Türkiye toplumu değişiyor mu, yoksa değiştiğini mi sanıyoruz? Hangi alanlarda dönüşüm yaşanıyor, hangi konularda köklü alışkanlıklar aynen devam ediyor? Toplumun güven duyduğu kurumlar hangileri? Göçmenler, dindarlık, yurtdışına gitme isteği ve siyasi güven krizi gibi başlıklar altında neler değişiyor? Memleket hakkında bol keseden atmak istemeyenlerin başvuracağı “Türkiye’nin Toplumsal Haritası: TGSS 2024” raporu, bu sorulara cevap arayan en kapsamlı ve en yeni sosyal araştırmalardan biri.
Bu araştırma, Türkiye’nin farklı sosyo-ekonomik kesimlerinden insanları temsil edecek şekilde oluşturulmuş, bilimsel ve sistematik bir yöntemle hazırlanmış bir toplumsal analiz sunuyor. Titizlikle yürütülen ön eleme ve veri temizleme süreci sonunda 2.615 anket geçerli kabul edilerek analiz edilmiş.
TGSS 2024, yalnızca bugünün fotoğrafını çekmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumun yıllar içindeki değişim trendlerini de anlamamıza yardımcı oluyor. Göçmen algısından dindarlık ve laiklik ilişkisinin karmaşıklığına, aidiyet ile yurtdışında yaşama isteğinin iç içe geçmesine, siyasete duyulan güvenin çöküşüne kadar birçok çarpıcı sonucu ortaya koyuyor. Ancak rakamlar kadar önemli olan bir şey de bu eğilimlerin neye işaret ettiği, neyin değiştiği ve neyin değişmediğidir.
Aidiyet yüksek, valizler hazır
Araştırmanın belki de en çarpıcı paradokslarından biri, vatana aidiyet duygusu ile yurtdışına göç etme isteğinin aynı anda zirve yapması. TGSS verilerine göre toplumun %81’i kendini Türkiye’ye ait hissediyor; oldukça yüksek bir oran. Yani duygusal bağlar kuvvetli, memleket sevgisi sağlam. Ne var ki aynı katılımcıların neredeyse yarısı (%49’u) fırsatını bulursa yurt dışında yaşamak istediğini de ifade ediyor. Bu, “ya sev ya terk et” denklemini de bozan bir durum. İnsanlar ülkesini sevdiklerini söylüyor, fakat ilk uygun şartta bavulları toplama eğilimindeler.
Neden böyle? Bu çelişkinin ipuçları, “ülkem güzel ama geleceğim belirsiz” cümlesinde saklı sanki. Gençlerle sohbet ettiğinizde, çoğunun Türkiye’yi kültürünü, insanını sevdiğini ama işsizlik, enflasyon, ifade özgürlüğü gibi meseleler yüzünden geleceklerini yurtdışında aramak istediklerini duyuyorsunuz. TGSS 2024 de tam bunu yansıtıyor: Ülkeye duygusal bağlılık yüksek, fakat yaşam koşullarına dair memnuniyetsizlik göç arzusunu körüklüyor.
Bu sadece Türkiye’ye mahsus bir olgu değil elbette. Dünya genelinde de, ekonomik ve siyasi belirsizlik yaşayan toplumlarda benzer beyin göçü eğilimleri görülüyor. Gallup’ın 2022 küresel araştırmasına göre dünya genelinde insanların %36’sı imkânı olsa başka bir ülkede yaşamak istediğini söylüyor; gençlerde bu oran %44’e çıkıyor. Yani neredeyse her iki gençten biri küresel çapta valizini hazırlamaya hazır. Türkiye’nin %49’luk oranı ise bu dünya ortalamasının üzerinde; adeta Gana, Nijerya gibi yüksek göç verme potansiyelli ülkeleri andırıyor.
Burada “vatan sevgisi” ile “gelecek kaygısı” arasındaki gerilim belirginleşiyor. Kişiler ülkesini terk etmeyi istemiyor belki, ama mevcut gidişat onları buna zorluyor. Aidiyet duygusu yüksek olsa da işsizlik ya da düşük yaşam standardı bu duyguyu bastırabiliyor. Yüksek tahsilli kesim, genç profesyoneller yurt dışında daha iyi bir hayat arayışına girerken, geride kalanlar arasında da “gitme imkânım olsa ben de giderdim” diyenlerin sayısı artıyor. Bu da toplumun ruh halinde bir çatallaşmaya yol açıyor: Kalpler Türkiye’de, akıllar ve hayaller ise sınır ötesinde. Pasaport kuyruğunda bekleyen veya beklemeyi planlayan onca genci düşünün; ülkeye olan sevgilerinden mi, yoksa ülkeden umudu kestiklerinden mi oradalar? Soru acı, ama maalesef gerçek.
