[3-4 Mayıs 2022] Gerek altı yıl boyunca (2007-2013)Taraf gazetesinde, gerekse 2013’ten itibaren burada, Serbestiyet’te, Türk Tarih Tezi’ni çokça yazmıştım geçmişte. Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü’yü (1983, yeni baskı 2018) hiç saymıyorum. Sadece bu son iki mecrada, herhalde en az yirmi otuz yazım olmalı. 20. yüzyıl Türkiye tarihi, Türk milliyetçiliği, historiyografi ve milliyetçi historiyografiler gibi derslerimde de sürekli anlatıyorum. Genellikle 1930’ların Kemalist Kültür Devrimi denemesine oturtuyorum (Güneş-Dil Teorisi, kafatasçılık, öztürkçecilik, din düşmanlığı, Kuran’ın Türkçeleştirilmesi, ezanın Türkçe okunması, alaturka musikinin yasaklanması vb ile birlikte). Makro planda, ister sağdan ister soldan türeyen otoriter rejimlerde, devletin sınır tanımazlığının; kültüre, sanata… ve bilime müdahalesinin felâketli sonuçlarına örnek gösteriyorum. Dönemin diğer diktatörlüklerinin, gerek Stalinizmin ve gerekse Nazizmin benzer müdahaleleriyle birleştiriyorum.
Hemen eklemeliyim ki Avrasyacılık sorunundan tümüyle kopuk değil bu konu. Zira sözünü ettiğim Avrasyacı faşistler de atavistik bir reaksiyonla TTT’ci kesiliverdi. Kemalist dönemi bir tür asr-ı saadet telâkki ettiklerinden, orada gördükleri her şeye hikmet-i devlet izafe ediyorlar. Bu da, Muazzez İlmiye Çığ gibi masalcıları yardıma çağıran zavallıca neo-Türkçülük denemelerine yol açıyor.
Geçtim. Yakın zamanda gene Serbestiyet’te Teyfur Erdoğdu girdi bu alana (TTT: Bir Özet, 30 Nisan 2022). İlgiyle okudum; kendi kendime güldüm, o dönemin kitaplarından verdiği kapak örneklerine. Çünkü, evet, Erdoğdu’dan farklı olarak ben TTT’yi hem ciddiye alıyor, hem de bir noktadan sonra hakikaten hayli gülünç buluyorum. Bunun ötesinde, kendisine ya katılmadığım veya ilâvelerde bulunmak istediğim birkaç nokta var. Bunları ele alacağım.
(1) Birinci Türk Tarih Kongresi. Teyfur Erdoğdu şöyle demiş: “Böylelikle Türk Tarih Tezi bu kitapla olgun bir hale getirilmiş olur. 02-11 Temmuz 1932 tarihleri arasında da Ankara’da tertiplenen I. Türk Tarih Kongresi’nde tez dünya ilim camiasına takdim edilir ve ‘tartışmaya’ açılır.” Hem evet, hem hayır. Genel kamuoyuna takdimi açısından, evet, bu, TTT’nin deyim yerindeyse “dolap”tan veya “merdiven altı”ndan çıkıp aleniyete kavuşmasını ifade ediyor. Ama “dünya ilim camiasına takdim” ifadesini, kelime anlamlarına sadık kalacaksak, biraz aşırı buldum. Birinci Türk Tarih Kongresi hemen tamamen yerli, domestik bir olay. Hiç uluslararası reklamı yapılmıyor. Yurt dışından kimse dâvet edilmiyor. Hedef kitle, hemen sadece tarih öğretmenleri. Erdoğdu’nun da sözünü ettiği Türk Tarihinin Anahatları – Medhal kitapçığı dâvetli öğretmenlerin önüne konuyor ve bundan böyle tarihi böyle öğreteceksiniz deniyor. Yani tam bir endoktrinasyon toplantısı. Fuat Köprülü’den (mütereddit), Zeki Velidî Togan’dan (daha net) itirazlar geliyor. İkisine karşı da çok tepki gösteriliyor. Reşit Galip gibi siyasî militanlar, çapsız aparatçikler tarafından hakarete uğruyor, ezilmek isteniyorlar. Gene de yetersizlikler iktidar tarafından dahi farkediliyor ve kongre, Erdoğdu’nun dediği gibi, alelacele sonlandırılıyor.
