UEFA, 2008’den beri Respect (Saygı) başlığıyla bir sosyal sorumluluk projesi yürütüyor. Projenin amacı ırk, cinsel kimlik, milliyet, din ve engellilik açısından çeşitliliği destekleyecek yönde çalışmalar üretmek. Respect kampanyasında ilke olarak dört temel belirlenmiş: Irkçılıkla mücadele, engelli sporseverlerin erişimini iyileştirme, spor yoluyla sağlıklı yaşam ve taraftarlar arasında kültürel diyaloğun kurulması. Tahmin edilebileceği gibi kültürel çeşitlilik ve ırkçılıkla mücadele kampanyanın asıl çıkış noktasını oluşturuyor.
‘Respect’ takım kadrolarına yansımış durumda, Fransa milli takımı ya da Premier League’den herhangi bir takım sahaya Kuzey Afrika karması gibi çıkabiliyor. Tribünde etkisi oluyor mu? Belki şiddet olaylarının azaldığı söylenebilir, ama örneğin Arda Güler korner direğine yaklaştığında tribünden pet şişelerin yağması Avrupa’da da milliyetçiliğin henüz ergenlik çağından çıkmadığını gösteriyor. Galibiyeti getiren golleri atan Merih, maç sonunda bozkurt işaretiyle ortalığı birbirine katıyor, Almanya dışişleri bakanı müdahil oluyor, bir anda saçma sapan bir diplomatik kriz doğuyor.
Ayrımcılıkla mücadele sadece UEFA’nın gündemi değil. Herhangi bir Netflix dizisinde konu dönüp dolaşıp Afro-Amerikan bireylerle ilgili ön yargılara ya da homofobi yergisine dayanıyor. Hatta bazen bu gündem, seyir zevkini hiçe sayacak derecede, kör gözüne parmağım seviyesinde didaktik olabiliyor, “Öf!” dedirtebiliyor. Örneğin Stand-up gösterilerinin yarısından çoğunu ayrımcılık karşıtı içerik oluşturur, kimi zaman “ofansif” bulunsa bile güncel mizahın büyük ölçüde ırkçılığa ve homofobiye savaş açtığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Global sanat dünyasında da ayrımcılığı destekleyen ya da en hafif tabirle hoş gören çatlak sesler sayılıdır. Eğitim dünyasında da – en azından kağıt üstünde – ayrımcılığı önlemeye yönelik müfredatların işlendiğini biliyoruz. Batı ülkelerinde ve ‘gelişmekte olan’ diye tabir ettiğimiz geç modernleşme evresindeki ülkelerde durum böyle.
Yani yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca – ki bu süre en az iki taze kuşağın filizlenmesi için yeterlidir – ayrımcılığın ortadan kaldırılması üstüne çaplı bir kampanya yürütülmüş. Ayrımcılığa maruz kalabilecek bireylerin hassasiyetleri kılı kırk yararcasına incelenmiş, kategorize edilmiş hatta birçok ülkenin yasalarınca suç sayılmaya başlamış. İnsanlarla kalmamış, hayvanların refahı için bile harekete geçilmiş. Bazı hayvanların elbette, bize şirin görünenlerin…
Sonuç?
Kıta Avrupasında radikal sağ yenilenmiş, diri ve genç bir dalga olarak kabarıyor. İtalya’da 1977 doğumlu Meloni, geçmişte İtalyan faşistlerinin yarattığı Gençlik Cephesi’nden süzülüp yükselmiş bir lider. Göçmen karşıtlığını anti-emperyalizmle harmanlayan fırsatçı bir politikacı. Afrika’nın sömürülmesinde bütün kabahati Fransa’ya yükleyip tertemiz bir İtalyan kimliği icat ediyor. Hıristiyan, muhafazakar, aile değerlerine bağlı. Eşcinsel evliliğine ve LGBT bireylerin evlat edinmesine karşı. Kadın Anti-Netflix olarak doğmuş, stand-up gösterilerini hiç komik bulmuyor ve korkutucu derecede ciddi.
