan, El Salvador ve Endonezya’da yapılanlar oldu. Bunlardan sadece resmen bağımsız ve egemen ülke olarak dahi tanınmayan Tayvan’daki seçimler gerçek anlamda demokratik şekilde sonuçlandı denebilir. Bundan sonrakileri göreceğiz.
Tabii Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimleri yılın en önemli seçimlerinin başında geliyor. ABD’nin gerek ekonomik, gerek askeri gücünün azalmakta olduğu, eksenin doğuya kaydığını öne sürmek moda olmuş ise de, ekonomik performansının Çin’inkinden daha iyi olduğu, askeri güç olarak da hala rakipsiz kaldığı bir gerçek. Siyasi arenada da ne kadar önemli olduğu 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Hamas-İsrail savaşında ne Avrupa Birliğinin, ne de Çin’in herhangi bir etkinliği olmadığı gerçeği karşısında açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu savaşı sonlandıracak bir dış güç varsa, o yine ABD olacaktır. Bu gücü kullanıp kullanmayacağını ise zaman gösterecektir.
Dolayısıyla ABD seçimlerinin tüm dünya için ne kadar önemli olduğu izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Dünyanın en ileri demokrasileri arasında yer alan, 250 yıllık kurumsallaşmış bir yapıya sahip olan ABD sisteminin garipliklerinin neticesinde başa yarışan iki ihtiyarın her ikisini de istemeyen, yeni isimlere özlem duyan ABD halkının oranı kamuoyu yoklamalarına bakılırsa %62’yi buldu. Bir tarafta 81 yaşına gelmiş, yeniden seçilirse 86 yaşına kadar başta kalması beklenebilecek, şimdiden unutkanlıktan mustarip, ekonomiyi düze çıkarmayı başarmış, ancak ülkenin bir numaralı sorunu halinee gelen kaçak göç konusunda muhalif Cumhuriyetçilerin engellemeleri nedeniyle gerekeni yapamayan Biden var. Mensup olduğu Demokrat Parti içinde yaşının önemli bir engel teşkil ettiği inancı çok yaygın olmasına rağmen iktidardaki başkanın karşısına parti içinden aday göstermeme geleneği nedeniyle Demokratlar için yapılacak tek şey, Biden’in önümüzdeki aylarda adaylıktan çekilmesi için dua etmek kalıyor.
Diğer tarafta ise eski başkan Trump var. ABD tarihinde sadece ikinci defa bir dönem başkanlık yapmış olan bir kişinin yeniden seçilmeye talip olduğunu görüyoruz. İlk denemeyi 1912 yılında yapan Theodore Roosevelt’in başarıya uğramamış olması Trump’u Beyaz Sarayda bir daha görmek istemeyenleri cesaretlendirmeli belki. Ancak korkunç handikaplarına ve köken itibarıyla Cumhuriyetçi olmamasına rağmen Trump partiyi öyle bir şekilde ele geçirmeyi başardı ki ona karşı çıkan birkaç cılız ses çok çabuk susturuldu ve partinin adaylığını kazanması nerede ise kesinleşti. Oysa handikapları o kadar büyük ki bir demokraside, mesela herhangi bir Avrupa ülkesinde değil devletin başkanlığına adaylığı, düz milletvekili olması dahi mümkün olmazdı. Farklı alanları kapsayan 91 suçlama ile karşı karşıya. Şimdiden cinsel taciz suçundan 83 milyon, ticari suçlardan 355 milyon dolar tutarında cezaya mahkum edildi. Yeni bir davanın görülmediği hafta nerede ise geçmiyor. Buna rağmen kamu oyunda bu davaların siyasi içerikli olduğu kanaatini yaymakta başarılı olması, destekçilerinin genelde eğitim düzeyi ortalamanın altında ve dini inançları kuvvetli, ayrıca Biden döneminde ekonomik durumlarının kötüye gittiğine inanan seçmenler olması sayesinde kamu oyu yoklamalarında iki aday başa baş gitmektedir. Trump’un adaletle mücadelesini sürdürürken yeniden seçilme yarışını başarılı bir şekilde yürütebilmesine karşılık eski Avusturya Şansölyesi Sebastian Kurz’un meclise yalan söylemek suçundan tecilli de olsa 8 ay hapse mahkum edilmesi 37 yaşında olmasına rağmen siyasi hayatının bittiği şeklinde yorumlandı. ABD ile Avrupa arasında siyasetçilerin konumu arasındaki fark daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkamazdı.
Trump’un birinci dönemi tam bir kargaşa ile geçmişti. Sonunda seçimlere müdahale, kaybettiğini kabul etmeme, destekçilerini ayaklanmaya teşvik etmeye kadar giden ABD tarihinde görülmemiş olayların sorumlusu oldu. Karşılaştığı suçlamaların bir kısmı da bunlarla ilgili.