(2) İkinci Türk Tarih Kongresi (1937). “Dünya ilim camiasına takdim”in yeri, asıl 1937’deki İkinci Türk Tarih Kongresi. Çok daha büyük tantanayla hazırlanıyor. Eugene Pittard’lar, Gordon Childe’lar dâvet ediliyor. Gene de pek rağbet görmüyor. Türkiye dışından sadece yedi ünlü bilim insanı katılıyor. Irkçı antropolog Pittard tabii destekliyor. Marksist arkeolog V. Gordon Childe ise sadece izliyor, susuyor, kimbilir neler düşünüyor. Atatürk hayatteyken yapılan başka TTK yok. Uluslararası lansman bundan ibaret kalıyor. 1938’den sonra İnönü, herhalde hep şüpheyle baktığı ve Atatürk’ün özel oyuncakları gibi gördüğü Türk Tarih Tezi’ni de, Güneş-Dil Teorisi’ni de sürekli gündemde ve ön planda tutmaktan vazgeçiyor. Reddetmiyor, ama devletin olanca gücüyle desteklemiyor artık. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kongrelerde, Türk Tarih Tezi şurada burada hep mevcut. Fakat bir, tek ve merkezî tema değil. İki, bu TTT odaklı oturumlara yurt dışından ilgi yok. Esas itibariyle, inanmış Atatürkçü Türkler kendi aralarında sohbet ediyor.
(3) Tezin amacı. Teyfur Erdoğdu şöyle demiş: “Tezin temelinde bir ulusu ve o ulusa dayalı milli bir devleti inşa etmek, özgüven (itimad-ı nefs) tesisinde bulunmak, Türklerin ‘medeni ve ileri (müterakki)’ Avrupa ırklarından biri hatta siyahi, sarı, beyaz, kızıl fark etmeksizin tüm insanlığın, tüm ırkların atası olduğunu ileri sürerek uluslararası arenada ona itibar kazandırmak ve İslamiyet’ten koparmak gibi etmenler bulunur.”
Doğru. İyi özet. Katılıyorum. Ben sadece biraz daha sivriltme ve köşelileştirmeyi tercih edebilirim. Kendi payıma, derslerimde aşağı yukarı şöyle anlatıyorum: Yeni bir Cumhuriyet kimliği ve aidiyetini temellendirecek bir “altın çağ” ve onun etrafında örülmüş bir “millî tarih” arayışı söz konusuydu. Çözümün uyması gerekli bazı kısıtlar, tatmin edilecek amaç ve koşullar vardı. Yeni “altın çağ” ve tarih anlatımı (i) Osmanlı odaklı olmayacak, Osmanlının etrafında dolaşacaktı. (ii) İslâm odaklı olmayacak, İslâmın da etrafından dolaşacaktı.
(iii) Türkiye’nin Avrupalılık (muasır medeniyet seviyesine mensubiyet) iddiasına destek olacaktı. (iv) Bunu da (zamanın ırkçı anlayışları çerçevesinde) Türklerin “beyaz brakisefal [büyük kafataslı, yani büyük beyinli] ırk”tan olduğunu ispatlayarak yapacak; Yeni Türkiye’nin Avrupa’dan (Batıdan) dışlanamazlığını bu zeminde inşa edecekti. (v) Türklerin barbar ve göçebe değil aslen medenî olmuş olduğunu gösterecekti (göçebe hayvancılığa sonradan, değişen iklim koşulları sonucu mecburen dönmüşlerdi, yoksa aslî tabiatları değildi). (vi) Gene Türklerin Orta Asya’dan yeryüzüne savaş yoluyla değil her yere medeniyet götüren barışçı bir diaspora biçiminde yayıldığını kanıtlayacak; böylece bozkırdan savlet veya Osmanlı fütuhatı, ya da kestirmeden “Türkler (= barbarlar) geliyor” korkularını bertaraf edecekti. Cumhuriyetin (artık) böyle bir yayılma projesi olmadığının altını çizecekti. Türkler fıtraten barışçıydı. Bu, dönemin “yurtta sulh, cihanda sulh” sloganıyla eklemlenyordu.
