Teoman Duralı’nın dönüp dönüp izlediğim kısa bir video alıntısı var, kim bilir hangi soruyu yanıtlarken duraksayıp şöyle diyor Duralı:
Babamın bana kızmasına hak verseydim ve girmeseydim felsefeye, doğru bir iş görmüş olurdum. Çünkü söylemesi çok zor ve ağır bir şey söyleyeceğim şimdi: Kişiler gibi milletlerin de yatkınlıkları vardır. Çok kısa özet olarak söyleyeyim. Bizim felsefeye yatkınlığımız yok. Üç aşağı beş yukarı sıfıra sıfır, elde var sıfır. Milliyetçiliğim dile dayalıdır benim. Dil milliyetçisiyim ve hemen hemen bütün eserlerimi … Türkçe yazdım. Bunları gömseydim daha iyi olurdu. Hiçbir etkisi hiçbir sonucu olmamıştır. Olacağı da yok. Dediğim gibi babam beni bunda çok uyardı. ‘Olmaz’ dedi, ‘bu sökmez’ dedi.
Duralı’nın bu sözleri neredeyse ağlamaklı olarak tane tane, kelimeleri vurgulayarak söyleyişini bence bu memlekette az çok düşünceyle irtibatı olan herkes izlemeli. Bu itirafta kahkahayla başlayıp karın ağrısıyla biten bir şey var, insan beton yutmuş gibi oluyor.
Zamanı olan bu videoyu bulup izlemeli.
Çünkü doğru, Teoman Duralı doğru söylüyor. Tastamam ve eksiksiz söylüyor.
Kitapları gömülmez herhalde, dönüp bakan birileri olur, ama prensipte felsefenin olmadığı bir iklimde, neyin tohumu olduğu bile belirsiz bir avuç kırıntıdan ibaret kalmaları belki de kaçınılmaz.
Burada çıkıp Duralı’nın özellikle ‘millet’ ile ilgili görüşlerinin geri kaldığını iddia etmek mümkün mü? Evet, Teoman Duralı gerçekten de, Albert Camus’nun 1947’de, baş yazarı olduğu Combat gazetesinde yazdığı bir fıkrayla tasfiye etmek istediği, direniş karşıtı muhafazakar Avrupa aydınlarını andırıyor. Ama sadece andırıyor.
Mücahit Bilici’nin Türkiye’de felsefe neden patladı? başlıklı yazısını okuyunca ister istemez Duralı’nın yukarıdaki sözlerini anımsadım. Bilici’nin başlığı yanıltabilir, sanki Türkiye’de sistematik felsefe çalışmalarında bir gelişme olmuş da ondan söz ediyormuş gibi gelebilir. Halbuki Bilici, eğitim seviyesinin görece yükselmesi ve halkın refah düzeyinde geçmişe göre iyileşme olmasıyla felsefe tüketmeye yönelik ilginin arttığından söz ediyor. Meselenin ‘inanç krizi’ eksenini de şöyle tarif ediyor:
“Peki ya inanç krizi felsefeye ilgiyi artırmadı mı? Şüphesiz inanç krizi ile felsefe ilgisi paralel genişleyen süreçler. Fakat biri diğerinin sebebi değil. İkisinin de ortak bir sebebi var. İnanç krizinin temelinde iktidar tecrübesi ve zenginleşme var. Aynı zenginlik, korunaklı ideolojilerin, din anlayışlarının pratikle ve hayatla yüzleşmelerine imkan tanıdı.”
Bilici’nin, Türkiye’de felsefe ilgisinin artmasıyla ilgili görüşüne katılıyorum; hatta bu somut verilerle de ortaya konabilir. Bilici belki felsefe terimini daha geniş anlamda kullanmıştır, ama dar (belki akademik) anlamıyla da felsefe konusunda bir tomurcuklanma var.
Örneğin felsefi metinlerin çevirilerinde şaşırtıcı bir artış var. Deleuze’ün neredeyse bütün külliyatı Türkçe’de; Foucault’nun ders notlarına kadar eserlerini bulmak mümkün. Az çok okuyup yazan herkes Spinoza’dan söz ediyor. Yakın dönem düşünürleri de adım adım izliyoruz. Kojin Karatani, Byul Chul-Han. Zizek? Biz onu yıllar önce aşmıştık. Bırakalım o hela bekçisini… Psikanalizin son kalesi Türkiye olabilir. Feminist eleştiride Judith Butler’a burun kıvıracak kadar geniş bir kitaplığı çevirmedik mi?
