Son haftaların önemli tartışmalarından biri, malum, Bakanlığın yeni önerdiği müfredat konusu; bitmeyen “maarif” davası da denilebilir. Lafın gelişi tartışma desem de, konunun bütün kesimlerce gerçek anlamda ne ölçüde tartışıldığı ya da tartışılabildiği, müfredatın en tartışmaya açık yanı belki de. Tartışmadan çok, karşı eleştiriler ve buna karşı, örtük bir kof ideolojik tavırla bildiğinden şaşmayan bir diretmenin yarattığı çatışma hali, görülen. Bir de, müfredatın adından başlayarak Nurettin Topçu ve Necip Fazıl’a atıfla içeriğin ideolojik yanlarını açık etme çabası var bolca. Yerden yere vurma çabası da diyebiliriz rahatlıkla.
Tam bu noktada, (Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’nun kolayca aynı torbaya atılmasının safdilliğini şimdilik bir tarafa bırakarak!) eleştirenlerle eleştirilenlerin birleştiği bir ortak yan var. Nurettin Topçu söz konusu olduğunda her iki tarafın da onu yeterince bütüncül ve derinlemesine anlamadan, eserlerindeki çelişkilerin üstesinden yeterince gelemeden, kendi ideolojik görüşlerine kolayca “meze” yapma arayışları, ironik bir biçimde çok benzer. İronik diyorum, zira Nurettin Topçu’nun yazılarının belki de en özgün yanlarından biri, kendi kendini dar ideolojik kullanımlara karşı koruyucu bir içeriğe sahip olması, tam da bu her iki çevreye aynı anda ve çoğu kez aynı nedenlerle karşı çıkmış olması, hem “Batıcı” hem de karşıt kesimleri aynı şeyin tersi ve yüzü olmakla suçlamasıdır.
O nedenle, ister milliyetçi-muhafazakâr cenahtan, isterse İslamcı ya da sol-sosyalist taraftan olsun fark etmeksizin, Nurettin Topçu’ya göndermelerle yapılan müfredat eleştirileri ciddi şekilde sorunlu ve aynı nedenlerle oldukça malul. Nurettin Topçu’nun bütün bu tartışmalara neden olan kitabı Türkiye’nin Maarif Davası (Dergâh Yayınları) esasında eğitimin her türden ideolojiden bağımsız (ne dediğimi gayet bilerek!), tam bir özgür alan haline getirilmesi için yazılmış bir kitaptır. Kitabın ruhu başından sonuna bu iki tarafın yaptığının farklı biçimlerde aynı olduğunu açıklama çabasıdır. Esas meselesi, eğitimin ve bilimin -ne kadar ulvi olursa olsun- başka hiçbir şey için bir araç olamayacak kadar kendi amacı olan idealler olduğunun anlaşılmasıdır. Hakikat aşkı, her türlü ideolojinin üzerinde insan olmanın ve her türlü inancın en yüce özüdür.
Daha yakından, evet, Türkiye’nin Maarif Davası, özellikle muhafazakâr-milliyetçi camianın çok sevdiği, fazlasıyla önemsediği ve genç öğretmenlere sürekli salık verilen bir eserdir. O nedenle gerçekten de müfredatla ilgili tartışmalara adının karışması ve onun da fikirlerine gidilerek eleştirilere dahil edilmesi oldukça anlaşılır. Ama anlaşılır olmayan, Topçu’nun zannedildiği kadar anlaşılır bir isim olduğu zannına bu derece kolay ulaşmış olan her kesimden entelektüelin, bu denli çok oluşu.
Hayır, Nurettin Topçu, aynı anda Hitler’e ve Gandi’ye hayran, hem sosyalist hem milliyetçi hem de bunların hiçbiri denebilecek görüşlere sahip olmadığı, zannedilenin aksine bugünkü siyasal mânâsıyla İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, neredeyse bütün hayatını buna karşı mücadeleye adamış, dinin siyaset için araçsallaştırılmasından dehşete kapılan, anlaşılması en zor entelektüellerimizden biridir. O nedenle, içi boş küçültmeler en az içi boş yüceltmeler kadar cehalet göstergesidir.
