16-20 Eylül tarihleri arasında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu yıllık toplantısı münasebetiyle New York’u ziyaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ziyaret sırasında yaptığı ikili görüşmelerin azlığı dikkat çekmişti. Aslında BM Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesinin dördünün (Çin, Rusya, Fransa ve Birleşik Krallık) ve Hindistan başta olmak üzere bir çok başka ülke liderlerinin bu yıl Genel Kurula katılma ve orada konuşma yapma ihtiyacı duymadıkları da çokça ifade edildi. BM Sekretaryası tarafından açıklanan rakamlara göre 60’dan fazla ülke başka bir deyimle toplam üye sayısının 1/3’ü kadar üye bu yıl Genel Kurula devlet ve hükümet başkanları düzeyinde katılmaya gerek görmemiştir.
Genel Kurulun sönük geçmesinin başlıca nedeni Rusya’nın Şubat 2022’de başlattığı Ukrayna istilasına karşı BM’nin aciz kalmış olmasıdır. Gerçekten de BM özellikle barışı korumakla görevli ve veto hakkına sahip Güvenlik Konseyi daimî üyelerinden birinin komşularına karşı bir saldırı savaşına girişmesi olasılığına göre dizayn edilmemişti. Üye ülkelerin ezici çoğunluğu çeşitli Genel Kurul kararlarında Rusya’yı işgal ettiği topraklardan çekilmeye çağrıda bulunmuşlarsa da bağlayıcı kararlar alan tek kurum olan Güvenlik Konseyinde Rus vetosu Konseyi kilitlemiştir. BM’nin en azından siyasi konularda etkinliğinin zaten zayıfladığı yıllardan beri gözlenmekteydi. İkinci Dünya Savaşının galip müttefikleri olan daimî üyeler aradan geçen 78 yıl boyunca pek nadiren hem fikir olarak etkin bir rol oynayabilmişlerdir. Reform çalışmaları da hiçbir yere varmadığı için ilginin azalması doğaldır.
Türkiye’nin 250 milyon dolar harcayarak inşa ettiği söylenen, içinde yılda sadece birkaç gün kullanılabilen ve başka örneği olmayan bir Cumhurbaşkanlığı konutu bulunan Türkevi, herhalde iktidarın en iyi yatırımlarından birisi değildir. Cumhurbaşkanı ikili görüşmelerini o binada yapmakta, karşıtlarını ayağına gelmeye zorlamaktadır. Bu esasında BM alışkanlıklarına pek uyan bir uygulama değildir. Orada eşit düzeydeki yetkililer arasındaki ikili görüşmeler genelde her iki tarafın kendi makamında değil farklı bir yerde yapılması alışkanlığı vardır. BM binası geleneksel olarak bu maksatla kullanılır. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Blinken ile Bakan Fidan arasındaki görüşmenin New York’da bir Kore zincirine mensup otelde yapıldığı dikkatimi çekmiştir. Bu görüşmenin yeri hakkında bazı pazarlıklar döndüğünü tahmin etmek zor değildir.
Rusya’nin Ukrayna’ya saldırısının kilitlediği tek uluslararası kuruluş BM değildir. Avrupa’da barışı, hudutların dokunulmazlığı gibi hedefleri korumak için 1975 yılında kurulan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü (AGİT-OSCE) de bir üyesinin (Rusya) başka üyelere (sırasıyla Gürcistan ve Ukrayna) saldırısını engellemekte başarısız olmuştur. İki emekli Türk Büyükelçisinin arka arkaya başkanlık ettiği AGİT Ukrayna gözlem misyonu savaş başladıktan sonra işlevsiz kaldığı için Rusya’nın baskısıyla lağvedilmişti. Aradan geçen süre içinde AGİT’in fazla bir etkinliği olmadığı kesindir. Ancak bu örgütü iyice etkisizliğe kararlı gözüken Rusya için bu yeterli olmamıştır. Her yıl değişen dönem başkanlığının seçimini engellemek suretiyle örgütü kilitlenmeye mecbur etmektedir. Önümüzdeki haftalarda bu sorun çözümlenmezse AGİT başsız kalacak ve tamamen işlemez hale gelecektir.