Bu bolluğun maddi alt yapısına da bakmak gerekiyor elbette… Üniversitelerin sayısı arttı. Sadece binaları çevirip derslikleri kurduğumuz laboratuvarsız bir kampüste, en kolayı – en azından kağıt üstünde – sosyal bilimler ve edebiyat bölümleri kurmak. İkincisi, yayınevleri çevirmen emeği gibi aslında oldukça sofistike bir girdiyi çok ucuza temin edebiliyor. Çevirmenlere ödenen tutarlar, kitap 3-4 baskı bile yapsa saat emeği açısından asgari ücreti nadiren geçiyor. Bir de zaman bolluğu var. Genç ve kalabalık bir nüfus, uzayan zorunlu eğitimin sonunda Umberto Eco’nun söylediği gibi bir süre de üniversiteye park ediliyor. Ne okuyacak bu çocuklar? Deleuze tabii ki!
Aslında bizde felsefe eskiden beri – dönemin koşullarına göre değişen isimlerle elbette – okunur. Ama bir tartışma açmaz, ya da yaratıcı bir üretime evrilmez. Bizde bu okuma tamamıyla araçsaldır. Örneğin 1970’lerde Politzer’in – galiba Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde bile bir sahnede görünür – Felsefenin Temel İlkeleri elden ele dolaşmış, defalarca okunmuştur. Okunmasının amacı insanların felsefenin temel ilkelerini – artık neyse o ‘temel’ ilkeler – kavrayıp dünyayı çeşitli açılardan sorgulamaları değildir. İdeolojik bir kaygıyı geliştirip devrimci olmak için okunmuştur… 70’lerin ya da 60’ların kitaplığında buna yakın çok metin bulunabilir.
Daha geriye gidebiliriz. 1908 öncesinde ağır sansüre rağmen Osmanlı basınında ciddi bir hareketlilik vardır. Haliyle gazete ve dergiler öyle kafalarına göre istediklerini basamazlar ama popüler bilimle ilgili detaylar, Avrupa’da ortaya çıkan yeni icatlar ve keşifler köşeleri doldurmaya başlamıştır. Kuşkusuz sinir ağları başka türlü kurulmuş bir toplum için bu da bir damla felsefedir. Neden/sonuç ilişkilerinin kavranması, teknik yoluyla dünyanın değiştirilebileceğinin görülmesi…
Bugün Meşrutiyet öncesi dönemdeki kadar dar bir okur havuzu yok felsefenin, 70’lerdeki gibi tek yönlü de sayılmaz. Ama değişmeyen bir şey var… Felsefe, bizim için hâlâ bir araç, edevat kutusundaki bir alet. Zaten sahip olduğumuz bir görüş varsa, zaten varmak istediğimiz bir sonuç için bahaneler arıyorsak, al sana Deleuze, al sana Karatani!
Edebiyat çevresini az çok gözlemlediğim için, örneğin Deleuze’ün ‘minör edebiyat’ kavramının çok sevildiğini biliyorum. Ama çoğunlukla yalan yanlış kullanılıyor. Herhangi bir mağduriyetle ilişkilendirildiğinde bir edebiyat metni çat diye ‘minör’ ilan edilebiliyor. Sevim Burak da minör, Beyaz Türklüğün anıtı sayılabilecek Oğuz Atay da ‘minör’ kimilerine göre… Yazarlara izonomik sofra kurduran da var, ne bileyim, belki de kavramsal yaratıcılığı ağır basan kıta ekolünden çeviriler okuduğum için Feyerabend gibi ‘Ne olsa gider’ kıvamında yazıp çiziyoruz.
Peki mesele sadece – kimilerinin boş iş saydığı – felsefe mi? Sizce mesela sistematik bir matematik geleneğimiz var mı? Ekonomi? Siyaset? Kuşkusuz bu alanlarda başarılı olmuş bireylerimiz var. Ama bu alanlarda bütün dünya akademilerinde okunan kaç kitabımız sayılabilir?
İşin tuhafı az çok ilerlemeyi ‘İlahiyat’ alanında kaydediyoruz. Ona da ‘inanç krizi’ diyoruz.