(vii) Teyfur Erdoğdu’nun özetinde yok ama, çok önemli bir nokta, aranan tezin Anadolu’yu yeniden, zihnen temellük ve tesahüp etmesiydi. Bu, Yunan milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasında bir mücadeleydi. Anadolu üzerinde kim daha güçlü bir hak sahibiydi: Bizans üzerinden Yunanlılar mı, Osmanlı üzerinden Türkler mi? Problem şu ki Bizans Osmanlılardan önceydi ve bu, “kökencilik ve otoktonluk” ya da “en eskilik” teorilerinin (theories of originism and autocthonism) pek revaçta olduğu bir çağda, büyük bir zaaf gibi görülebiliyor; Âfet İnan’ın Atatürk’e atfen sarfettiği “Türk çocuğu… yakın bir tarihte [1071’de, Malazgirt sonrasında] göçmüş olmakla bu vatanın hakikî sahibi olamaz” cümlesindeki endişeye yansıyordu. Dolayısıyla TTT’nin, yeni Türk ulus-devletinin üzerinde yükseldiği toprakların tarihen Yunanlılara değil Türklere ait olduğunu, çünkü Türklerin (Hititler veya “Eti Türkleri” kılığında) buraya Yunanlılardan çok önce geldiğini saptaması ve böyle sağlam (?) bir kazığa bağlaması gerekliydi.
(viii) Peki, bütün bu özel ideo-politik kurgunun örgütsel bekçisi kim veya ne olacaktı? Bu görev İstanbul’dan değil Ankara’dan; şaibeli imparatorluk başkentinin eski Darülfünun tarihçilerinden değil yeni ve ultra-politize memur-tarihçilerin mutlak sadakatinden; Tarih-i Osmanî Encümeni’nden değil (yukarıda Atatürk’ün başkanlığında hizaya girmişliklerini gördüğünüz) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nden (sonra Türk Tarih Kurumu’ndan) beklenebilirdi (iki sözcüğü ben italikledim). Onun için TTT’nin inşası ile TTK’nın inşası elele gitmek zorundaydı.
(4) Tamamen uydurma; bilimsel dayanaklardan yoksun. Türk Tarih Tezi’nin “Başarısızlığının temelinde, diyor Teyfur Erdoğdu, “bence tezin bilimsel dayanak (mesned) ve yöntemlere (usullere) yeterince önem verilmeden imal ve icad edilmiş olması yatıyor.” Tabii öyle. Ardında hiçbir tarihsel veri ve kanıt yok. (i) Orta Asya’da İÖ 7000 dolaylarında (veya daha önce) Türkler (veya proto-Türkler, veya Türklerin ataları) yaşıyordu deniyor.
Nereden biliyorsun? Dilleri neydi? Nece konuşuyorlardı? Türkçe mi konuşuyorlardı? En ufak bir kanıtı yoktur bunun ve olamaz. Çünkü yazıları yoktu ve (İÖ 7000’den sayarsak) daha yaklaşık 7700 yıl da olmayacaktı. Dolayısıyla Orta Asya’da her kim yaşıyorduysa, onları Türk diye nitelemek bilimsel ölçüler içinde tümüyle imkânsızdır. Bilimin asla cevaz vermeyeceği (orada sonradan Türkler görüldüğüne göre, herhalde hep onlar ve hep orada olmuş olmalıdır, veya İS 8. yüzyılda Orhun Yazıtlarını diktiklerine göre, herhalde hep yazıyorlardı türünden) sıçramalar yapmayı gerektirir.
(ii) Bu Eski Türkler veya Türklerin ataları bir de Orta Asya yüksek bir medeniyet kurmuştu, hattâ bu yeryüzündeki ilk medeniyetti deniyor. Nereden biliyorsun? Yok efendim ileri bir tarım varmış, madencilik varmış. Ne zaman? O kurganlar ve tarım arkeolojisi binlerce yıl sonrasının. Örneğin Afanesiyevo kültürü İÖ 3300-2500 arasına ait. Kaldı ki tarım ve demir de yok (olamaz); sırf avcılık, hayvancılık ve bakır gözlenebiliyor. Daha ileri gelişmeler ise çok daha sonrasında ortaya çıkıyor. Geçtim. Yazının olmamasını da geçtim. Asıl devlet nerede? Devlet olmadan uygarlık olur mu? İÖ 3. yüzyıla kadar (ki en az altı bin yıllık bir boşluk demek), kentler nerede? Devlet merkezleri nerede? Devlet kurucular nerede? Han ve kağanlar nerede? Hanedanlar nerede? Soyluluk ve soylular nerede? Savaşlar nerede? Kahramanlık öyküleri nerede? Bunlar olmadan, hangi medeniyetten söz edilebilir?