Aslında uluslararası kuruluşlar bir işlevsizlik buhranına düşmesinin tek sorumlusu Rusya değildir. Çalışma hayatımın önemli bir bölümünü Sekretaryasında geçirdiğim, sonradan da Büyükelçi olarak ülkemizi temsil ettiğim Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bu defa ABD’nin olumsuz yaklaşımları nedeniyle kilitlenme noktasına gelmiştir. DTÖ’nün en önemli iki ayağı ihtilafların çözümlenmesi ile ticaretin serbestleşmesine yönelik yeni kurallar oluşturma müzakereleridir. ABD takriben 10 yıldır, ihtilafların çözümlenmesi mekanizmasının sacayağı olan Temyiz Organına üye seçimini engelleyerek bunun çalışmasını durdurmuştur. Gerekçesi ise Temyiz Organı kararlarının ABD menfaatlerine aykırı olduğu iddiasıdır. Oysa tarafsız gözlemciler böyle bir iddianın varit olmadığı görüşündeler. Yeni kurallar oluşturmaya yönelik müzakereler de yine ABD’nin isteksizliği, ticareti kendisine uygun çerçeveler içinde yürütme ısrarı ve serbestleşmenin özellikle ABD sanayine haksız rekabet yaratacağı vehmi yüzünden durmuştur. Bu arada Çin ile teknoloji savaşı nedeniyle bu tür ürünlerin üretimini ABD’ne çekmek için bu ülkenin sağladığı teşvikler DTÖ’nün temel kurallarına aykırı düşmekte, AB başta olmak üzere ABD’nin partnerlerini benzer yollarla başvurmaya itmekte ve dolayısıyla dünya ticaretinin dayanması gereken hukuk düzenini torpillemektedir.
Enerji alanında bir çeşit DTÖ oluşturmak için 1991 yılında kurulan ve benim de dört yıl boyunca Konferans Başkanı, iki yıl boyunca da Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yaptığım Enerji Şartı (EŞ) da AB üyelerinin teker teker ayrılması nedeniyle muhtemelen önümüzdeki kısa dönemde kapılarını kapatmak zorunda kalacaktır. Bir çok AB ülkesi yatırımcıyı korumak için oluşturulmuş kuralların bence haksız bir şekilde yeşil dönüşümü engellediği iddiasıyla örgütten çekilme kararı almışlardır. O kadar ki şimdiki Genel Sekreterin ülkesi olan Lüksemburg bile örgütten çekilme kararı almış, adamcağızın da birkaç ay içinde görevi bırakması herhalde kaçınılmaz olmuştur.
AB diğerlerinden farklı olarak tam bir uluslararası kuruluş değil, nevi şahsına münhasır dünyada benzeri olmayan bir oluşumdur. Ancak AB içinde işlerin de ahenkli gittiği pek söylenemez. 2004’te başlayan Doğuya genişlemenin amacı Doğu Avrupa ülkelerini Rusya baskısından kurtarmak ve bir anlamda terbiye ederek tarihlerinde sahip olmadıkları demokrasi ve hukuk düzenlerine kavuşturmaktı. Gerçekten de AB Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da demokrasinin yerleşmesine muazzam katkılarda bulunmuştu. Her üç ülkede demokratik çoğulculuk müthiş aşamalar kaydetmiştir. Eşcinsel olduğunu gizlemeyen, eşcinsel evlilikleri birçok başka ülkede olduğu gibi yasallaştırmak için gayret harcayacağına söz veren bir genç siyasetçinin önceki hafta sonu Yunanistan ana muhalefet partisinin liderliğine seçilmesi ülkenin ne kadar çok değiştiğinin çarpıcı bir göstergesidir.
Ancak AB’nin Akdeniz’deki başarısı Doğu Avrupa’da tekrarlanmamıştır. Birleşik Krallığın 2016 referandumundan sonra AB’den sancılı bir şekilde ayrılması beklenebileceğin tersine bir etki yaratmış ve tüm ülkeleri kenetlenmeye sevk etmiştir. Başka hiçbir ülke AB’den çıkma hevesine kapılmamıştır. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra kenetlenme daha da kuvvet kazanmıştır. Ancak savaşın uzaması ve Ukrayna’nın yaz aylarında başlattığı karşı taarruzun beklenen neticeyi vermemesi üzerine, mülteci sorunu, ucuz Ukrayna gıda ürünlerinin Doğu Avrupa çiftçileri için haksız rekabete yol açtığı iddiası gibi birçok nedenden dolayı Macaristan, Polonya ve Slovakya AB hukukuna aykırı bir şekilde Ukrayna ürünlerine tek taraflı ithalat yasağı uygulama yoluna gitmişlerdir. Ayrıca her üç ülkede de Brüksel’in her konuda başını ağrıtan ve Ukrayna politikasına zarar