İç politikadaki gelişmeler ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir veya birkaç dönem daha iktidarda kalması konulu spekülatif tartışmaların yarattığı farklı gündem içinde önemleri alışılmışın çok daha ötesine giden yaklaşan yerel seçimler, haliyle dış ilişkilerdeki gelişmeleri bir hayli gölgeledi.
Bu yazıda burnumuzun önünde cereyan iki gelişmeye ve onların olası sonuçlarına değinmek istiyorum. Birincisi Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskyy’nin 8 Mart’taki ani ve kısa süren İstanbul ziyareti, diğeri ise Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Vaşington’a yaptıkları ziyaretler.
Zelenskyy’nin ziyaretinde göz önünde cereyan eden şeyler aslında o kadar önemli değildi. Ziyaretin bence önemi geçtiğimiz yıldan beri zaman zaman gündeme getirilen, hatta tarih belirlenen Putin’in beklenen ziyaretinin bir türlü gerçekleşmemiş olması karşısında Zelenskyy’nin İstanbul’a ikinci gelişi olmasından kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekrar ettiği Ukrayna’nın Kırım dahil toprak bütünlüğü ile egemenliğine vurgusu muhakkak ki Ukrayna tarafını memnun etmiştir. Ancak barış çağrısı pek fazla sonuç verecek nitelikte değildir. Ne Rusya, ne de Ukrayna mevcut ortamda barışa yanaşmamaktadır. İrade olmayınca arabuluculuğa soyunan üçüncü taraflara özel bir baskı güçleri yoksa pek bir rol düşmez. Aynı şekilde bir yıla yakın bir süredir sonlandırılmış olan, zamanında milyonlarca ton Ukrayna tahılının ihracına yol açan koridorun canlandırılması ihtimali de epey zayıf. Hatta denilebilir ki Ukrayna silahlı kuvvetlerinin Karadeniz’deki Rus donanmasının nerede ise 1/3’ini batırmış olması sayesinde Putin’in deniz ticaretini engelleyecek gücü pek kalmamıştır. Ticaret yürümekte ve tahıl koridorunun yeniden açılmasına ihtiyaç kalmamaktadır. Tabii yerel seçimler öncesinde Rusya ile Ukrayna arasında bir müzakere ortamı yaratmak şüphesiz iktidarın işine gelirdi. Ancak bunun gerçekleşmeyeceği anlaşılıyor.
Zelenskyy’nin birkaç saat süren İstanbul ziyaretindeki önemli bir olay Türk medyasından özenle gizlendiği için ancak kendi twitter hesabı ve yabancı medyadan takip edilebildi. Buna göre Tuzla tersanesinde daha Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından önce 2021 yılında inşası başlayan ve her biri 137 milyon dolara mal olan Ada tipi korvetlerin birincisi tamamlanmak üzere ve Ukrayna’lı mürettebat Tuzla’ya gelmiş bile. Geminin adı “İvan Mazepa”. Mazepa 18inci yüzyılda ilk önce Deli (Büyük) Petro için savaşmış sonra ona karşı dönmüş Ukrayna’lıların kahraman, Rusların hain olarak gördükleri bir asker. İkinci gemi de 17inci yüzyılda Ruslarla savaşmış başka bir Ukrayna’lı askeri lider olan Ivan Vyhovsky’nin adını taşıyor. Bu gemilerin Ukrayna’ya teslimi Karadeniz’deki dengeleri Ukrayna lehine biraz daha bozacak, verilmemesi ise yeni bir baş ağrısı konusu teşkil edecektir. Bu gemilerin macerası Birinci Dünya Savaşından önce Birleşik Krallığa sipariş edilen ancak savaşın çıkmasıyla teslim edilmeyen “Sultan Osman” ve “Sultan Reşat” adlı gemilerin hikayesini az buçuk ironiyle hatırlatmıyor değil. Konuya basında yer verilmemekte olması gerek iktidar için gerek Rus taraftarı muhalif basın için can sıkıcı bir durum yarattığını düşündürmektedir. Belki önümüzdeki dönem bu gemilerin İstanbul boğazından geçmesinin Montrö sözleşmesine uyup uymadığı tartışmasına yol açacaktır. Nihayet, geçen yıl Birleşik Krallığın Ukrayna’ya hibe ettiği iki savaş gemisinin Karadeniz’e geçmesine izin vermediğimiz hatırlanacaktır. Bununla birlikte Montrö boğazlardan transit geçen gemiler için tasarlanmıştır. Montrö’nün imzalandığı 1936 yılında Türkiye’de inşa edilen yabancı bayraklı savaş gemisi bulunmadığı için konu Sözleşmenin kapsamında değildir. Dolayısıyla gençliğimde üç yıl boyunca Montrö konusuyla uğraşmış olmanın verdiği tecrübeyle Montrö’nün gemilerin Ukrayna’ya teslim edilmesini engellemediğini düşünüyorum. Ancak tabii böyle bir olasılık Putin’in hiç hoşuna gitmeyecektir.