Bunlar hiç cevap verilmemiş, asla da verilemeyecek iki büyük sorular grubudur, Türk Tarih Tezi’nin eski-yeni bütün savunucuları için. Dolayısıyla burada duruyor, yutkunuyor ve Teyfur Erdoğdu’nun “tezin bilimsel dayanak ve yöntemlere yeterince önem verilmeden imal ve icad edilmiş olması” [vurgular bana ait – HB] ifadesine anlam veremiyorum. Ne demek, TTT’nin bilimsel dayanaklarına “yeterince” önem verilmemiş olması? Ne olabilirdi, (a) Orta Asya’da İÖ 7000 dolaylarına kadar gelen ve ancak sonra yokolan eski bir Türk medeniyetinin var olduğu; (b) medeniyetin bütün dünyaya buradan yayıldığı… tezinin, bilime daha uygun tarzda imal edilmesi? Gerekli bilimsel dayanak ve yöntemlere “yeterince önem” nasıl verilebilirdi? Bu soruyu biraz sonra tekrarlayacağım. Teyfur Erdoğdu’nun sahte-bilime gösterdiği bu rastgeleleştirici (randomizing), olabilirleştirici toleransa açıklık getirmesi gerekir kanısındayım.
(5) Kavramsal icat ve inşa başka, uydurmak başka. Bu konuda biraz ısrarlı olacağım, çünkü aynı satırların devamında bana çok garip gelen bir şey daha söylüyor Teyfur Erdoğdu: “Çün ki tek başına ‘icad tarih’ olması bir tezin başarısız olmasının sebebi değildir. Nitekim Ortaçağ, Feodalite ve Aydınlanma gibi isimlendirilen tarihler de birer icaddırlar.” Yanlış. Çok fazla postmodernist. “İcat” ile “uydurma”yı özdeşleştiren böyle bir kategorileştirmeyi tümüyle yanlış buluyorum. Elmalarla armutları toplamak demek olduğunu düşünüyorum.
Mesele şu: günümüz tarihçiliğinde metodolojik bir devrim yaşıyoruz. Her türlü kavram ve genellemeyi, naif-pozitivist bir yaklaşımla tarihin kendisinde varolan doğallıklar değil, tarihe bakan, tarihsel olayları gözleyen ve üzerinde düşünen insanların (içine kendi sübjektivitelerinin de girdiği) zihinsel ürünleri olarak anlıyor; bu anlamda “icat” (invented) ve/ya “inşa” edilmiş (constructed) deyimlerden söz ediyoruz. Tarihçilerin bütün avadanlığının böyle konseptlerden oluştuğunun altını çiziyoruz. Bu yolla dokunulmazlıktan çıkarıyor, kutsalsızlaştırıyor, görelilik ve sorgulanabilirliklerini vurguluyoruz. Barındırdıkları açık-örtük varsayım ve değer yargılarını kurcalıyoruz. Bu eleştirel revizyonlar sayesinde, geçerlilik sınırlarını daha bir dikkatle belirliyoruz.
