Bundan iki yıl önce düzenli yazı yazmaya başladığımda ilk yazılarımdan birinin konusu Türkiye’deki Batı düşmanlığı olmuştu. Ne yazık ki aradan geçen iki yıl içinde bu konuda fazla bir değişiklik olmadığını hepimiz gayet iyi biliyoruz. O nedenle konuya yeniden dönme ihtiyacını duyuyorum. Zira Batı düşmanlığının ülkede yayılması aynı zamanda demokratik dünyadan uzaklaşmamıza da yol açmaktadır maalesef. Her geçen gün bunu daha iyi görüyorum. Eminim bu görüşü paylaşanların sayısı az da değildir.
Her gün biraz daha kutuplaşan toplumumuzda sağcı ile solcuyu, dindar ile seküleri, muhafazakâr ile ilericiyi, Kemalist ile İslamcıyı birleştiren bir tek konu var: Batıya karşı şüphe, hatta kin ve nefret.
Oysa geçmişte böyle bir geleneğimiz yoktu. Tersine, Osmanlı İmparatorluğu İkinci Viyana bozgunundan sonra son iki küsur asırlık kalan ömrü boyunca yüzünü Batıya çevirmiş, Batının teknolojisini ilk önce askeri alanda, daha sonra da birçok başka alanda benimsemiş, Tanzimat’tan sonra da devlet yapısı, hukuk, eğitim, kıyafet, dil, hatta müzik, sanat ve edebiyat bile Batı modeli üzerinden yeniden şekillendirilmiş, modernleşme ile Batılılaşma, eş anlamlı iki kelime halini almıştır.
Cumhuriyet ile bu süreç hızlanarak devam etmiştir. Her ne kadar Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarımızın yedi düvele karşı tek başımıza yapıldığı okul kitaplarımızda anlatılıyorsa da, Çanakkale’de ve genelde Birinci Dünya Savaşında Almanya ve Avusturya-Macaristan -ve arada Bulgaristan- ile müttefikliğimizin hem askeri, hem de ekonomik faydaları büyük olmuştur. Örneğin Çanakkale’nin son dönemlerinde Boğaz’ın tepelerine yerleştirilen Avusturya-Macaristan ordusuna bağlı son model top bataryalarının müttefikler tarafından tutulan plajları menzilleri altına aldığı ve o topların İngilizlerin Çanakkale’den çekilmesini hızlandırdığı okullarımızda pek öğretilmez. (Peter Hart, “Gallipoli”, s.411-412). Aynı şekilde Kurtuluş Savaşımızda Sèvres Antlaşmasının imzacılarından İtalya hiç müdahale etmemiş, Fransa da Antep, Maraş ve Urfa’da kısa süren çatışmalardan sonra geri çekilmiş ve iki sene önce 100üncü yılı kutlanan Ankara Antlaşmasını yapmak suretiyle Ankara hükümeti ile daha 1921’de resmi bir anlaşma imzalayan ilk Batılı devlet olmuştur. İngiltere’nin Yunanistan’a verdiği destek söylemde kalmış ve TBMM hükümeti ile ilişkiyi düzenli sürdürmüştür. Hatta İzmir’in kurtuluşundan sonra Boğazlar’ı işgal etmekte olan İngiliz askerlerini Kuvayı Milliyenin yolunu kesmek için kullanmaya kalkan Başbakan Lloyd George’a karşı İngiliz Parlamentosunda isyan çıkmış ve istifa etmek zorunda kalan adı geçenin siyasi kariyeri de böylece sona ermiştir.