Diğer taraftan Temmuz 2023’teki geçen gelişinde esir takası sonucunda savaşın sonuna kadar Türkiye’de kalmaları öngörülen Azov Taburunun beş komutanını İstanbul’dan ülkesine geri götürdüğünü açıklamak suretiyle iktidarı zor duruma sokmaktan çekinmeyen Zelenskyy’nin de bu defa tersane ziyaretini açıklamış olması muhtemelen iktidarın hoşuna gitmemiştir. Ancak onun durumunda olan bir liderin elindeki bütün imkanları kullanmak istemesi bence yadırganmamalı. Tabii Zelenskyy ile hem bu gemilerin inşası, hem de Ukrayna’da Türk sermayesiyle, üstelik sahipleri Cumhurbaşkanı Erdoğan ile aile bağı içinde olan bir firma tarafından kurulacak İHA fabrikası Türkiye’nin Rusya’ya meyleden tarafsız savaş politikasında bir viraj teşkil ettiği şeklinde yorumlanması Putin’i fena halde kızdıracaktır. Bakalım bunun acısını çıkartmaya çalışacak mı? Ancak savaş başladıktan sonra Avrupa tecrübesinin de gösterdiği gibi Rus hidrokarbon kaynakları vazgeçilmez değil. Şimdiden Avrupa’nın yaptığı gibi ABD’den sıvılaştırılmış gaz ithalatının ikame maddesi olarak görüşülmeye başlanması bu açıdan ilginçtir.
Zelenskyy’nin ziyaretinin ABD’ye yapılan yukarıda bahsettiğim iki üst düzey ziyaretle eş zamanlı olması tabii tesadüfi olamaz. Zaten çoğu yorumcu bu ziyaretleri ABD ile ilişkilerde yeni bir başlangıç denemesi olarak yorumlamaktadır. Bana ilginç geleni Kasım ayında yapılacak ve neticesi en azından şimdilik ortada gözüken başkanlık seçimlerinden önce iktidarımızın istikamet değiştirmekte olmasıdır. Gerçi tacizciliği mahkeme yoluyla birkaç defa ispat edilmiş olan, ayrıca toplam 91 ayrı suçlamaya karşı kendini müdafaa etmek durumunda olan Trump’a başta kadınlar olmak üzere ABD halkının çoğunluğunun eninde sonunda oy vereceğine inanmıyorum. Belki de inanmak istemiyorum. Yine de seçimlere az kala bu tornistana neden ihtiyaç duyulduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Tabii başta Yunanistan ve Mısır olmak üzere bölgemizdeki ülkelerle ilişkileri düzeltmek ve eski saldırgan söylemi unutturmak için harcanan gayretler de genel manzaranın bir parçasıdır. Keşke zamanında daha makul bir çizgi takip edilmiş olsaydı da iktidar bu kadar sert virajlar atma mecburiyetinde kalmamış olsaydı.
Dışişleri Bakanı Fidan’ın 7-8 Mart tarihlerinde Vaşington’a yaptığı ziyaret sırasında ABD’li karşıtı Antony Blinken ile yaptıkları Ortak Stratejik Mekanizma toplantısının yayınlanan bildirisinde ilişkilere çok geniş bir alan yelpazesinde yeni bir ivme verme iradesini görüyoruz. Örneğin enerjide, ABD isim zikretmeksizin Rusya’ya bağımlılığımızı hem nükleer hem de hidrokarbon alanında azaltmamıza yardımcı olma isteğini göstermektedir. Bunun arkasının gelmesini temenni etmek gerekir zira Rusya’nın enerjiyi bir ekonomik meta olarak değil, siyasi bir silah olarak gördüğü herkesçe malum. Bağımlılığımızı her alanda azaltmak ülkemizin egemenliğinin ve hareket serbestisinin korunması için elzemdir.
İşbirliği yapılacak alanlardan biri, medyanın da dikkatleri çektiği şekilde terörle mücadeledir. Birlikte mücadele edilecek örgütler PKK, DHKP-C, İŞİD-DEAŞ olarak sıralanırken YPG’nin adının geçmemiş olması en azından ilginçtir. Buna karşılık iktidarın artık etkinliğinin kalmadığını son zamanlara kadar sık sık dile getirdiği İŞİD-DAEŞ’le her iki ülkenin ortaklaşa mücadele edeceği metinde vurgulanmaktadır. Türkiye bir anlamda YPG’nin ABD tarafından bir terör örgütü olarak görülmediğini zımnen de olsa kabul etmiş oluyor. YPG’nin de listeye dahil edilmesi istenmişse, tabii Kuzey Suriye’de İŞİD’le mücadelede en etkin müttefiki olarak gördüğü bu örgütü ABD’nin mevcut durumda terk etmeyeceği cevabı alınmıştır muhtemelen. Ülkemiz ABD’yi YPG ile arasına mesafe koymaya zorlamak istiyorsa İŞİD’e karşı mücadelede ABD için güvenilir bir ortak olduğunu göstermek durumunda. Oysa en azından son dönemlere kadar ülkemizin bu örgüt mensupları için nasıl cirit atılacak bir mekan olduğu kimsenin gözünden kaçmadı.