Göçmenlere bakış: sertleşen tutumlar
Türkiye’de son yıllarda göçmenlere yönelik toplumsal algı barometresi bir hayli soğuk. TGSS 2024 araştırması, halkın ülkedeki göçmen sayısını ciddi biçimde abarttığını ve bu konuda kaygı düzeyinin yükseldiğini gösteriyor. Katılımcıların yarısı Türkiye’deki göçmen oranını %16 veya üzerinde tahmin etmiş – gençlerde bu oran ortalama %21’e çıkıyor. Gerçekte resmi rakamlar bunun çok altında olsa da toplumun algısı gerçeklerin epey ilerisinde seyrediyor. Bu algısal kopukluk, korkuların ve söylentilerin rasyonel verilerin önüne geçtiğine işaret ediyor.
Algıdaki bu sapma, tutumlara da sert biçimde yansımış durumda. Suriyeli mültecilere dair yaklaşım büyük ölçüde olumsuz: Halkın %86’sı Suriyelilerin ülkelerine geri gönderilmesi gerektiğini düşünüyor; Türkiye’ye tamamen yerleşmelerine razı olanlar sadece %7’de kalmış. Entegrasyon politikalarına destek düşük, geniş kesimler mültecileri ekonomik yük olarak görüyor. Nitekim yarıya yakını göçmenlerin ekonomiyi olumsuz etkilediği kanısında, %63’ü onların iş piyasasında haksız rekabet yarattığını düşünüyor. Toplumda kültürel çeşitliliğe olumlu bakanlar beşte bir bile değil (%19), buna karşılık %78 gibi ezici bir çoğunluk göçmenlerin suç oranlarını arttırdığına inanıyor. Tablonun tamamı, bir zamanlar “misafir” olarak görülen insanların artık neredeyse istenmeyen yabancılar haline geldiğini anlatıyor.
Bu sertleşen tutumlar elbette sadece Türkiye’ye özgü değil; küresel ölçekte de benzer rüzgârlar esiyor. 2015’te Avrupa’daki sığınmacı krizinin ardından pek çok ülkede göçmen karşıtlığı yükselişe geçmişti. Örneğin ekonomik krizdeki Yunanistan’da dahi halkın %82’si yeni göçmen istemiyordu ve %74’ü göçmenleri ülkeye yük olarak görüyordu. Ancak yine de insani duyarlılık tamamen kaybolmuş değil: Aynı ankette Yunanların %69’u, savaş ve şiddetten kaçan mültecilere kapıların açık tutulmasını desteklediklerini belirtmişti. Türkiye’de ise bu insani tolerans artık neredeyse yok denecek düzeyde. Ülke, yıllardır dünyanın en fazla sığınmacı barındıran devleti olmanın yorgunluğunu yaşıyor. Avrupa’da kamuoyu ikiye bölünmüşken, Türkiye’de genel bir konsensüsle “artık yeter” noktası hâkim. Bu durum hem ekonomik sıkıntıların bir yansıması hem de sosyal entegrasyonun istenen düzeyde gerçekleşmemesinin sonucu. Dünya genelinde göç konusunda endişeler yükselse de Türkiye’deki kadar kitlesel bir geri gönderme talebi nadir görülen bir sertlik olarak kayda geçiyor.
Dindarlık ve laiklik: Bir arada mümkün mü?
TGSS 2024’ün inanç ve değerler alanındaki bulguları, Türk toplumunun din konusunda karmaşık ama bir bakıma özgün bir denge arayışında olduğunu gösteriyor. Öncelikle rakamlar, Türkiye’nin hâlâ büyük oranda inançlı bir ülke olduğunu teyit ediyor: Katılımcıların %94’ü Allah’a inandığını belirtmiş (üstelik %89’u bundan zerre şüphe duymadığını söylüyor). Ancak iş ahiret inancına geldiğinde bu oran %77’ye düşüyor. Yani Allah’a inandığını söyleyen her beş kişiden biri, ölümden sonra hayat olduğuna inanmıyor. Halbuki İslam inancına göre ahirete iman, imanın şartlarından biri. Eğer bu ölçüt esas alınacaksa, Türkiye toplumunun %77’si Müslüman, %17’si ise “Allah’a inanıyorum” dese bile klasik İslami tanımlara göre Müslüman sayılmıyor. Bu, toplumun inanç haritasında yeni ve ilginç bir kırılma noktasına işaret ediyor.
