NATO ülkemizin üye olduğu teşkilatlar arasında kamuoyunda en fazla tartışılanların şüphesiz başında gelir. Bu sene üyeliğimizin 70inci yıldönümünü kutladığımız NATO’nun bayrağına veya amblemlerine hiçbir yerde rastlayamazsınız. Bir kutlama faaliyeti olmuşsa, bu kamuoyunun dikkatinden uzak bir şekilde yapılmıştır. NATO üyeliğimizi savunmaya kalktığınız takdirde bazı çevrelerce Amerikan emperyalistlerine uşaklık, dünyanın en büyük terör örgütünün savunuculuğu gibi ipe sapa gelmez suçlamalarla karşılaşırsınız. Bu görüşte olanların arasında NATO’nun değerini en iyi bilmesi gereken emekli subayların yer alması az şaşırtıcı değil doğrusu. Oysa geçenlerde yabancı bir medya organına demeç veren Litvanya Başbakanının arkasında, ülkesinin ve üyesi olduğu AB’nin bayrağının yanında, yine üyesi olduğu NATO’nun bayrağı duruyordu. Bugün de aynı televizyon kanalına verdiği demeç sırasında Polonya Cumhurbaşkanının aynı şeyi yaptığını, NATO bayrağına kendi ülkesi ile AB bayraklarının yanında yer verdiğini gördüm. 40 yıl süren meslek hayatım boyunca herhangi bir Türk liderin NATO bayrağını kullandığını, ya da herhangi bir resmi binada bu bayrağın teşhir edildiğini ne gördüm, ne de duydum. Yani bilmeyen sanır ki Türkiye “emperyalistler” tarafından zorla bu ittifaka sokuldu, imkan olsa çıkmak için yol arayacak. Nitekim, geçenlerde bir siyasi partinin temsilcisi olarak Moskova’ya gittiği anlaşılan bir iş adamı, Rus muhataplarına Türkiye’nin NATO üyeliğinin bir “gençlik hatası” olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiş. Gerçi gençlik hatalarından geri dönüş her zaman mümkün. Neyse ki son yapılan kamuoyu yoklamalarına göre halkın %60’ının desteklediği NATO üyeliğinden ülkemizin vazgeçeceğine ilişkin herhangi bir işaret yok.
Peki Türkiye neden NATO’ya üye oldu? Bunun sebebi gayet basit. Bazı kaynaklara göre tarihte Rusya ile 12 defa, diğerlerine göre 18 defa savaşmışız ve bu savaşların nerede ise tümünü kaybetmişiz. 18inci yüzyılın sonunda, Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasının hız kazanmasıyla Rusya’ya karşı ittifak arayışlarına geçilmiş. O tarihten bugüne kadar, Türkiye başta Rusya olmak üzere karşılaştığı tehditlere karşı ilk önce İngiltere, sonra Fransa ve İngiltere, sonra yine İngiltere, sonra Almanya, sonra yine Fransa ve İngiltere, sonra ABD’de ve en nihayet NATO üyeliğinde destek aramıştır.
Başka hiçbir ülke için de olmadığı gibi ülkemiz NATO’ya kimsenin zoruyla girmemiştir. İkinci Dünya Savaşının sonunda bugünkü Rusya gibi yayılmacı bir siyaset uygulayan Stalin’in SSCB’si ülkemizden zamanında Rus İmparatorluğunun işgali altında 40 yıl geçirmiş Kars ve Ardahan’ı ve ayrıca Boğazlarda üs isteyince, hükümet haklı olarak ilk önce İngiltere’ye sonradan da ABD’ye dönmüş, Truman Doktrini ile ABD şemsiyesinin altına girmiş, bu suretle de Sovyet tehdidi uzaklaştırılmıştır.
NATO 1949 yılında kurulduğunda Türkiye hemen üye olmak istemiş, ancak, NATO’nun esas kuruluş amacını teşkil eden Kuzey Atlantik bölgesine uzaklığı ve o tarihlerde bir hayli zayıf olan silahlı kuvvetlerinin ittifaka getireceği katkının çok sınırlı olacağı görüşüyle bu isteğe olumlu cevap verilmemiştir. Gerçi o tarihte İngiltere Başbakanı olan Clement Attlee, Çanakkale’de Türklere karşı savaştığı için onların ne kadar iyi asker olduğunu bizzat tecrübe ettiğini söyleyerek adaylığımızı desteklemişse de, bu ABD’yi ikna etmek için yeterli olmamıştır. Kore Savaşına katılmamız ve oradaki askerlerimizin üstün performansı ABD’yi ikna etmiştir.
Bundan 15 yıl önce Kore’de Büyükelçilik yaptığım dönemde, kadirşinas Korelilerin düzenli aralıklarla ülkeye davet ettiği gazi gruplarıyla sohbetler orada geçirdiğim yıllardan muhafaza ettiğim en hoş hatıraların başında gelir. Gazilerin savaş sırasında, kıyafet, silah, yiyecek dahil bütün ihtiyaçlarının ABD tarafından karşılandığını anlatmaları, 1950-53 döneminde silahlı kuvvetlerimizin ne gibi imkansızlıklar içinde boğuştuğunun bir göstergesini teşkil ederdi. O tarihlerden 10 yıl kadar önce Çatalca hattında askerlik yapmış olan babam, müttefikleri olan Bulgaristan üzerinden ülkemize saldırmış olsalardı, Almanların tanklarına Balkan Savaşlarından kalma, atların çektiği Fransız imalatı Schneider-Creusot toplarıyla mukabele etmeye çalışacağımızı anlatırdı. Almanya SSCB yerine 1941’de ülkemize saldırmış olsaydı kendimizi savunmamız çok zor belki de imkansız olurdu. Nitekim Haziran 1941’de Hitler’in SSCB’ye saldırması haberi kendisine geldiğinde İsmet İnönü’nün nasıl rahatladığı kayıtlara geçmiştir. Zira, SSCB ile savaşan Almanya’nın ayrıca Türkiye’ye saldırması imkanı yoktu.