Ne ki bu, böyle yerleşmiş kavramların her türlü veri ve kanıttan bağımsız uydurmalar olduğu anlamına gelmiyor. Evet, tarihçi dediğimiz kişi, sübjektif bir özne. Ama madalyonun diğer yüzünde, her şeyi oturup rastgele kafasından da kurgulamıyor. Kendi dışına bakıyor, kanıtlara bakıyor, belgelerine bakıyor, objektif gerçekliğe yaklaşmaya çalışıyor. Bir şeyler gördüğünü düşünüyor ve o gördüğü şeylere bir ad buluyor. Bu ad veya deyimler de, (Thomas Kuhn’un deyimiyle) o anda mevcut bütün bir “bilimsel camia”nın (scientific community) aklına yatarsa, bilinenlere az buçuk uyuyorsa, söz konusu avadanlığın kullanıcılarına anlamlı geliyorsa, en azından bir dönem tutunuyor ve geçerlilik kazanıyor. Yoksa hiç tutunmuyor, baştan bir kenara itiliyor. Teyfur Erdoğdu’nun verdiği bütün örnekler, icat edildikten sonra başarı kazanmış, tutulmuş ve kalıcılaşmış konseptler. Benim hepsiyle problemlerim olabilir ama bu, uydurma oldukları anlamına gelmiyor.
(6) Bilgi teorisinde bir gezinti. Periyodizasyonla başlayalım. Dönemlendirme, biraz bir sergide tablolara uzaktan bakmaya benzer. Yakına sokulduğunuzda her şey karmakarışık fırça darbelerinden ibarettir; herhangi bir şekil, figür, manzara vb seçemezsiniz. Ancak adım adım geriye çekildiğinizdedir ki o fırça darbeleri şurada bir dağa, burada bir ağaca, ortada bir göle, önünde insanlara dönüşür. Bunun gibi, uzun vâdede tarihin belirli dönemleri de kendine has çehrelere bürünür. Var mıdır kendine has çehreleri, kokuları, renkleri – şu veya bu şekilde farklı bir uygarlık dokusu veya kıvamı? Yoksa, şu çağ bu çağ diye bölemeyiz; ancak varsa, birine bir çağ, diğerine değişik bir çağ diyebiliriz. Periyodizasyonlarımızın içsel mantığı, biz her zaman bilincine varmayıp ezberleyerek geçsek de, budur aslında. Böyle büyük farklar gördüğümüz içindir ki bu yaftaları asabilmekteyiz. Belirli bir ampirik gözlem öbeğine dayanmaktadır.
İlkçağ – Ortaçağ ayırımı, örneğin, hiç de keyfî ve rastgele bir ayırım değildir. Avrupa somutunda, bu ayırımın bir yanında (çok kabaca) görece gelişmiş ticaret, parasallaşma ve kentleşme düzeyleri; likiditeye dayalı devletler; kamusal alanda vatandaş siyasası olanağı (demokratia ve res publica); köle ekonomileri; nihayet çoktanrıcı dinler yer alır. Ayırımın diğer yanında, (eski ile yeninin örtüştüğü bir geçiş döneminin ardından ve gene çok kabaca) ticaretin, monetizasyonun ve kentleşmenin geri çekilmesi; fiyefe dayalı devletler; monarşik ve aristokratik hanedan devletleri; bağımlı köylü ekonomileri; nihayet giderek koyulaşan ve yoğunlaşan bir Hıristiyanlık (Ortaçağ Hıristiyanlığı) yer alır. Kuşkusuz hiçbir teorik genellemenin “gri”liği, hayatın “yeşil”liğini tam yansıtmaz. Ama karşımızdaki büyük resim üç aşağı beş yukarı budur.
İmdi, bana sorarsanız hem yararlı hem defoludur bu İlkçağ – Ortaçağ ayırımı. Yararlıdır çünkü belirli bir realiteyi yakalayıp komprime biçimde ifade etmektedir (esasen budur kavramların işlevi; teori yapmak harita yapmak gibidir, bize ölçek küçülterek bütün bir coğrafyayı algılama olanağı verir). Öte yandan kuşkusuz defoludur. Çünkü Avrupa-merkezci bir ayırımdır. Çünkü Avrupa dışı toplumlarda söz konusu ayırım pek görülmez. Çünkü Akdeniz İlkçağı (Eski Yunan ve Roma) yaşanmamış, dolayısıyla örneğin Asya kabileden devlete sıçrayıştan itibaren ortaçağ tipi toplumlara geçmiş ve moderniteye kadar bu hep sürmüş gibidir. Dolayısıyla dünya tarihini (Asyasını, Afrikasını) kolay kolay sığdıramazsınız bu İlkçağ – Ortaçağ ayırımına. (Köle ekonomisi de, likiditeye dayalı devlet de yoktur örneğin. Her şey bağımlı köylüler ve fiyef sistemleridir.) Ne ki, bu eleştiriden geriye dönüp, Rönesansla birlikte, 16. yüzyıldan itibaren oluşan İlkçağ – Ortaçağ – Modernite üçlemesini tümüyle yararsız bir uydurma saymamız mümkün müdür? İcat olmasına icattır gerçi; ama belirli gözlemlere dayalıdır, en azından Akdeniz havzası ve kuzeyinde gerçeğin önemli boyutlarını yakalamaktadır, dolayısıyla eleştirilip düzeltilmeye açıktır, aşılmaya açıktır — ama palavra ve uydurma değildir.