Kurtuluş Savaşı bitip de Cumhuriyet kurulduktan sonra ne Atatürk’te ne de İnönü’de Batı düşmanlığı gözlemlenmiştir. Atatürk, reformlarının en önemlilerini yaparken Batıdan esinlenmiş, Medeni Kanunu İsviçre’den, Ceza Kanununu İtalya’dan almıştır. Tabii faşist İtalya’dan alınan bir kanunun yeni kurulan modern bir ülkeye ne kadar uyduğu tartışılabilir ama niyetin Batı standartlarına uyum olduğu açıktır. Çanakkale’de ölen yabancı askerlerin annelerine hitap ederken kullandığı o meşhur sözün Avustralya’da nasıl derin bir etki yarattığını kendi gözlerimle orada gördüm. O sözde düşmanlıktan başka her şey vardır. Atatürk’ün İngiltere Kralı VIII. Edward’ı Kurtuluş Savaşı bittikten sadece 14 yıl sonra İstanbul’da sıcak ve samimi bir şekilde ağırlayışı tarih kitaplarına girdiği gibi herhalde İngiltere’ye düşmanlık duymadığının açık bir göstergesiydi.
Hatay sorununu da o zaman Milletler Cemiyeti adına Suriye’yi yöneten Fransa ile işbirliği içinde çözmüştür. Kendisinden sonra İnönü, İkinci Dünya Savaşı arifesinde o dönemlerde On İki Adaya sahip olan İtalya’dan gelebilecek bir tehdide karşı Fransa ve İngiltere ile ittifak anlaşması imzalamıştır. Anlaşmanın şartları yerine gelmediğinden ve özellikle endişe edilenin tersine İtalya ülkemize saldırmadığı için anlaşmanın hükümleri işletilmemiştir. Buna rağmen, savaş sonrasında Türkiye gerek İnönü, gerek Demokrat Parti zamanında Batı yönlü ittifak politikasını bu sefer Sovyet tehdidine karşı sürdürmüştür. Türkiye Avrupa Konseyine, OECD’ye, NATO’ya girmiş, dış politikasında hep Batıdan yana olmuştur. Örneğin Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği kurtuluş savaşında Cezayir’li savaşçıları değil, Fransa’yı desteklemiştir.
1960’lı yıllarda ABD ile sıkıntıların ilk işaretleri kendini göstermeye başlamıştır. Küba krizi sırasında Başkan Kennedy’nin Sovyet lideri Khruşçev ile yaptığı gerginliği azaltma anlaşmasında ülkemize hiç danışmadan Türkiye’de konuşlanmış nükleer başlıklı Jupiter füzelerini geri çekmeyi taahhüt etmesi soğuk duş etkisi yaratmıştı. Bu füzelerin amacı Türkiye’nin savunması değil miydi? Türk hükümetine sorulmadan nasıl geri çekilirdi? İki yıl sonra müteakip Başkan Johnson’un ABD tarafından Türkiye’ye hibe edilmiş silahların Kıbrıs’a olası bir harekâtta kullanılamayacağına dair mektubu da ilişkilere uzun süre unutulmayan bir darbe indirmiştir. Oysa mektubun üslubu ABD’nin önceki başkanı Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiği (aptallık etme!) mektubunun yanında kibar kalıyordu. Üstelik ABD’nin ortak hedeflere karşı mücadele için verdiği silahların bu hedefler dışında kullanılmasına karşı çıkması maalesef eşyanın tabiatındandır. Nitekim, o tarihten 10 yıl sonra gerçekleşen 1974 Kıbrıs harekâtı üzerine Türkiye benzer sebeplerden dolayı 3 yıl sürecek bir ABD silah ambargosuna tâbi tutulmuştur.
Johnson mektubunun yarattığı kızgınlığın üstüne Vietnam savaşının gençlik üzerinde sebep olduğu infial bindi. Aslında o tarihlerde bütün Avrupa gençliği Vietnam savaşından dolayı ABD’ye karşı kızgınlık duymakta, her tarafta ABD bayrakları yakılmakta, ABD temsilciliklerinin önünde sürekli gösteriler düzenlenmekteydi. Türkiye’de ayrıca ABD Büyükelçisinin otomobili yakılmış, üniversite gençliği ABD denizcilerini İstanbul’da denize atmakla böbürlenmiş, daha sonra Ünye Radar Üssü’nde çalışan İngiliz ve Kanadalı teknisyenler rehin alınmış ve Kızıldere’de öldürülmüştü. Ancak Vietnam savaşının ABD mağlubiyetiyle bitmesinden sonra diğer ülkelerde bu kızgınlık unutuldu gitti. Bizde ise kaldı.