Fransa’da Marine Le Pen’in belirleyici aktör olarak ortaya çıkması, Almanya’da sağ / milliyetçi hareketlerin yükselişe geçmesi…
Hepsinin ortak noktası göçmen krizi. Faşizme karşı yürütülen kararlı kampanyalar bireylerin özgürlüğünü genişleten noktalarda işliyor, ama kısıtlı kaynakların paylaşılması ihtimali ortaya çıktığında kimse ‘Ensar’ olmak istemiyor.
Türkiye, Batı’nın çeşitlilik tanımıyla başından beri barışık değil. Sadece yarar umduğu meselelerde Batı demokrasisin kavramlarına başvuruyor. Bununla birlikte, Suriye iç savaşından beri dünyada en yüksek sayıda sığınmacının barındığı ülke konumunda. Suriyeli sığınmacılara Afganistan, İran, Pakistan, Irak gibi ülkelerden gelen kaçak göçmen akışı eklenince ortaya birçok Avrupa ülkesinin kıyamet senaryosu gibi göreceği bir durum çıktı. Devlet, hep yaptığını yaptı ve meseleyi kabaca ele alıp topluma havale etti. Herhalde karıştır-barıştır anlayışıyla halkın sığınmacı ve göçmenleri benimseyeceği, hiç değilse alışıp dert etmeyeceği var sayıldı. Ya da hiçbir şey var sayılmadı, mevlam neyler, neylerse güzel eyler kavlince bir karara varıldı.
Netice ne oldu? Ellerinde meşalelerle sokak sokak gezip sığınmacıların yaşadığı evleri, çalıştığı iş yerlerini, araçlarını kundaklayan korkunç kalabalıklar türedi. Kayseri’de bir mahallenin Kristal Geceyi yaşamasına ramak kaldı. Yurdun başka mahallelerinde de benzer alevlenmeler yaşandı. Resmi açıklamaya göre olaylara karışanların çoğu zaten sabıkası olan, suç kaydı kabarık kimselermiş… Bununla avunmalı mıyız?
Milliyetçilik yükselişte. Sahi ne zaman düşüşteydi? Bu yükselişten tedirgin olanlar radikalleşme eğilimlerinin en sert önlemlerle bastırılmasını talep ediyor. Yabancı düşmanlığı söz konusu olduğunda resmi yaklaşım da bu şekilde. Olaylar o kadar ciddileşti ki, siyasi gıdasını sığınmacı karşıtlığından temin eden Ümit Özdağ bile itidal çağrısında bulundu. Fakat toplum açısından durum ne? Acaba toplumun bütününde Kayseri’deki olayları hani diyorlar ya, amasız fakatsız kınama talebi var mı? Yoksa büyük bir çoğunluk yabancı düşmanlığı karşısında en fazla sessiz kalmayı tercih edecek naif radikallerden mi oluşuyor?
Milliyetçiliği, hatta faşizmi eleştirmek, yerden yere vurmak, karşısında sert önlemler almak, yasalar çıkarmak çalışmıyor. Daha doğrusu bu uygulamalar, belli bir refah seviyesinde yaşayabilen topluluklar içinde iş görebiliyor. Aslında refah sağlayan kaynaklarda bir azalma olmasa bile hiçbir kültür yabancıları koşulsuz bağrına basmıyor. Soykırımdan kaçmaları, din kardeşi olmaları, uzaktan akraba sayılmaları hiçbir şeyi değiştirmiyor. Öyle bir şey ki yirmi yıl önce gelen göçmen bugün gelen göçmenden rahatsız oluyor. Bugün Türk toplumu haklı olarak İsrail karşısında Filistin halkının yanında… Ancak Filistinliler mecbur kalıp bu topraklara sığınmaya başlasa Suriyelilerden farklı bir muamele görecekleri şüphelidir.