Aynı şey Feodalite ve Mutlakiyet kavram çifti için de söylenebilir. Bunlar da insan zihninin ürünü birer icattır tabii. Hangi insan zihni dersek, bunun da cevabı modern Avrupa elitlerinin düşünce ufku ve tasavvuru olmak zorundadır. Ama bu, faraza 19. yüzyıl tarihçilerinin yıldızlara bakıp hayal kurduğu ve sonra bu kavramları gökten zembille indirdiği mi demektir? İşin daha basit ve somut bir açıklaması var kuşkusuz. Fiyefe (timara) dayalı devletlerde, bir kere fiyef dağıtımı (müteaddit defalar) yaşandıktan sonra, fiyef veren hükümdar ile fiyef alan yönetici sınıf mensupları arasındaki ilişki kâh o yöne kâh bu yöne gidebilir. Fiyef sahipleri fiyeflerini özelleştirme ve irsîleştirmeye çalışır, hükümdarlar ise bu eğilimleri bloke etmeye. Bu halat çekme mücadelesinden farklı iktidar konfigürasyonları doğabilir; kiminde (Avrupa Ortaçağı gibi) merkez zayıf çeper güçlü, kiminde ise (Osmanlı gibi) merkez güçlü çeper zayıf olabilir. Bu, herhangi bir “öz” (örneğin belirli bir üretim tarzı veya zihniyet yapısı) tarafından a priori determine edilmişlik de değildir; açıklaması tarihin rastlantısallıklarında ve siyasetin inişli çıkışlı gidişatında aranabilir.
Bu perspektif, günümüz tarihçiliğinin bize getirdiği daha evrenselci ve toparlayıcı, bütün ihtimalleri düşünen ve çeşitli varyantları kucaklayan bir kazanımdır. Oysa 19. yüzyılda böyle değildi durum. Modern tarihçilik Avrupa’yla sınırlıydı. Tarih bölümleri sırf Avrupa tarihini inceliyordu. Avrupa tarihinde ise Ortaçağ çok geniş yer tutuyordu. Avrupalı tarihçiler, başkasını bilmeksizin kendi Ortaçağ tarihlerine bakıyor, orada bu “zayıf merkez, güçlü çeper” konfigürasyonunu görüyor ve adına Feodalite diyordu. Yani kavram ampirik bir gözlem öbeğinden kaynaklanıyor, belirli bir tarihî realiteyi adlandırmak için kullanılıyordu. Avrupalı Ortaçağ tarihçileri işin kronolojisini ve faktografisini, olgusal yanını (faraza bağıtsal süzeren-vasal ilişkilerini, ya da alt-feodalleşmeyi, fiyef içinden fiyef vermeyi içeren subinfeodare usulünü, fiyeflerin özel mülk haline gelmesini) uydurmuş değillerdi. Bunları görüyor, veri kabul ediyor ve bir ad koyuyor, Feodalite diyorlardı. Bu da bir başka doğum lekesi demekti, zira böylece Feodalite daha baştan Avrupa’ya özgü (Eurospecific) bir şekilde tanımlanmış ve kabaca ademi merkeziyete indirgenmiş oluyordu. Bu tanım hem bir bilimsel ilerleme, hem potansiyel bir kamburdu. Zamanla benzer lâkin Avrupa-dışı köylü toplumlarına, fiyef sistemlerine ve hanedan devletlerine ilişkin bilgiler çoğaldıkça, “o zaman bunlar ne (feodal mi değil mi)” sorusunu beraberinde getirecek ve Avrupa-merkezciliğin düşünsel sınırları zorlanmaya başlayacaktı. Ama oraya gelmeden önce, bir, bu Feodalite kavramının reel bir karşılığı vardı; hangi olgulara işaret ettiğini üç aşağı beş yukarı herkes anlıyordu.