Daha açık bir deyişle, Topçu’yu anlamak için bütün eserlerini dikkatle ve derinlemesine okumak, hayatını, yaşayışını iyi bilmek, çelişkilerinin üzerine giderek görüşlerini bütüncül bir çerçevede berraklaştırmak, ideolojik duygusal tepkileri ve onun ısrarla belirttiği gibi hükmü en sona bırakmak icap ediyor, ama bunun için öncelikle hakikaten hakikatle ilgilenmek gerekiyor galiba ve tam da yine Topçu’nun demeye çalıştığı gibi, ülkemizde bu durum pek nadir gerçekleşiyor.
Söz konusu kitap, iktidar çevrelerince çok seviliyor çünkü “teknik” bir eser zannediliyor (tıpkı İslamcı ve milliyetçi zannedildiği gibi!). Kitapta, Topçu’nun “kendi camiasına” yönelik eleştirilerinin diğer kitaplarındaki kadar yer tutmaması, eğitimle ilgili fikirlerinin çok yakıcı bir ihtiyaca karşılık gelmesi ve onun hem Doğu’yu hem de Batı’yı bilen bir isim olması gibi nedenler de bunda oldukça etkili (Müfredatın ruhunda da zaten milli bir ruhla, kendimiz olarak dünyaya ve evrensele açılalım, tarihi birikimimizi her alanda bugünün çağdaş düşüncesi ve bilimsel gerçekleriyle yeniden üretelim düşüncesi fazlasıyla kendini belli ediyor). Kitabın en etkili yanı ise, Batı’nın ilmini almakla ilmini taklit ederek alıyormuş gibi yapmak arasındaki oldukça ince ve bir o kadar korkunç fark ile her ikisinin kompleksli bir şekilde bütünüyle reddetmekten farklı olmadığını güçlü şekilde gösteriyor olmasıdır denebilir. Bununla da kalmıyor; taklidin en büyük yarayı eğitimde ve müfredatta açtığını, tam da bu yüzden hakikatle bağını yitirmiş bir toplum olarak daha uzun yıllar şu an olduğu gibi gerçek bir fikri tartışma yapamadan ileri geri konuşup, ideoloji yarıştırıp ömür çürüteceğimizi belirtiyor.
Yani kitap aslında zannedildiği gibi bir ideolojik amaç taşımadığı gibi, tam aksine bir ideoloji-karşıtlığını içeriyor. Kitabı okuyan insanların kolaylıkla bu dediğimi çürüten örnekler bulup getirebileceklerini bilerek, ısrarla bunun bir ideoloji kitabı olmadığını ama asla teknik bir el kitabı gibi de görülemeyeceğini ileri sürüyorum. (Bunun için kitabı olduğu kadar Topçu’yu da okumak gerekiyor!) O nedenle, isterseniz ne demek istediğimi kitaptan -insanların her nedense pek göremediği- bazı alıntılarla ve Topçu’ya ait görüşlerle bir ölçüde ortaya koymaya çalışayım.
Topçu daha Önsöz’de siyasetin bir zamanlar olduğu gibi ilme tabi olmaktan çıktığını, cahil insanların alimmiş gibi ulemaya nüfuz ettiğini, hakikati bilme aşkı ve tutkusu demek olan bilimi birtakım ideolojilere, güç arzusuna ve gündelik menfaatlere tabi kılınma çabalarının bizi taklitten öteye götüremediğini belirterek başlıyor. Bütün bunların halktaki gerçeğe ulaşma arzusu ve bu uğurda mücadele etme kudretinde önemli bir tahribata neden olduğunu, taklidi aslıyla karıştıran bir toplum yarattığını söylüyor. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki her türlü taklit -sonucundan bağımsız olarak- siyasi bir içerik taşır ve esas nedeni kolay yoldan güce ulaşarak zayıflıklarından kurtulma arzusudur. O nedenle Topçu, sadece yeni açılan okulların Batı taklitçiliğini eleştirmiyor; aynı ölçüde eski eğitim sisteminin ve medreselerin de çok benzer şekilde taklitten öteye geçemediklerini belirtiyor: “Son iki asırda birçok müesseseler ve mektepler açıldı. Ancak bu mekteplerde eskinin taklidi yerine moda kelimesiyle ifade olunan yeninin taklidi yer aldı; Avrupa, körü körüne taklit edilmek istendi. Mektepler açıldı; bunlarda yeni ilimler okutuldu. Lakin ilim sevgisi aşılanmadı; alimin üstünlüğü ve cemaat içindeki önderliği telkin edilmedi. Çünkü ilme gerçekten inanılmadı. İlim, bizim hayati menfaatlerimiz için vasıta olarak, şekil halinde istismar edilmek istendi; teknik putlaştırıldı.” (s.12).