İbadet pratiklerinde de benzer bir çelişki göze çarpıyor. Toplumun %67’si kendini “dindar” veya “çok dindar” olarak tanımlıyor, ancak her zaman veya sık sık namaz kıldığını belirtenlerin oranı %40. Hiç kılmayan ya da nadiren kılanlar ise %36. İslam alimlerine göre namaz, dinin direği ve dindarlığın en temel pratik göstergesi olduğuna göre, buradaki fark dikkat çekici. Eğer dindarlığın ölçütü “kendini dindar hissetmek” değil de namaz gibi pratik ibadetlerse, Türkiye toplumunun %40’ı gerçekten dindar. Bu durumda, kendini “dindar” olarak tanımlayan yaklaşık her üç kişiden biri, namaz kılmadığı halde dindarlık iddiasında bulunuyor.
Bu durum, toplumun inanç ve pratik arasında giderek büyüyen bir uçurum yaşadığını gösteriyor. Dini inanç, bireyler için hâlâ güçlü bir kimlik unsuru; ancak bu inanç her zaman bireyin yaşam pratiğine aynı oranda yansımıyor. Özellikle genç nesillerde dinin kimlik boyutu korunurken, pratik ibadetlere verilen önemin azaldığı göze çarpıyor.
Öte yandan, Ramazan orucu tutma oranı (%76) oldukça yüksek seyrediyor. Oruç, toplumsal boyutu olan bir ibadet olduğundan, namaza kıyasla daha geniş bir kabul görüyor olabilir. Başörtüsü oranları da benzer şekilde %54 ile toplumun yarıdan fazlasında hâlâ yaygın bir uygulama olarak devam ediyor. Ancak bu veriler inancın bireysel ibadetten çok, toplumsal aidiyet ve alışkanlıklarla daha fazla bağlantılı hale geldiğini düşündürüyor.
Bütün bu veriler, Türkiye’de inancın varlığını güçlü bir şekilde sürdürdüğünü, ancak dindarlığın pratikle olan bağlarının giderek esnekleştiğini gösteriyor. Kendi inanç tarifini oluşturan, geleneksel tanımların dışında bir “seçmeli dindarlık” anlayışının yaygınlaştığı söylenebilir. Kimisi Allah’a inanıyor ama ahirete inanmıyor, kimisi dindar olduğunu söylüyor ama namaz kılmıyor. Bu yeni dinî profil, Türkiye’nin modernleşme sürecinin inanç dünyasında nasıl bir dönüşüme yol açtığını anlamak açısından önemli bir ipucu sunuyor.
Bir diğer ilginç kısım ise toplumun laiklik ilkesine dair veriler. Katılımcıların %82’si “Din ve siyaset ayrı tutulmalıdır” görüşüne katılıyor, yani din işlerinin devlet işlerinden uzak olmasını istiyorlar. Yine %84 gibi büyük bir çoğunluk “Laik bir ülkede din özgürce yaşanabilir” diyerek din ile sekülerliğin bir arada mümkün olabileceğine inanıyor. İlk bakışta bu değerler laiklik anlayışının toplumda benimsendiğini düşündürüyor. Ne var ki sonraki sorularda karşımıza bambaşka bir eğilim çıkıyor: Toplumun yarısından fazlası (%56), Anayasa’da hiçbir maddenin Kur’an ile çelişmemesi gerektiğini savunuyor. Yani yasalar ilahi hükümlere aykırı olmamalı diyen hatırı sayılır bir kitle var. Dahası, her iki kişiden biri de (%48) medeni kanunların Meclis tarafından İslami hukuka uygun şekilde çıkarılması gerektiği fikrine destek veriyor. Bu, doğrudan şeriat talebi olmasa da İslami referanslı yasalar arzusunun toplumun neredeyse yarısında mevcut olduğunu gösteriyor.