İki, Mutlakiyet kavramıyla tamamlanıyordu. Bu da gene hem ampirik bir temele sahipti, hem de Avrupa’ya özgü bir kavramdı. Çünkü Erken Ortaçağın zayıf kralları zaman içinde güçleniyor ve “kaybettikleri” yüzyıllarda kök salmış bulunan irsî toprak soyluluğunun en azından siyasî ayrıcalıklarını geri almaya koyuluyor; ortaya çıkan yeni iktidar konfigürasyonuna, Avrupalı tarihçiler kendi sınırlı karşılaştırma ufukları çerçevesinde Mutlakiyet diyordu. Mevcut Feodal Monarşiler içinde krallık kurumunun yükselişini anlatmaya çalışıyorlardı. Evet, icat edilmiş bir terimdi ama uydurma değildi. Esasen bu sayededir ki bugün hem işlevini, hem zaafını görerek historiyografisini anlıyor, yazabiliyoruz.
(7) Mesele TTT’nin de “icat edilmiş”liği değil, tümüyle uydurma olması. Bırakalım Teyfur Erdoğdu’nun verdiği birkaç örneği; bugün kullandığımız hemen bütün tarih konseptleri için aynı şeyleri savunabilirim: hepsi spesifik, zaman ve mekân içinde sınırlı insanî öznelerden kaynaklanan “icat”lar, ama uydurma değil; tersine, hepsi belirli tarihsel realitelere karşılık geliyor, iyi kötü bu realiteleri adlandırmaya ve dolayısıyla anlatmaya çalışıyor.
Türk Tarih Tezi’nin durumu ise tamamen, ama tamamen farklı. Burada hiçbir ciddî ampirik gözlem öbeği söz konusu değil. Ne kadar eksik algılansa da belirli bir tarihsel realiteye az çok karşılık gelebilecek bir kestirim veya yaklaşıklılıktan (approximation) söz etmiyoruz. Böyle bir “kavram” değil TTT. Tersine, önce siyasî iradenin talimatı doğrultusunda bir “tez” formüle ediliyor. Sonra, buna uygun “olgular” bulunmaya çalışılıyor. Yani doğrudan doğruya faktografinin, ampirik zeminin kendisi uydurma. Bu süreci, bu sebep-sonuç ilişkilerini günümüz tarihçiliğinin kullandığı anlamda”icat” kategorisinin içine sokmak abes. “Ne var bunda, bu da icatlar içinde bir icat işte” imâsında bulunmak çok yanıltıcı. Palavra ve uydurma kısmen mazur gösterilirse, tarihçiliğin meslek ahlâkının zayıflaması ve görelileşmesinin kapısı aralanmış olur.
(8) Türk Tarih Tezi’ni destekleyecek ciddî alt-tarih çalışmaları yapılabilir miydi? Teyfur Erdoğdu (mealen) icat edilmiş olmasında bir sorun yok, çünkü zaten her şey icat dedikten sonra şöyle devam ediyor: Batılı tarihçiler icat ettikleri Ortaçağ, Feodalite ya da Aydınlanma gibi tarihlerin altını doldurmuş. Oysa bu yapılmamış TTT konusunda. Anlıyoruz ki yapılabilirmiş ama yapılmamış. Bu yüzden başarısız olmuş (gereksiz Latinceleri çıkarıyorum): “Ancak bunların aksine hiçbir ciddi tarihçinin Türk Tarih Tezi’ni destekleyecek ve onu kuvvetlendirecek alt tarih çalışmaları yapmamış olması da tezin raf ömrünün kısa olmasına sebep olmuştur. Neticede bence esas bu son sebep yüzünden Türk Tarih Tezi bir vakıa haline gelememiştir.”