verebilecek iktidarların bulunması veya başa geçmeye hazırlanması tabii AB için bir endişe kaynağıdır. Oysa Rusya Ukrayna’daki hedeflerine ulaşır ve ülkenin bir kısmına daha el koyar, kalanında da bir kukla rejim kurarsa bundan en fazla zarar görecek ülkelerin başında Ukrayna ile hudutları olan Doğu Avrupa ülkeleri olacaktır. Çünkü Putin’in Ukrayna’da zafere ulaşırsa orada durmayacağı ve Doğu Avrupa’ya doğru genişlemeye devam edeceği bellidir. Gözlemciler özellikle Polonya ve Slovakya’da yapılacak seçimler öncesinde popülist politikaların uygulamaya konduğunu, seçimlerden sonra her iki ülkede rasyonaliteye dönüleceğini iddia etmekteydi. Ne yazık ki hafta sonu Slovakya’da yapılan seçimleri Putin yanlısı eski Başbakan Fico kazanmıştır. Fico seçildiği takdirde Ukrayna’nın NATO’ya katılmasına ve ona silah satılmasına, Rusya’ya yeni yaptırım uygulanmasına karşı çıkacağını söylemişti. Bu vaatleri uygularsa Macaristan lideri Orban’dan sonra AB için bölgede yeni bir baş ağrısı kaynağı ortaya çıkacaktır. Diğer taraftan bölgeyi Rusya’nın olası yeni saldırılarına karşı korumak amacıyla AB’nin yeni bir genişlemeye, üstelik hızlı bir şekilde hazırlandığı bir dönemde AB değerlerini paylaşmayan veya üyelik disiplinlerine hazır olmayan birkaç ülkeyi daha üye yapmayı öngörmesi sınamaların önümüzdeki dönemde artacağının işaretidir sanırım. Belki yapılacak en doğru şey Macaristan, Slovakya ve aday ülke Sırbistan gibi ülkeleri Putin’le baş başa bırakmak olurdu. Öyle bir ihtimal varit olsaydı en azından Macaristan, Polonya ve Slovakya geçmiş tarihlerine bakıp herhalde onu istemezlerdi. Maalesef, Avrupa’nın çıkarları da Putin’i durdurmayı gerektirdiği için, ayrıca AB kuruluş antlaşmaları da izin vermediği için buna imkân yok tabii.
Uluslararası kuruluşların etkinliğinin azaldığının bir örneğini biz de görmekteyiz. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi (AK) İnsan Hakları Mahkemesi kararları Anayasanın 90ıncı maddesi yok sayılarak arka arkaya reddediliyor, ancak AK ülkemize karşı yaptırım uygulamaktan bariz bir şekilde çekiniyor. Bu da bir anlamda tüm uluslararası kuruluşların ancak iyi niyet olduğu zaman işlevlerini yerine getirebileceğini, egemen bir devlet kurallara uymayı kabul etmediği zaman bir çeşit nükleer silah olan ihraç, oy hakkının kaldırılması veya üyeliğin askıya alınması dışında başka bir imkân olmadığının göstergesidir. Geçtiğimiz yıl Ukrayna’ya açtığı savaştan sonra ihraç tehdidiyle karşı karşıya kalan Rusya, bu tehdit işleme girmeden kendi iradesiyle örgütten çekilme kararı almış ve Konseyden ayrıldıktan kısa bir süre sonra idam cezasını geri getirerek üyelik gereklerinin başında gelen bu temel Konsey yükümlülüğünün aksine hareket etmiştir. Bu da bir üye ülkeye uygulanacak olası yaptırımların asgari düzeyde de olsa Konseyin insan hakları alanında sağladığı koruma zırhından yararlanan o ülkenin vatandaşlarına zarar vereceğini açıkça göstermektedir. Sanırım Konseyin Türkiye aleyhine yaptırım uygulamaktaki çekingenliğinin bir nedeni de budur.
BM’nin kilitlenmesi karşısında bazı gözlemciler inanılmaz bir iyimserlikle daha sınırlı sayıda üyesi olan G20 gibi oluşumların rolünün artacağını iddia etmektedirler. 25 Eylül tarihli yazımda G20’nin özellikle siyasi konularda aczinden bahsetmiştim. Doğrusu G20’in BM’den daha etkin bir rolü olabileceğine pek ihtimal vermiyorum.
Neticede uluslararası kuruluşlar gittikçe kenara itilince kuralsız bir ortama doğru sürüklendiğimizi söylemek mümkün. Bu da çok tehlikelidir zira kuralsızlık güçlünün sözünün geçtiği bir ortamı yaratır. Bundan da en güçlüler hariç tüm ülkeler zarar görür. Ne yazık ki güçlü devletler uluslararası hukuk sistemine sahip çıkmak yerine onun zaaflarından ve boşluklarından yararlanarak kendi önceliklerini ve isteklerini dayatmayı tercih etmektedirler.