Milliyetçiliğin eleştirisi milliyetçiliğinden kendisinden daha eski. Daha beteri özellikle Türkiye’de milliyetçilik eleştirileri bu karmaşık olguyu abese indirgeyerek anlamaya çalışıyor. Eleştirenler meseleyi ırkçılık ve resmi tarih yazımından ibaret görüyorlar. Halbuki faşizm bile tam olarak ırkçılık demek değildir. Dolayısıyla alternatif üretmeye ya da çözüme yönelik bir söylem geliştirmeye gelince bu eleştirinin sahipleri Türkiyelilik ya da Türkiye Edebiyatı gibi türev kavramlara saplanıp kalıyor. Sanırım, güncel sosyal bilimlerin hemen her olguyu ‘icat’ ya da ‘yapıntı’ gibi değerlendirme alışkanlığının bir devamı bu fikir- milliyetçilik bir 19. YY icadıysa pekala şimdi de icat çıkarılabilir. Çıkarılamaz mı? Çıkmıyor işte.
Çünkü böyle büyük kavramsal önerilerin toplumda bir karşılığı yoksa bile işlemesi için pragmatik bir içeriği olması gerekiyor. Türklere, Türkiyeliliği önerdiğinizde bir taviz beklemiş oluyorsunuz. Böyle bir tavizi milliyetçiliğin eleştirisine ikna olmuş bir entelektüel siyaseten doğru bulabilir ya da belki etik bir sorgulamayla kendini bu geçiş için sorumlu görebilir; çünkü kendi pozisyonu açısından bu kabul aslında avantajlıdır. Ama çoğunluğu bu tavize razı etmek pek mümkün değil. Öyle ya da böyle hayat olanağı sunan istikrarlı bir değerler sistemini bir vaat ya da idealist etik bir duruş adına toplum terk etmez. Dolayısıyla Türkiyelilik çağrısı da ancak pragmatik bir karşılığı olan kesimlerde kabul görüyor. Sözgelimi yayıncılığın ve medyanın bir bölümünde ya da akademide bu tür kavramsal değiş tokuşlar benimsenebiliyor; çünkü Türkiyelilik kabulu bu sektörlerin imajına ve içinde oldukları dar ama ayrıksı ağdaki pozisyonlarına olumlu etki ediyor.
Milliyetçilik – radikal unsurlarını da katarak konuşalım – pragmatiktir ve mevcut dünya sisteminde toplumların refah ve güvenlik seviyelerini sağlayabilmek adına belki de elzemdir. Birey olarak milliyetçi olmayı saçma bulmak mümkün, bunun felsefi köklerini irdelemek ve mutlak bir anlamsızlığa erişmek, şu ya da bu yüzyılda ‘icat’ edildiğini söylemek, gülünç yanlarını göstermek, boş gurur olarak işaretlemek, zenginlerin yoksulları savaşa sürmek adına yarattıkları bir yalan olduğunu iddia etmek mümkündür. Ancak bu soyut mümkünler, pragmatik açıdan son derece işlevsel çözümler üreten bir mega-ideolojinin değerini düşürmez.
Milliyetçilik dünya sisteminin özü. Bugün dünya ulus-devletler biçiminde var oluyor ve millet olma fikri toplumlara güvenlik, refah ve benimsedikleri değerleri kuşaklarca taşımak adına etkin bir örgütlenme becerisi sağlıyor. İşçi sınıfına dayalı ideolojiler ilk dönemlerinde enternasyonalist bir çizgi izleme eğilimindeydi, ancak halkların kendi kaderini tayin hakkı göz ardı edilmedi. Edilemedi. Halk ve millet ayrı şeyler midir? Türkçedeki kafa karışıklıklarından biri de bu- aslında ‘halkların kardeşliği’ derken kastedilen de açıkça ‘milletlerin kardeşliği’… Keşke her şeyi ayan beyan ifade edebilsek.