Bu satırlar da Türk Tarih Tezi’ne çok fazla kredi açıyor. İnanışmaz derecede kredi açıyor. Yukarıda (4)’üncü maddemin sonunda, Erdoğdu’nun Türk Tarih Tezi’nin bilimsel dayanak ve yöntemlerle desteklenmesine “yeterince önem verilmediği” ifadesini tuhafsadığımı belirtmiştim. Buradaki cümleler de aynı doğrultuda, TTT’yı “destekleyecek ve kuvvetlendirecek alt tarih çalışmaları”nın yapılabileceğini varsayıyor. Fakat her nedense “hiçbir ciddî tarihçi” bu çalışmaları yapmamış ve “esas bu son sebep yüzünden” TTT tutunamamış, raf ömrü kısa olmuş, bir vakıa haline gelememiş. Bu, tam anlamıyla arabayı atın önüne koşmak demek. Teyfur Erdoğdu’nun yapılabilir dedikleri aslında yapılabilir değil. Çünkü ortada asgarî bir bilimsellik bile yok. Zaten onun içindir ki hiçbir ciddî tarihçi, iktidarın bütün dayatmalarına, afur tafuruna karşın yanına bile yaklaşmıyor Türk Tarih Tezi’nin. Sadece, açıktan ters düşmemeye dikkat ediyorlar (çünkü kovulmak, işsiz kalmak, hattâ sürgüne gönderilmek mümkün, hele Üniversite Reformu adına Darülfünun tasfiyelerinin yapılabildiği bir ortamda). Ama bunun ötesinde, bırakıyorlar Âfet İnan ve benzeri aparatçikler ne yazacaklarsa yazsın. Kendi köşelerine çekilmeye ve bulaşmamaya gayret ediyorlar.
(9) Anlamıyorum. Teyfur Erdoğdu şunu demiş bitirirken:”Ayrıca ırk kuramına dayalı tezlerin II. Dünya Savaşı sonrası büyük oranda terk edilmesi de başarısızlığındaki önemli diğer bir amildir.” Bu tabii yüzde yüz doğru. Ama demek ki sonuçta, TTT’nin iki büyük sorunu var. Bir, tümüyle bilim dışı, sahte-bilim. Bu yüzden hiçbir akademik destek bulamıyor. İki, üstelik ırkçı ve bu ırkçılık konjonktürel: 1930’ların ırkçı ortamının bir parçası; büyük ölçüde Nazizmden besleniyor, ilham alıyor. Nazizm yıkılınca TTT’nin bu ayağı da çöküyor; 1945 sonrasının demokratikleşen dünyası ve Türkiye’sinde, arkasında ideo-politik bir dinamik de, düşünsel-entellektüel bir dinamik de kalmıyor. Fakat Atatürk’ün yarattığı bir teoriye açıktan yanlıştı, saçmaydı, zırvaydı denilemeyeceği için, ilk ve orta öğretimde varlığını koruyor. 1950’ler ve 60’lar boyunca yavaş yavaş silinmeye terkediliyor.
Hal böyleyken, Teyfur Erdoğdu’nun Türk Tarih Tezi’ni neden bilimsel bakımdan daha desteklenebilir ve belki de tutundurulabilir, başarıya ulaşabilir gibi gösteren ifadeler kullandığını anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. Hani meselâ yüzde 60-70 doğru olur da yüzde 30-40’ı sakattır. Öyle değil ki. Tamamı fiktif. Deveye boynun neden eğri demişler; o da nerem doğru ki demiş. Onun gibi. Neresini, nasıl destekleyebilir, yamayabilir, onarabilirdiniz (onarabilirsiniz) bu tezin? Bazı somut örnekler verilirse — örneğin Orta Asya’dakilerin Türk olduğu, medeniyet kurduğu, kentleri ve devletlerinin olduğu, Orta Asya iç denizinin ancak sonra kuruduğu, ancak bundan sonradır ki göç başladığı, devamında Sümerlerin, Etrüsklerin, Hititlerin vb gerçekten Türk olduğu, Hindistan’a giren Aryanların da gerçekten Türk olduğu, Konfüçyüs ve Buda’nın da gerçekten Türk olduğu vb, şöyle şöyle yazılabilecek “daha bilimsel” çalışmalarla biraz desteklenebilirdi denirse — eh, bunun nasıl olabileceğini pek tasavvur edemiyorum ama, proje taslağı da olsa yapılıp önüme gelirse, belki ancak öyle anlayabilirim.