Yanı başımızdaki İran ile ilişkilerimizin en az beş yüz yıllık bir geçmişi var. Üstelik iki ülkenin de bölgenin en büyükleri olmasına rağmen İran’a ilginin ülkemizde çok fazla olduğu söylenemez. Daha önceki bir yazımda da (“Çin nereye?”, 9 Ocak 2023) belirttiğim gibi ülkede 1979 yılından bu yana egemen olan molla rejimine karşı Eylül ayında başlayan ve şu ana kadar kadın, çoluk çocuk en az 519 kişinin katledilmesine, ayrıca dört göstericinin idamına yol açan ayaklanmanın Türkiye’de uyandırdığı ilgi son derece sınırlı kalmıştır. Aslında ilgisizlik sadece İran’da olup bitenlere karşı değil, içine kapanma temayülü gittikçe artan ülkemizde çoğu dış olaya karşı da kendini göstermektedir.
Türkiye ve İran bölgenin sadece en büyük ve kalabalık ülkeleri olarak kalmamış, aynı zamanda tarih boyunca rakip de olmuşlardır. Çaldıran seferinde Osmanlı İran topraklarının epeyce içine girmişti. Karşılıklı seferler, her iki imparatorluğun zayıflamaya başlamasıyla son bulmuş ve iki ülke arasındaki, hatta o zaman Osmanlı toprağı olan Irak ile İran arasındaki hududun da nerede ise tamamı 1639 tarihli Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla belirlenmiş olup, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin en eski dış hududunu teşkil etmektedir.
Aslında iki ülkenin tarihi gelişimlerinde çok büyük benzerlikler var. Aynı zamanda yükselmiş, aynı dönemde zayıflamış iki imparatorluk 19uncu yüzyılın ortasından itibaren de paralel modernleşme yoluna girmiştir. İran 1906 yılında istibdata son vermiş ve meşruti monarşiye geçmiş, Osmanlı İmparatorluğu bunu sadece iki yıl sonra 1908’de yapmış, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında her iki ülke işgale uğramış, Osmanlı Padişahı Vahdettin ile İran Şahı Ahmed, bu işgallere karşı gelememişler, neticede her ikisi de tahtlarını kaybetmişlerdi. Türkiye 1923 yılında Cumhuriyet olmuş, İran’da ise 1925 yılında Rıza Pehlevi Hajar hanedanını devirerek kendi hanedanını kurmuştur. Benzerlikler İkinci Dünya Savaşına kadar devam etmiştir. Atatürk Türkiye’si ve Rıza Pehlevi İran’ı o dönemde hızlı bir modernleşmeye yönelmişler ve modernleşme ile eş anlamlı görülen Batılılaşmaya doğru önemli adımlar atmışlardır. Örneğin her iki ülkede de kıyafet devrimi yapılmış, hem erkekler, hem kadınlar Batı tarzı giyinmeye başlamışlar, hatta İran’da Türkiye’den daha ileri gidilerek kadınların başlarını örtmesi özellikle okullarda ve diğer devlet dairelerinde kanunen yasaklanmış, her iki ülkede de farklı etnilerden oluşan toplulukları tek bir millet haline getirmek için çabalar harcanmış, dinin rolünün azaltılmasına çalışılmış, hatta bir dönem İran’da camilerde cemaatin ibadetini sandalyeler üzerinde oturarak yapması zorunluluğu getirilmiş, her iki ülkede eğitim modernleştirilmiş, sanayinin ve ekonomik kalkınma ile altyapının gelişmesine ağırlık verilmiştir.
Son derece muhafazakâr bir millet olan İran’da bu reformlar halkın önemli tepkisine yol açmıştır. Şii ruhban sınıfının Sünni karşıtlarına nazaran daha bağımsız olması da Rıza Şaha karşı tavır almasını kolaylaştırmıştır. Bu düşmanca tavır oğlu Şah Muhammet Rıza zamanında kuvvetlenerek devam etmiş ve 1979 devrimine yol açan önemli etkenlerden birini teşkil etmiştir.
Türkiye ile İran arasındaki paralellik İkinci Dünya Savaşı ile sona ermiştir. Türkiye, Cumhurbaşkanı İnönü’nün mahirane politikası sayesinde yabancı müdahalelerden korunabilmişken, İran aynı şansa sahip olamamıştır. Kuzeyde Sovyetler Birliğinden, Güneyde de o zaman İngiliz toprağı olan Hindistan’dan gelen Birleşik Krallık tehditlerine karşı Almanya’yı kullanmaya çalışması Rıza Şah iktidarının sonunu getirmiş ve 1941 yılında tahttan indirilerek yine İngiliz toprağı olan Güney Afrika’ya sürgüne gönderilmiştir. Yerine geçen oğlu Muhammet Rıza Birleşik Krallığın ve Savaştan sonra da ABD’nin koruması altına girerek Sovyetlere karşı Batının bölgedeki önemli bir kalkanı olmuştur. Savaş sonrasında Türkiye ile İran Batı ittifak sistemi içinde yer almışlar, İran’ın NATO’ya girmesi söz konusu olamayacağı için Batı yanlısı bölge ülkelerini (Türkiye, Irak, İran, Pakistan) bir araya getiren, sonradan adı CENTO’ya çevrilen Bağdat Paktı onların katılımıyla oluşturulmuştur.