Bu arada ortak bildirinin ABD Dışişleri Bakanlığı websayfasında yayınlanmış olmasına rağmen Türkiye Dışişleri Bakanlığının sayfasında yer almadığı da dikkatimi çekti. En azından ben bulamadım. İhmal değil de kasıtlı olarak yayınlamamışsa, kabul edilmiş olan metinden bir geri dönüş işareti olmadığını ummak isterim. Bir çalışma programı şeklini alan ortak bildirinin uygulanması konusunda Ankara’da yeterli irade olup olmadığını yakında görürüz. Ancak anlamlı ve sonuca yönelik bir şekilde uygulanabilmesi için iktidarın yıllardır kamu oyunda pompaladığı ABD düşmanlığının da en azından bir ölçüde frenlenmesi gerekecektir. Bu da şüphesiz kolay olmayacaktır çünkü bu düşmanlığının ne kadar derin kökler saldığını bilmeyen yoktur.
Bölge ülkeleri ile başlayan, Ukrayna ve ABD ile devam eden dış politikadaki keskin virajın yarattığı yeni denklemde eksik olan bir parça AB ile ilişkilerdir. Geçtiğimiz sonbahardan bu yana masada duran ve kimsenin de üzerine eğilme acelesi olmayan AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Borrell’e AB Zirvesi tarafından sipariş edilen Türkiye ile ilişkilerde durum tespiti raporunun uzunca bir ertelemeden sonra 21-22 Mart tarihinde yapılacak gelecek zirvede ele alınması beklenmektedir. Avrupa Parlamentosuna Haziran ayında yapılacak ve aşırı sağın ilerlemesine yol açması beklenen seçimlerden önce AB Devlet ve Hükümet Başkanlarının ülkemize yönelik ciddi bir adım atması beklenmemelidir. Hele AİHM kararlarının uygulanmadığı, Kıbrıs konusunda yedi yıldır ilan edilen ancak hiçbir kabul şansı olmayan iki egemen devlet şartı üzerindeki ısrardan vazgeçilmediği bir ortamda toplantıdan pek bir şey beklenmemeli.
Geçtiğimiz günlerde toplanan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin AİHM kararlarını uygulamamasına karşın ülkemiz aleyhine yaptırım kararı almamış olması, bir taraftan Konseyin eninde sonunda hukuki değil siyasi kıstaslar tarafından yönlendirildiğini, diğer taraftan da ülkemizin dışlanmak istenmediğinin işareti sayılmalıdır. Ancak iktidarın uzatılan bu eli tutacağı şüpheli. Zira AİHM kararlarının uygulanması istikametinde atılacak her adım içinde bulunduğumuz mutlakıyet rejiminin hafifletilmesini gerektirecektir ki tabii iktidar buna kolay kolay yanaşmayacaktır.
İktidarımızın gerek bölge ülkeleriyle, gerek ABD ile daha gerçekçi bir politika uygulamaya en azından söylemde başlaması şüphesiz benim için memnuniyet kaynağıdır. Ancak AB ülkelerinin başta ekonomi ve ticaret olmak üzere belki savunma hariç Batıda en önemli ortaklarımız oldukları inkar edilemez bir gerçektir. Blinken ile yapılan toplantıda Türkiye’deki insan haklarından hiç bahsedilmemiş olması şüphesiz iktidarımızı memnun etmiştir. Aynı şekilde Kıbrıs’tan da hiç bahsedilmemiş, sadece Doğu Akdeniz’deki istikrarın önemine değinilmekle yetinilmiştir.
Ne yazık ki AB ile ilişkilerde bu konuları atlatmak o kadar kolay olmayacaktır. Kıbrıs sorununda en azından çözüme doğru inandırıcı bir ilerleme gerçekleşmedikçe bu sorun AB ile ilişkilerimizde aşılması imkansız bir engel teşkil etmeye devam edecektir. Aynı şekilde AİHM kararlarının da görmezden görülmeye devam etmesi belki Türkiye’yi Avrupa Konseyinin kapısının önüne koymaz ama ne yazık ki AB ile ilişkilerin normalleşmesinin önündeki ikinci büyük engeli teşkil etmektedir. AB ile normalleşme olamadığı takdirde ülkemizin Batıya yönelmesi de eksik kalır. Ama ne yazık ki mevcut rejimimizde demokratikleşme istikametinde inandırıcı ve kalıcı adımlar atılmadıkça bu normalleşmenin gerçekleşmesi mümkün olmayacak, ilişkimiz halihazırda olduğu gibi sınırları belli, Orta Doğu ülkeleriyle olduğu gibi kaçak göçün önlenmesine yönelik bir işbirliği modeline mahkum kalmaya devam edecektir.