Peki bu nasıl mümkün oluyor? Bir yanda laiklik, öbür yanda din devleti özlemi gibi görünen talepler… TGSS sonuçları bu noktada bize önemli bir içgörü sunuyor: Toplumun hatırı sayılır bir kesimi, din ile laikliği birbirine zıt kutuplar olarak görmüyor. İnsanlar muhtemelen “Devlet işinde din baskın olmasın ama devletin yasaları da dine aykırı olmasın” gibi, ilk bakışta çelişkili görünen bir dengeyi kafalarında kurmuş durumdalar. Bu yaklaşım, Türkiye’nin modern tarihinde gördüğümüz seküler devlet-vatandaş dindarlığı formülünün bir devamı aslında. Halkın zihninde laiklik, dinsizlik demek değil; tam tersine din özgürlüğünün güvencesi olarak bile algılanıyor. Nitekim “Laik ülkede din rahat yaşanır” diyenlerin %84 olması, laikliği din karşıtı değil, dinin huzur içinde var olabileceği bir zemin olarak gördüklerine işaret. Öte yandan, “yasalarda dinin yeri olsun” diyenlerin oranı da azımsanmayacak düzeyde olduğu için, bu kesim laiklikten anladığı şeyi Fransa tipi değil, Türk usulü bir sentez şeklinde yorumluyor olmalı. Belki de “Devlet dine karışmasın, din de devlete ilham versin” gibi nüanslı bir yaklaşım söz konusu.
Burada, Türkiye’ye özgü bu tutumun dünya ile benzer ve farklı yönleri üzerine düşünmek gerekiyor. Birçok Müslüman toplumda dinin kamusal alandaki rolüne dair benzer ikilemler mevcut. Örneğin Endonezya, Mısır, Pakistan gibi ülkelerde halkın büyük çoğunluğu şeriatın resmi hukuk olmasını isterken, demokrasi ve modern kurumları da desteklediklerini beyan edebiliyor. 2013’te yapılan kapsamlı Pew araştırmasında, Güney Asya ve Orta Doğu’daki Müslümanların %70’ten fazlası ülkelerinde şeriatın resmî hukuk olmasına sıcak baktıklarını söylemişti. Türkiye ise o dönemde bu konuda en düşük destek oranına sahip ülkelerden biriydi: Sadece %12 gibi çok küçük bir kesim şeriat isterken, çoğunluk laik düzeni onaylıyordu. Aradan geçen on yılda tablo kısmen değişmiş görünüyor. TGSS’nin bulguları, Türkiye’de şeriata (veya en azından dini referanslı yasalara) destek oranının artık azınlık olmaktan çıkıp toplumu ikiye bölen bir mesele haline geldiğini gösteriyor. Bu belki de son yıllardaki siyasi iklim, iktidarın din vurgusu ve toplumsal değerlerdeki kaymanın bir yansıması. Ancak halen nüfusun öteki yarısı da laiklik ilkesinden yana ve dinin siyasetten ayrı kalmasını istiyor. Bu gerilim, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde sosyo-politik rotasını belirleyecek temel fay hatlarından biri olmaya aday.
Toplumun dini kompozisyonuna dair algılar da bu bağlamda önemli. Yıllardır duyageldiğimiz “Türkiye’nin %99’u Müslüman” söylemi, TGSS verilerinde bir parça revizyona uğruyor. Evet, ezici çoğunluk hâlâ kendini Müslüman olarak tanımlıyor ama alt kırılımlarda ilginç dağılımlar var. Ankete katılanların %68’i Hanefi mezhebine ait olduğunu söylerken, %12’si Şafii olduğunu belirtmiş. Alevi olduğunu beyan edenlerin oranı ise sadece %3,6 – kamuoyunda sık sık %8-10 telaffuz edilse de ankette daha düşük- çıkmış. Caferi (Şii) mezhebine mensup olduğunu belirtenler %0,3 ile marjinal bir düzeyde kalıyor. İlginç bir grup da kendini hiçbir mezhebe ait görmeyenler: Katılımcıların %6,3’ü “hiçbir mezhebe ait hissetmiyorum” demiş, ayrıca %7,6’lık bir kesim de bu soruya net cevap vermekten kaçınmış. Muhtemelen bu gruplar içinde ateist, deist veya sadece “Müslümanım ama mezhep önemli değil” diyenler var. Nitekim Allah’a inanmıyorum diyenler %4 civarında çıkmıştı. Demek ki %99 efsanesi içinde farklı tonlar belirmeye başlamış durumda: Sünni çoğunluk hâlâ baskın olsa da, hiçbir mezhep aidiyeti olmayanlar başta olmak üzere azınlık inanç grupları ve inançsızlar toplumun mozaiğinde kendine yer açıyor.