İran’ı Türkiye’den ayıran ve belki de talihsizliğine yol açan bir önemli unsur, zengin hidrokarbon kaynaklarına sahip olmasıdır bence. O kaynaklardan dolayı ülke ilk önce Birleşik Krallığın sonra da ABD’nin çıkarlarının esiri olmuştur. Her iki ülke İran’ın hidrokarbon kaynakları üzerindeki kontrollerini muhafaza etmek için ülkenin içişlerine bitmeyen müdahalelerde bulunmuşlar, İran milletinin Batıya karşı çok da haksız sayılmayacak bir husumet duymasına yol açmışlardır.
Şah Muhammet Rıza’nın Batılılaşma ve modernleşme istikametinde babasının çizdiği yoldan daha mütevazi adımlarla da olsa gitmesiyle zaten Batıya karşı husumet duyan halka molla sınıfının da eklenmesiyle rejime karşı mukavemet artmaya başlamıştır. Petrolden gelen zengin kaynakların İran’ı bir ithalat cennetine çevirmesiyle sanayinin ve petrol dışı sektörlerin gelişmesi engellenmeye başlayınca işsizlik büyümüş ve rejim karşıtlarının sayısı hep artar olmuştur. Diğer taraftan zenginlikle birlikte yolsuzluk da alıp başını gitmiş ve servet uçurumu ilave bir huzursuzluk kaynağı teşkil etmeye başlamıştır.
Aslında 1979 devrimi ülkeyi teokratik bir yönetime teslim etmek için yapılmamıştır. Şaha karşı olanlar sadece mollalar değil, komünistlerden liberallere çok geniş bir koalisyondu. Mollalar belki Komünist Tudeh Partisi ile en iyi organize olanlardı. Ve en önemlisi mollaların Ayetullah Humeyni şahsında bir lideri vardı. Şahın sağlık sorunları nedeniyle mukavemet iradesini kaybetmesi onu mücadeleyi ve ülkeyi terk etmeye sevk etmiş, Humeyni’nin zaferi nispeten kolay olmuştur. Sonrasında belki Fransız İhtilali ile Sovyet Devriminden beri görülmemiş çapta idamlar meydana gelmiş, tüm muhalefet yok edilmiş, ülke dışında sürgünde bulunan bazı muhalifler sokaklarda dahi öldürülmüş ve halen mevcut rejim birkaç sene içinde şekil almıştır. Kadınların sokağa örtünmeden çıkma yasağı 1983 yılında yürürlüğe konmuştur.
Mollaların takip ettiği ABD düşmanlığı politikasının anlaşılır sebepleri olmasına rağmen aşırı bir noktaya götürülmesi, örneğin Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin Şahın ABD’ye sığınmış olması bahanesiyle işgal edilerek tüm personelin bir yıldan fazla rehin alınması ilişkileri bir daha kolay kolay düzelemeyecek bir noktaya getirmişti. O tarihlerden itibaren İran ABD’nin çeşitli yaptırımlarına maruz kalmaya başlamış, ülke muazzam bir petrol ve gaz servetine sahip olmasına rağmen hızla fakirleşmeye başlamıştır. Ülkenin gittikçe yalnızlaşması rejimin halk üzerindeki baskısının artmasına da yol açmıştır. Üstelik bu yalnızlaşmanın ve eski tecrübelerin etkisiyle İran rejimi Batı tarafından devrileceği paranoyasına kapılıp bir nükleer araştırma programı oluşturma sevdasına kapılınca işler iyice karışmıştı. Tabii 9 yıl süren ve ülkeye çok büyük kayıplara mal olan İran-Irak savaşında Batının alenen değilse de zımnen molla rejimine karşı Irak diktatörü Saddam’ı desteklemesi mollaların Batıya daha da şüpheyle bakmasına yol açmıştır. Yine de bu kadar zengin hidrokarbon kaynaklarına sahip bir ülkenin nükleer enerjiye üstelik de kendi teknolojisiyle ve kontrolden arınmış bir şekilde ihtiyaç duymasının nedenleri izah edilememiş ve programın amacının İran’ın yükümlülüklerine aykırı bir şekilde nükleer silah geliştirmek olduğu kanaati tüm uluslararası toplum tarafından paylaşılmış olmuştur. İran’ın bu alanda yolunu kesmek için yapılanlar ayrı bir yazı konusu olup, şimdiki halde başarısız oldukları ve İran’ın nükleer silaha çok yaklaşmasını engelleyemediğini hatırlatmak yeterli olmalıdır.