Topçu için, “hakikat aşkı” ve “ilim sevgisi” dediği gerçeği bilme tutkusu, başka bir yerden alınabilir bir şey değildir. Ancak kendi içimizden çıkabilir. Şahsiyetin ayrılmaz parçasıdır. Bilim, sonu nereye çıkarsa çıksın, ucu kime ya da hangi görüşlere dokunursa dokunsun gerçeği olduğu gibi almayı, sonunu düşünmemeyi gerektirir ve bu anlamda tıpkı bir din gibidir. Hangisi olursa olsun din denilen şey, hakikat inancıdır çünkü. Her şeyin bir gerçeği ve ona ulaşmanın en değerli ibadet olduğuna inanmadır. Onun için gerçek anlamda dinin yegâne anlamı ve amacı hakikat sevgisi ve arayışıdır, bilim ve eğitim bunun için olmadıkça içi boş bir insan öğütme mekanizmasıdır. Böyle düşündüğü için dönüp baktığında ilk olarak İslam dininin temsilcilerinin -kendini Müslüman zannedenlerin!- perişan haline, gerçeğin bataklığa dönüşmüş hallerine çatar ve sonra hem eski hem de yeni mektebi aynı nedenlerle reddeder (tel’in eder daha doğru sanki!):
İslam’ın sahipleri, bugün bu hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dini örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dini vazifelerini yapmamaktadır. Onların bu yetersizlikleri devam ettikçe, daha doğrusu asırlardan beri İslam dünyasını uyutan sözde din adamları yerlerini, her şeyden evvel, hakikat ihtirasına sahip, fazilet mücahidi, cemaatin beynine ve kalbine girmiş idealist bir münevver zümreye terk etmedikçe milli mektebi kuracak ruh meydana gelmeyecektir… Milli mektebimiz ne medresedir, ne de çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bugünkü mekteptir. ” (s.12-13).
Topçu açısından “milli mektep” denilen şey henüz yoktur. Olmayan bir şey için ideolojiktir nitelemesi yaptığını söylemek de, ne denir, ironilerin ironisi. Tam aksine, milliyetçi hamaset ve dini taassup onun için eğitimin önündeki en önemli engeldir, tıpkı seküler yeni taassup gibi:
Eski taassuba denk bir madde taassubu ortaya çıktı. İşin en fenası, bugünkü taassubun karşısına dikilenler, ilk yıkılış devrinin ölü kaidecileridir… Kendilerinde ne gerçek bir din anlayışı ne felsefe ne ilim, ne de sevgi var. Kin ile çevrildikleri bir cemaati asırların gerisine götürmek için çabalıyorlar. Sözde dini neşriyat ve çalışmalarla İslam’ı yeniden canlandırmayı hedef tutan bir cereyanın önderleri ise istismarcılar, menfaatçi ve cahil kimselerdir. Sahtekâr mürşitlerin bütün hareketleri, bu hallerin açık delili olduğu halde, ellerindeki taassup vesikasıyla daha uzun zaman bu cemaati aldatabileceklerdir. (s. 22)
Eskiden kara kaplı kitaplar düşüncenin ve bilimin önündeki en önemli engelken, şimdi de bilimsellik adına içine düşülen ve aşağılık kompleksinin bilime dayanarak giderilmesi olarak kendini gösteren acıklı hallere işaret eder: “Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lakin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi… bizde boğmuş bulunuyor. Vaktiyle karakaplı kitap hükümlerimizin tek salahiyetli sözcüsü idi. Modern Amerikan neşriyatı veya o memleketin müesseseleri bugün aynı işi yapmaktadır.” (s.23).