NATO üyeliğimizin ve ABD ile ittifakımızın sonraki dönemde silahlı kuvvetlerimizin modernleştirilmesine nasıl büyük bir katkıda bulunduğunu hatırlatmama gerek yok. Türkiye’nin de NATO’ya çok büyük bir katkısı olduğu açıktır. Norveç ile birlikte SSCB ile kara hududu bulunan iki NATO üyesinden birisi olan ülkemiz, bütün Soğuk Savaş boyunca hudutlarının ötesinde 12 Sovyet tümenini meşgul etmişti. Türkiye NATO’da olmasaydı bu tümenler şüphesiz Orta Avrupa’da konuşlanmış olurlardı. Dolayısıyla NATO üyeliğimiz Batı Avrupa ülkelerinin üzerindeki yükü de hafifletmiştir.
Ancak zaman içinde Batıya ve ABD’ye bakış açısının bozulmasıyla NATO’ya karşı tavır da değişmiştir. 1964 yılında o zamanki ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği ve Türkiye’ye verilmiş Amerikan silahlarının veriliş amaçları dışında Kıbrıs’ta kullanılmasına karşı çıkan mektubu bir kırılma noktası teşkil etmiştir diye biliriz. Kamuoyunda bu mektup çok kötü karşılanmış, gençlik hareketleri ABD karşıtlığı üzerinden beslenmeye başlamıştır. O sıralarda devam eden Vietnam savaşı birçok ülkede olduğu gibi ABD düşmanlığını körüklemiştir.
O günden bugüne çok şey değişmemiştir. ABD karşıtlığı, beslenmek için Irak, Afganistan, Suriye, Libya vs gibi konularda epey malzeme bulmuştur. Bugün bazı kamuoyu yoklamalarında ABD en büyük düşman görülmektedir. Hatta, bundan NATO üyeliğimiz de payını almış, NATO askeri darbeler dahil başımıza gelen bir çok felaketin sorumlusu ilan edilmiştir. NATO üyeliği ile bağdaşmadığı bilinmekle beraber ve tüm uyarılar kulak arkası edilerek Rusya’dan S400 füzeleri satın alınmış ancak teslim edilmelerinden bu yana 2 yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen, yazılımları Rusya’nın kontrolünde olan ve kimi hedefleyecekleri de hiçbir zaman açıklanmamış bulunan bu füzeler bir türlü faal hale getirilememiştir. Bundan sonra da çalıştırılabilecekleri şüphelidir. Ancak toplumun tüm katmanlarında yaygın olan Batı düşmanlığının neticesinde 2,5 milyar dolara mal olan bu füzelere harcanan ve fiilen sokağa atılmış olan bu para tartışma konusu olmamıştır.
Son zamanlara kadar NATO’ya bakış açısı da olumsuz iken Rusya’nın Ukrayna’ya sebepsiz saldırısı sonrasında tavırlar değişmeye başlamıştır. Gerçi özellikle TV’lere sık sık çıkan bazı yorumcular, tamamen Rus tezlerini benimseyerek NATO’nun Rusya’yı Ukrayna konusunda tahrik ettiği gibi trajikomik tezler ifade edegelmişler. Ancak Rusya’nın masum Ukrayna halkına reva gördüğü vahşet devam ettikçe bu tezlerin tutarlılığı azalmaya başlamış ve en fanatik Putinperestler dışındakiler söylemlerini değiştirmeye başlamışlardır.
Ve bu arada bundan 1-2 yıl önce Fransa Cumhurbaşkanı Macron tarafından beyin ölümü gerçekleştiği iddia edilen, geçtiğimiz yazki Afganistan fiyaskosundan sonra rolü artan şekilde sorgulanmaya başlayan NATO’nun önemi Ukrayna savaşından sonra tüm müttefikler ve hatta İsveç ile Finlandiya gibi geleneksel olarak tarafsız kalan ülkeler için gitgide artmaya başlamıştır. Ukrayna’nın gerekçesiz işgali ve Putin’in amansız vahşeti tüm Avrupa’nın gözlerini açmıştır. Artık en iyi ihtimalle yeni bir Soğuk Savaş dönemi ile karşı karşıyayız. Bu yeni dönemde Türkiye’nin çıkarlarının Batınınkilerle örtüştüğü, Rusya’dan zaman içinde kaçınılmaz olarak uzaklaşacağı açıktır.
Dolayısıyla ülkemizin bu ortamda NATO’dan çıkma ihtimalinin mevcut olmadığını düşünüyorum. Birkaç fanatik dışında da bunu savunan yoktur. Zaten ülkemiz NATO’dan çıkma çılgınlığını yapacak olsa ertesi gün Kıbrıs girer ve ülkemiz bir NATO üyesinin toprağını işgal ediyor konumuna girer ki bu bizim için ilave ve gereksiz bir baş ağrısı yaratır.
Ancak, ülkemizin NATO’da sesini daha fazla duyurabilmesi için söylemini değiştirmeye başlaması, gerek siyasilerin ağzıyla gerek medya ve bazı üniversiteler tarafından 40-50 yıldır zihinlere şırıngalanan Batı düşmanlığına ve Avrasyacı söyleme son vermek gerektiği açıktır. Bu olmadığı takdirde Türkiye ittifak içinde şüphe ile bakılan ülke konumundan sıyrılamayacaktır. Ve gelişen ortamda bundan en çok kendisi zarar görecektir.