Milliyetçiliğin pragmatik yönünü göz ardı edip topluma baktığımızda yağmacı topluluklarla herkesi kıran geçiren militarist bir devletten başka bir şey göremeyiz. Halbuki milliyetçilik aynı zamanda bir örgütlenme aygıtıdır. Sokak çetelerinin, mafyanın, lümpenlerin ve ajanların eline bırakılmayacak kadar değerlidir. Futbol maçlarında holiganların diliyle ortaya çıkabilir ama futbol maçlarından sonra verilecek barış mesajlarıyla yönetilemez.
Açıkçası solun en radikal formlarında da milliyetçiliğin sıkça devreye sokulduğunu görüyoruz. Etnik kimlikler bir örgütlenme biçimi haline geldiğinde milliyetçiliğe dönüşmüş demektir. Kürt hareketinin milliyetçi bir damarı olmadığını söyleyebilir miyiz? Hatta kimilerine göre başat Kürt hareketi milliyetçilik yönünden sağa daha yakın bile görülüyor.
Dünyanın bütün işçileri birleşmiyor. Bunun yerine işçi sınıfları mensubu oldukları milletin burjuva sınıfıyla uzlaşıyor, bir denge yaratıyor. En azından Batı demokrasilerindeki görüntü böyle. Anlaşılabilir. Almanya’da işçi sınıfı, Türkiye’deki işçi sınıfıyla birleşse kaybı kazancından çok olur, Almanya’nın işçisi de (pekala Almancıları da buna katabiliriz) bu acıklı dengeyi seziyor. Türkiye, Batı ülkeleri gibi ucuz emeği ithal etme becerisine sahip değil. Örneğin Suriyelileri Suriye’de düşük ücretle çalıştırıp ürettikleri katma değeri ekonomimize kazandırmayı becerseydik bundan işçiler de burjuvalar da memnun olurdu, Suriyelilerin çalışkanlığını, Suriye ekonomisinin geleceğini över dururduk.
Öte yandan göç dalgası kaçınılmaz. Artan nüfus, iklim krizi, savaşlar, ekonomik krizler üçüncü dünyayı yaşanmazlaştırdıkça insanlar refah ülkelerine yönelecek. Canları pahasına denizleri geçecek, sınırları yıkacak. Maalesef Türkiye, akarsuyun yatağında dev bir baraj olma yolunda. Doğru yönetilmezse bu baraj taşacak. Refah ayrıcalığından pay alan dünyanın küçük bir azınlığı. Hatta Türkiye periferde sayılsa bile bu refah seviyesinin uzağında değil. Hal böyle olunca dünyanın başka bölgelerinde temiz suya erişimi bile olmayan kalabalıkların hayatın mümkün olduğu yerlere akın etmesi durdurulabilir mi? Silahlarla belki, bir yere kadar. O durumda da kapalı alanlarda boğulan yoksul milletler Kuzey Kore tipi militarist ve yıkıcı devletler üretecek. Yani milliyetçilik sağlıklı bir organ gibi işlemediğinde öldürücü bir tümör olarak gelişecek. Açıkçası üçüncü dünya ülkelerindeki refah düzeyini yerinde yükselten önlemler uygulanmadıkça bu dalgayı durdurmanın bir yolu yok.
Göç dalgası karşısında toplumun milliyetçilikle reaksiyon vermesi doğal değil mi? Göçün en azından filtrelenmesi ve yavaşlatılması adına önlem alınmasını bekleyemezler mi? Kayseri’de yaşanan olayları tasvip etmiyoruz, evet, ama tasvip etmemek ile bu meseleyi çözecek miyiz? Daha beteri, sığınmacı karşıtlığıyla başlayan reaksiyon toplumun başka meselelerdeki davranışını da belirleyecektir. Acil çözüm üretilmesi gerekiyor, ama at gözlüğüyle görüp karşılığı olmayan kavramsal önerileri konuşmak yerine toplum nezdinde ederi olan, insanların kendisi için bir yarar gördüğü değerler üretmek gerekiyor.