ABD karşıtlığının pekişmesinin başlıca sebebi 1960’lı yıllardan itibaren ülkemizin de emperyalizmin kurbanları arasında olduğu söyleminin özellikle sol çevrelerde geliştirilmesidir. Aslında bu söylemi geliştirenler Türkiye Cumhuriyeti’nin bir imparatorluğun halefi olduğunu unutmuşlardı. Kimisi Osmanlı İmparatorluğunun Batı imparatorluklarından farklı olduğunu, sömürgeci ve baskıcı olmadığını öne sürerler. Bu kısmen doğru olmakla beraber, Balkanlarda ve Arap dünyasında bıraktığımız hatıranın çok sevimli olmadığı da bir gerçektir. Örneğin Beyrut’un önemli bir meydanının, Cemal Paşa’nın 1916’da orada astırdığı Arap milliyetçilerinin anısına “Şehitler Meydanı” adını taşıdığı pek hatırlanmak istemez. Tüm Arap dünyasında fethetmediğimiz tek ülke olan Fas, bu özelliğiyle çok övünür.
Yine de bu emperyalizmin kurbanı söylemi gerçeklere pek uymasa da epey kök salmıştır. Oysa, Türkiye, bir Hindistan veya Cezayir’den farklı olarak hiçbir zaman asırlarca sömürge olmamış, bağımsızlığını kaybetmemiştir. Kurtuluş Savaşı ve İstanbul’un işgali 3-4 yıl sürmüştür. Tabii ki yaşanan o felaketler çok büyüktür ama 20inci yüzyıl tarihinin bu tür felaketlerle dolu olduğu, Avrupa’da nerede ise her ülkenin savaş, işgal, katliam, kıtlık vs yaşadığı unutulmakta, yaşadığımız acı tecrübelerin benzeri olmadığı efsanesi kafalara yerleştirilmektedir. Belki bizim özelliğimiz, sayfayı çevirmekten aciz olmamız, hep geçmişte yaşamamız ve Sèvres sendromundan kurtulmakta yaşadığımız güçlüktür denebilir. Tarihten ders çıkarmak şüphesiz önemlidir ama sadece geçmişte yaşamak yanlış olup, ileriye bakmasını bilmek de gerekir. Cumhuriyeti kuranlarda olmayan bu yaklaşımın sonraki nesillerde hortlaması da ilginç bir özelliktir.
ABD karşıtlığı 1960’lı yıllarda ilişkiye girmeye çalıştığımız Avrupa bütünleşme hareketine de kuşku ile bakmamıza katkıda bulunmuş ve genelde Batı karşıtlığına dönüşmüştür. Örneğin, “Onlar ortak, biz pazar” söylemi Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ilişkileri yönetmekle sorumlu çevrelere hâkim olmuş ve 1970’li yıllarda birçok fırsatı kaçırmamıza yol açmıştır. Meslek hayatım boyunca Batıya karşı duyulan antipatinin asker-sivil-siyasetçi yönetici kadroda ne kadar kuvvetli olduğunu her devirde ve her seviyede gözlemlemişimdir. Dünya görmüş, eğitimli, dil bilen ve Batı kültürünü ve hayat tarzını benimsemiş kişiler arasında bu duygunun ne kadar kuvvetli olduğuna hep şaşmış ve kendi kendime izah edememişimdir. Bu yüzdendir ki Türkiye Avrupa bütünleşme hareketine hiçbir zaman samimi bir şekilde sarılmamıştır.