Bu dini yelpazenin çeşitlenmesi, algıları da değiştiriyor. Eskiden kamusal söylemde neredeyse görünmez olan “ateist” ya da “deist” kimlikler bugün daha aşina. Ancak TGSS verilerine göre toplumun büyük kısmı bu kimliklere mesafeli, hattâ soğuk bakıyor. Farklı kesimlere duyulan yakınlık ölçümünde halkın en yakın hissettiği kimlik “Müslüman” kimliği olmuş (10 üzerinden 7,93 yakınlık puanı). En uzak durulan kimlikler ise ateist (0,72 puan) ve deist (0,99 puan) olarak ölçülmüş. Alevi kimliğine yakınlık puanı da epey düşük kalmış (2,19). Bu bulgular, toplumda inançsızlara ve ana akım dışı inanç gruplarına karşı mesafenin hâlâ çok fazla olduğunu, onların tam anlamıyla “bizden biri” olarak görülmediğini ortaya koyuyor. Yani çoğunluk kendisi dışında kalan inanç kimliklerini zihninde ötekileştirmeye devam ediyor. Bu da toplumun dini kompozisyonu değişse bile algısının değişmesinin daha zaman alacağını düşündürüyor. Bir kesimde “toplum dinden uzaklaşıyor mu?” endişesi varsa bile, veriler geniş kitlelerin halen dindarlığı sahiplendiğini ve inançsızlığı marjinal gördüğünü gösteriyor.
Kurumlara güven: Asker gökte, siyaset yerde
Gelelim toplumun kurumlara ve aktörlere güven meselesine. TGSS 2024, yıllardır farklı araştırmalarda da gördüğümüz çarpıcı güven makasını net biçimde doğruluyor: Türkiye’de en güvenilen kurum açık ara Türk Silahlı Kuvvetleri, en az güvenilen ise siyaset kurumu. Rakamlarla konuşursak, orduya güvenenlerin oranı %72 ile zirvede, siyasi partilere güvenenler ise sadece %8 ile dipte. Polis teşkilatı da ordudan sonra %59 ile yüksek sayılabilecek bir güven oranına sahipken, dini cemaatler (%12) ve siyasetçiler (%6) diplerde geziniyor. Hattâ siyasetçi, toplum nezdinde en güvenilmez meslek grubu olarak görülüyor – her 100 kişiden 94’ü siyasetçilere pek güvenmediğini ima ediyor- diyebiliriz. Bu tablo, Türkiye’de uzun süredir konuşulan kurumlara güven erozyonunun en keskin halini ortaya koyuyor.
Aslında, askere yüksek güven – politikacıya düşük güven ikilisi Türkiye’ye özgü bir olgu değil, dünyada da oldukça yaygın bir trend. Pek çok ülkede halk, günlük hayatında karşılaştığı veya yakın bulduğu kurumlara daha çok itimat ederken, siyasetçileri ve partileri güvensiz bulma eğiliminde. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan son Gallup anketinde Kongre’ye (meclis) duyulan güven sadece %7 ile tarihin en düşük seviyesinde çıktı; buna karşılık orduya güven halen %64 ile çoğunluk düzeyinde seyrediyor. Yani Amerikalı da kendi siyasetçisine bizim kadar az güveniyor diyebiliriz. Avrupa ülkelerinde de siyasi partiler genelde güven listelerinin en alt sıralarında yer alıyor.
Bu durum, siyasetin kutuplaştırıcı ve sık sık hayal kırıklığı yaratan bir yapıya bürünmesinden kaynaklanıyor olabilir. Seçim vaatleri, skandallar, çıkar kavgası derken politik aktörler halkın gözünde itibar yitirirken; ordu, polis, öğretmen, doktor gibi meslekler daha “hizmet” odaklı ve siyaset üstü görüldüğünden güven tazeliyor.
Türkiye’de ordu geleneğinin güçlü olması, TSK’nın tarihsel olarak kendini halkın koruyucusu konumunda konumlandırması da bu güvende rol oynuyor elbette. Her ne kadar son 10-15 yılda askerin siyasetteki nüfuzu azalmış olsa da TSK hâlâ toplumun en kurumsal ve milli birlik sembolü olarak algıladığı yapı konumunda. Darbe girişimi gibi olaylar sonrası sarsıntılar yaşandıysa da TGSS verileri güvenin yeniden pekiştiğini düşündürüyor. Öte yandan siyaset kurumu, özellikle partiler üstü güven veren bir performans sergileyebilmiş değil. İktidar ya da muhalefet fark etmeksizin partilere güvenin %8 gibi uçurum dibinde olması, halkın partilerden ve politikacılardan umudu kestiğine işaret. “Bunlar kendini düşünür, halka bir faydası yok” algısı yaygın olmalı ki, siyaset kurumu toplumsal güven kredisi açısından iflas bayrağını çekmiş görünüyor.