Kitap, başından sonuna böyle, eğitim alanında Cumhuriyet sonrası yapılanların gerekli bir ihtiyaçtan kaynaklandığını fakat eskiyi yıkarken ruhunu ve felsefi köklerini de yok etmeye çalıştığı için bilime ulaşmak isterken toplumu ondan uzaklaştırdığını ve taklitten başka seçeneği kalmadığını anlatır. Hem eskiyi hem de yeniyi savunanlara karşıdır. Ne Batı satıcılığı yapan seküler inkılapçı ne de eski satıcılığı yapan şeriatçının eğitimde kurtuluş çaresi üretebileceğine inanır:
Cumhuriyet devrinin inkılapçıları harekete geçtiği zaman eskilerin yapacakları bir şey kalmamıştı, ‘Şeriat gidiyor’ diye yaygara koparanlar nikah kaçakçılığına başladılar. Kendilerine din adamı dedirtenlerin kafasında yeni cemiyetin düzenine dair hiçbir fikir yoktu. İslam adalet istiyor, ama adalet nasıl bir düzen içinde sağlanır? İslam eşitlik dinidir, lakin eşitlik hangi rejimin eseri olabilir? Bu meselelerin hiçbiri hocanın kafasında yer almamıştı. Bu sebepten, yeni devrin eskiyi temelden yıkan garpçılığı, serbestçe ve şiddetle hayata hâkim oldu…Bunların karşısında ruhlarının selametini dini yaşayışta arayanların hali daha acıklıdır. Bugün yaşatılan İslam kültürü ruhla bağlarını koparmış bir iskelet, ilme ve hakikat sevgisine düşman, ilkel toplumların yaşattığı dar kaidecilikten başka bir şey değildir. (s.40).
Diğer bir nokta: Topçu için düşüncenin ve bilimin hayat bulması için özgürlük en temel gerekliliktir. Bir felsefeci olarak Descartes’in “hür olmayan düşünce düşünce değildir” sözüne yürekten bağlıdır. Buradan hareketle öğretmenin düşünce özgürlüğünün en ileri savunucusudur: “Diyebiliriz ki hür olmayan muallim muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkumiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (s. 72) İlerleyen sayfalarda daha da ileri gider, dersin içeriğinin ancak ve sadece o dersin hocası tarafından belirlenebileceğini söyler ve muallimin özgür iradesini adeta takdis eder: “Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri ve istiklali olmalıdır. Bu bakımdan en iyi mektep, ekseriya müdürsüz mekteptir. Teftiş bir merasimdir ve bazen da bir darbedir.” (s. 96) İleri giderek şu bile denebilir ki Topçu dar ve dikte edici manasıyla bir müfredat karşıtıdır. Öğretmenin kendi dersinin içeriğini bağımsız biçimde oluşturmasını, hangi dönem hangi konunun okutulacağına kendisinin karar vermesini ister.
Bitirirken diyebilirim ki, yeni müfredatın amacı, eleştirildiği gibi eğitimi “dinileştirmek” veya milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyi eğitim yoluyla tahkim etmek, birtakım yeni kurucu değerler aşılamak mıdır, bilmiyorum; ama çok net bildiğim bir şey var ki Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabı, zannedilenin tam aksine özgürce bilim yapan bir nesil için her türlü seküler, dini ve milliyetçi ideolojiyi eşit derecede reddeden, sorgulayıcı ve eleştirel bir anlayışın ürünüdür.
Ve belli ki bu haliyle hem günümüz iktidar çevrelerinin önde gelenlerine, hem de karşı görüşten eleştiricilere henüz birkaç gömlek bol gelmektedir.