Gittikçe artan iç baskılara, yalnızlaşmaya, mollaların ve yandaşlarının zenginleşmesine yol açan sınırsız yolsuzluk ve onun sonucu fakirliğe karşı tepkiler özellikle son yıllarda artar olmuştur. İran’ın işlevsel bir demokrasiye sahip olmaması, esas yetkilerin kimseye karşı sorumlu olmayan değişmez dini liderde olması ve onun muhafazakâr kimliği sık sık kanla bastırılan ayaklanmalara yol açmıştır. Arada bir önceki Cumhurbaşkanı Ruhani gibi nispeten hoşgörülü bir şahıs devlet başkanı olduğunda vidalar az bir şekilde gevşetilebiliyor ve halka az da olsa nefes alma imkânı verilebiliyordu.
Ancak şimdiki Cumhurbaşkanı Reisi’nin de en az dini lider kadar muhafazakâr olması halkın sabrının tükenmesine sebep olmuştur. Yeterli ölçüde kapanmadığı gerekçesiyle “ahlak polisi” tarafından Eylül ayında tevkif edilen ve karakolda iken şüpheli bir şekilde ölen Mahsa Amini’nin ardından halk tüm ülkede ayaklanmış ve başlangıçta amaç kıyafet serbestisini elde etmek iken zamanla teokratik rejime son verilmesi, ülkenin gerçek bir demokratik hukuk devletine dönüştürülmesi ve hatta laikliğin kabul edilmesi talepleri öne geçmiştir. Şimdiye kadar kanla bastırılan gösterilerin neticesinin ne olacağını tahmin etmek mümkün değil tabii. 1979 yılından farklı olarak göstericilerin bilinen bir lideri mevcut değil. Yine de ahlak polisinin sokaklardan geri çekilmesi ve örtünme kurallarının gevşetileceğinin açıklanmış olması rejimin endişeye kapılarak en azından bazı alanlarda yumuşamaya gittiğinin göstergesi sayılabilir. Nitekim, anlaşıldığına göre artık en azından büyük şehirlerde kadınların kıyafetine karışılmıyor, başları açık gezenlerin sayısının har gün arttığı gözlemleniyor. Olayların sakinlemeye yüz tutması en azından şimdilik rejimin kendini kurtardığına alamet sayılabilir. Ancak rejimin zırhında büyük bir delik açılmış olup, ayaklanmaların ilk tahrikte tekrar ve daha şiddetli bir şekilde başlaması imkânsız değildir.
Ülkemizde laiklik tehlike altında iken, ülke adım adım İslam cumhuriyeti olma yönünde ilerlerken, ayrıca İran’daki gelişmelerin tersi istikametinde gidilip, kadınların örtünmesini teşvik edecek bir gereksiz anayasa korunması gündeme girmişken İran’ın tüm vatandaşlarımızca daha yakından takip edilmesini beklerdim. Zira sokaklarda din baskısından kurtulmak için canlarını vermeye hazır insanlar mücadele ederken, ülkemizde kadın cinayetlerinin her an arttığı ve bunlara dini kılıflar uydurulduğu bir ortam yaratıldı. Nerede ise 45 yıldır mollaların sultası altında yaşamış olan ve bundan kurtulmak ve serbest bir şekilde yaşamak için büyük bir mücadele veren İran halkına hayranlık duyan benden başka kaç kişi var bu ülkede bilemiyorum. En azından takip ettiğim basında bu konuya rastladığımı pek söyleyemem. Ancak komşumuzdaki olayları daha yakından takip ederek, vakit daha varken ülkemizi İran’ın kurtulmaya çalıştığı badireye itmemekte sonsuz yarar var gibi geliyor.
Ne yazık ki İran’daki iç gelişmelere medyanın kayıtsızlığı iktidar tarafından da paylaşılmaktadır. Başta AB ve ABD olmak üzere tüm demokratik dünya İran’daki katliam ve idamlara tepki göstermeye ve yaptırımlarını güçlendirmeye başladı. Örneğin Avrupa Parlamentosu geçtiğimiz hafta İran’ın paralel silahlı kuvvetleri ve rejimden maddi bakımdan yararlanan kurumların başında gelen Devrim Muhafızlarının ayaklanmaları bastırmadaki rolünden dolayı terörist örgüt listesine alınması çağrısında bulundu. Esad rejiminin Suriye’de ayakta kalmasının en büyük dayanaklarından birini teşkil eden bu örgütün terörist sayılması epeyce anlamlıdır. Ancak tam bu sıralarda iktidarımız İran Dışişleri Bakanı Abdullahiyan’ı Türkiye’ye davet ediyor ve anlaşıldığı kadarıyla onunla hem Dışişleri bakanı hem de Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılan görüşmelerde ne İran’daki insan hakları ihlallerinden ne de idamlardan bahsetme ihtiyacı duyuluyor. En azından basına kapalı bir ortamda İran halkına rejimin reva gördüğü şiddeti tasvip etmediğimizin dile getirildiğini ümit etmek istiyorum. Ancak buna dair bir işarete rastlamak maalesef mümkün olmamıştır. Rejime bu şekilde destek vermek suretiyle iktidarımız evrensel insan hakları değerlerinden ne kadar uzaklaştığının bir örneğini daha ortaya koymuştur.