Bu güvensizlik sarmalı içinde, ilginç bir detay da dini oluşumlara duyulan düşük güven. Dini cemaat ve tarikatlara güven sadece %12 seviyesinde kalmış. Yani toplum dindar ama dini yapıları da pek güvenilir bulmuyor. Bu da 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan FETÖ travması ve genel olarak kapalı cemaat yapılarının toplumda yarattığı tedirginlikle açıklanabilir. İnsanlar dindar olsa da din adına hareket ettiğini söyleyen yapılara mesafeli yaklaşabiliyor. Belki de “din Allah’la kul arasındadır, bu yapılar menfaat peşindedir” diye düşünen ciddi bir kitle var.
Küresel dalgada yerel renkler
TGSS 2024 araştırmasının çizdiği toplumsal manzara, küresel trendlerle yerel dinamiklerin iç içe geçtiği bir resim sunuyor. Bir yandan göçmen karşıtlığı, gençlerin gelecek arayışıyla ülke dışına yönelmesi, siyasilere güvensizlik gibi unsurlar, dünya genelinde pek çok toplumda gördüğümüz ortak temalara benziyor. Milliyetçi refleksler, “önce can” diyen ekonomi kaynaklı tavırlar evrensel bir yükselişte. Ekonomik sıkıntı yaşayan her yerde insanlar dışarıdan geleni tehdit olarak algılıyor, kendi düzenini iyileştirmek için çareyi başka diyarlarda arıyor, mevcut düzene öfkesini de politik aktörlere duyduğu güvensizlikle gösteriyor. Bu anlamda Türkiye, dünyanın 2020’ler ruh halini yansıtan bir ayna gibi.
Öte yandan, Türkiye’nin toplumsal dokusuna has bazı renkler de resmin içine sinmiş durumda. Dini hayatın hâlâ çok güçlü olması fakat bunun yanı sıra laiklik fikrinin de geniş kabul görmesi, belki ancak Türkiye’de bu denli bariz yaşanan bir ikilem. Dinin toplumsal hayattaki yeri konusunda Türkiye, sekülerleşmenin daha belirgin olduğu bazı coğrafyalardan farklı olarak inancın kamusal alanda varlığını sürdürdüğü, ancak dini kuralların doğrudan toplumsal düzeni belirlediği toplumlarla da birebir örtüşmeyen bir denge içinde bulunuyor. Toplum hem dindar kalmak hem de modern dünyanın seküler değerlerine sahip çıkmak istiyor, zaman zaman bunu başararak zaman zaman bocalayarak. Yine benzer şekilde, Türk ordusunun toplumsal itibarının bu kadar yüksek olup sivil siyasetçilerin bu kadar alçakta seyretmesi de Türkiye’nin yakın tarih deneyimlerinin (darbeler, vesayet tartışmaları, politik skandallar) bıraktığı bir miras belki de.
Bana kalırsa, bu veriler bir yol ayrımından ziyade bir yol arayışına işaret ediyor. Toplumumuz ne tamamen içine kapanık bir muhafazakârlığa teslim oluyor ne de tam manasıyla evrensel seküler değerlerle barışık. Bir ayağımız gelenekte, bir ayağımız dünyada. Gençler bayrağına bağlı ama çıkış vizesini de cüzdanda taşıyor. Korkularımız var – göçmen, ekonomik gelecek, kültürel değişim korkusu – fakat umutlarımız da var ki yarımız “belki hayatım daha iyi olur” diyerek ufka bakıyor.
Son tahlilde, TGSS 2024’ün toplumsal haritası bize Türkiye’nin sürekli değişen ama özünde bazı temel çelişkileri birlikte taşıyan yapısını hatırlatıyor. Bu toprakların insanı hem misafirperver hem kuşkucu olabiliyor; hem vatansever hem göçmen adayı; hem dindar hem seküler; hem gururlu hem kırılgan. Bu paradokslar belki de bizim zenginliğimiz veya çözmemiz gereken düğümlerimiz. Dünyaya baktığımızda birçok ortak hikâyemiz var ama Türkiye’nin hikâyesi de kendine özgü motiflerle örülü. Toplumsal nabız bize şunu söylüyor: Küresel dalganın içindeyiz ama suyun rengini yerel boyalarımızla biz belirliyoruz.