Son 50 yılda siyaset sahnesine gittikçe kuvvetlenerek giren İslamcı hareketlerin Batı karşıtlığını izah etmek daha kolay. Nihayet, onların değerleri Batı değerlerinin tamamen dışındadır, seküler yaşam tarzını reddederler ve en azından bir bölümü imkân olsa şeriat rejimini ihdas etmek ister. Batının hayat tarzına, değerlerine, kültürüne karşı husumet duyar, sürekli bir mücadele atmosferinin sürdürülmesini isterler. Bu onların tabiatında vardır ve şaşırtıcı değildir. Tabii o hareketlere mensup kişilerin çocuklarını Batıda eğitmelerini ve bir çok örnekte gördüğümüz gibi orada kalmalarını istemeleri içinde bulundukları birçok tezattan sadece biridir. Kendi iç ve dış politika hatalarını örtbas etmek amacıyla her fırsatta ABD ve çeşitli Avrupa ülkelerine sataşanların Rusya’ya ve Çin’e karşı sessiz kalmaları da ayrıca ilginçtir. Örneğin, Rusya’nın Ukrayna’ya bir yıl önce saldırması Batı düşmanı solcularımız tarafından nerede ise alkışla karşılanmış, Rusya’nın sebep olduğu korkunç katliamlar görmezden gelinmiştir. Gerçi son zamanlarda bu katıksız Putin hayranlarının sesinin kesildiğini memnuniyetle gözlemliyorum. Diğer taraftan Müslüman dünyanın liderliğine oynayanların Müslüman Çin Uygurlarının uğradıkları insanlık dışı muameleye karşı sessiz kalmaları görmeye alıştığımız tezatlardan sadece biridir. Burada İslamcıların Avrasyacılarla aynı paralelde hareket etmeleri de dikkat çekicidir.
Ancak, seküler hayat tarzını ve kültürünü benimsemiş kişilerde Batıya karşı husumetin devamı şaşırtıcıdır. Kökeninde bir hayli mübalağalı ayrımcılık ve haksızlığa uğrama efsanesinin bulunduğu şüphesizdir. Oysa yukarıda da belirttiğim gibi fırsat varken Türkiye’yi o tarihlerde yöneten asker-sivil egemen sınıflar Avrupa bütünleşmesine sırtlarını çevirmişlerdi. Neticede ülkedeki tüm siyasi cereyanlar Batıya karşı her gün husumet kustukça kamuoyunun da bundan etkilenmemesi mümkün değildi. Özellikle son yıllarda Suriye politikasında yapılan hatalar, IŞİD’e karşı mücadelede samimi ve güvenilir bir müttefik olmadığımız izlenimini yaratan ifadeler başta ABD’ye olmak üzere Batıya karşı husumetin artmasına yol açmıştır. Yapılan yoklamalarda halkın çoğunluğunun en büyük tehdit olarak ABD ve çeşitli Avrupa ülkelerini görmesi o nedenle şaşırtıcı değildir. Örneğin son günlerde Kadir Has Üniversitesi tarafından yayınlanan “Türkiye Eğilimleri Araştırması 2022” adlı çok değerli çalışmada ABD Türk halkının gözünde %57,6 ile en büyük tehdit olarak görülmektedir. Türk halkının en fazla iş birliği yapılmasını istediği ülkeler ise %23,3 ile Müslüman ülkeler olup, ABD %12,6’nın ve ilginç bir şekilde AB sadece %6,1’in desteğini alabilmektedir.
Neticede bugün ülkemiz genelde Batıdan ve özellikle Avrupa’dan gittikçe uzaklaşmaktadır. Batıdan uzaklaştıkça da Batının belli başlı değerleri olan demokrasi, hukuk ve ferdi hürriyetlerden de uzaklaşmaktadır. Bundan zarar görenler ve daha da görecek olanlar, seküler kesimlerdir maalesef. Keşke bunun farkında olsalar da söylemlerini değiştirseler. Ne yazık ki seküler yönlerinin ağır bastığına inanmak istediğim muhalefet partilerinin söyleminde de bu yönde umut verecek bir şey göremiyorum.