Ancak dış dünyayı esas ilgilendiren dış politikasıydı. Bunun özelliği tek ve güçlü adamlara karşı duyduğu, özenme ve hayranlıkla karışık yakınlıktı. Mesela Putin’i beğendiğini o dönemde defalarca belirtmiş, Kuzey Kore diktatörü Kim Jong Un veya selefleriyle görüşen ve ülkesine ayak basan ilk ve şimdilik son ABD başkanı olmuştu. Oysa mesela dört yıl içinde ülkemize hiç gelmedi. Kim Jong Un ile bir değil, üç defa görüşmüş, zira baş başa temasların sorun çözmek için vazgeçilmez olduğunu düşünüyordu. Tabii hüsrana uğradıktan sonra muhatabına ağır hakaretler yağdırmaktan çekinmemişti. Ülke yönetmeyi şirket yönetmekle aynı gören Trump, avantaj sağlamak için her türlü yola başvurmayı göz önüne almış, örneğin dünya ticaretini yöneten kuralları çiğneyerek, uzun yıllar boyunca içinde çalıştığım Dünya Ticaret Örgütünü hala içinden çıkamadığı bir komaya sokmuştu. En önemlisi savunma işini de parasal boyutlara indirgeyip NATO’nun Avrupa savunmasında oynadığı rolü görmezden gelerek ittifaktan çekilme tehdidini daha o tarihlerde, yani Rusya’nın 2022 yılında başlattığı Ukrayna savaşından önce dile getirmişti. Başkanken görüştüğü bir büyük Avrupa ülkesi liderine (acaba Almanya mı?) NATO’nun savunma harcamalarına milli gelirin %2’sini ayırma hedefine ulaşmayan ülkelere saldırmayı Rusya’ya tavsiye ettiğini söylediğini daha geçenlerde bir seçim konuşmasında açıklaması Avrupa ülkeleri için bir soğuk duş etkisi yaptı. Bu arada NATO rakamlarına göre %2 hedefinden uzaklaşmakta olan nadir ittifak mensupları arasında ülkemizin de bulunduğunu hatırlatmakta yarar var. Trump’un yeniden seçilmesini heyecanla beklediği anlaşılan iktidarımızın bu noktayı gözden kaçırmadığını umuyorum.
Avrupa için en büyük sorun Trump’un Ukrayna savaşına bakışı olduğunu söyleyebilirim. Ona göre bu savaş ABD’yi ilgilendirmemekte, Avrupa’nın sorunu olmaktan ibarettir. Hatta saldırının ilk dönemlerinde Ukrayna’ya yardımları kesmek ve dolayısıyla ülkeyi Rusya’ya teslim olmaya mecbur etmek suretiyle savaşı 24 saat içinde bitireceğini söylüyordu. Son zamanlarda bunu bu kadar açıkça söylemese dahi, Ukrayna’nın mukavemet gücünün kaybolmaması için elzem olan askeri yardımların Temsilciler Meclisinde kabul edilmesini engellemek için çoğunluğu ellerinde tutan Cumhuriyetçi üyeler üzerinde amansız bir baskı uygulamakta. Rus muhalif Navalny’nin şüpheli ölümünün bu üyeleri etkileyip etkilemeyeceğini Meclis bir hafta sonra tatilden döndüğünde anlaşılacaktır.
Ancak Trump’un yeniden iktidara gelmesi, NATO’yu zayıflatması, askerlerini çekmesi gibi olasılıklar haliyle Avrupa’lıları acı acı düşündürmektedir. Aslında ülkesini dış dünyadan koparan bir yönetim ABD’de ilk defa başa gelmiş olmayacaktır. Birinci Dünya Savaşından sonra da ABD, Lozan dahil barış anlaşmalarını imzalamamış veya onaylamamış, Milletler Cemiyetine girmemişti. Bu yalnızlık (isolationism) politikasından ABD’yi çıkartan Japon müttefikinden sonra Almanya’ya da ABD’ye savaş açtıran Hitler olmuştu. Hitler hayatının en büyük hatalarından biri olarak ABD’ye savaş açmamış olsaydı, belki de ABD ona karşı savaşmayacaktı.
Dolayısıyla ülkenin böyle bir geçmişi olduğunu hatırlayanlar ileriye endişeyle bakmakta haksız değiller. ABD ikinci bir Trump başkanlığında NATO’dan çekilecek olsa, Avrupa nükleer alanda da savunmasız kalacak. Fransa ile Birleşik Krallığın elindeki birkaç yüz nükleer başlık, Rusya’nın elinde bulunan 6000 kadar başlığı dengelemekten çok uzak. Almanya’da dahi nükleer silahlara sahip olmanın olası sonuçları hakkında tartışma başladı. Oysa Almanya 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NSYÖ-NPT) Anlaşmasına taraf.
Diğer taraftan AB ülkeleri arasında ve içinde Trump’un Avrupa’dan çekilmesi halinde kıtanın kendisini ne şekilde savunacağı konusu da gündeme gelmeye başladı. Buradaki sıkıntıların başında soğuk savaş sonrasında savunma harcamalarında yapılan ve Trump’ın bir ölçüde haklı kızgınlığına sebep olan indirimlerin tersine döndürülme gereği, diğer taraftan da Avrupa silah sanayinin üye ülkeler arasında entegre olmaması, aksine belli başlı ülkeler arasında bu konuda açık veya zımni bir rekabetin bulunması gelmektedir. Bu yıl sonlarında seçilecek yeni AB Komisyonunda bir Savunma Komiseri atanacağı, ancak onun görevinin milli hükümetlerin tekelinde olan savunma politikalarına müdahale etmek değil, savunma sanayilerinin mümkün mertebe entegrasyonunu sağlamak olacağı şimdiden söylenmektedir.
Bu yazıda Trump’un yeniden seçilmesi halinde Avrupa üzerindeki etkileri üzerine yoğunlaştım. Ancak tabii dünya Avrupa’dan ibaret değil. Orta Doğu ve Doğu Asya da sorunlar yumağıdır. İlerideki dönemde bu konulara bakmak muhtemelen gerekecektir. Ancak bu noktada söylenebilecek şey, Trump’un yeniden seçilmesini hevesle bekleyen iktidarımız ile Putin’in dışında Netanyahu da var. Belki bizi düşündürmesi icap eden şey, Trump geri gelirse ve iktidarımızın Hitler olmakla suçladığı Netanyahu ile ABD arasındaki ilişkiler ısınırsa bunun bizi açıkta bırakıp bırakmayacağı hususudur.