Geçtiğimiz hafta içinde YKS yerleştirme sonuçları açıklanmış. İki basamaklı gerçekleştirilen sınavın belirleyici aşaması olan AYT’de sayısal, sözel ve eşit ağırlıklı alanlarında birinci olan öğrenciler Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih etmiş. İlki Bilgisayar Mühendisliği’ne, öteki ikisi İktisat bölümüne girmiş.
Boğaziçi Üniversitesi neredeyse dört yılı bulan bir süredir neredeyse sadece olumsuz haberlerle basına ve sosyal medyaya yansıyor. Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri Nöbeti 189. haftasına girmiş. Aynı şekilde, yine geçtiğimiz hafta Sinema Kulübüyle ilgili kampüste bir çeşit sansür uygulandığı iddia ediliyor. Bazı filmlerin gösterimine rektörlük ya da ilgili birim hangisiyse izin vermemiş.
Boğaziçi hocalarının bir bölümü son rektör atamalarıyla başlayan süreçten beri, Güney Kampüs’te rektörlük binasının önünde bekleyerek bir çeşit pasif eylem gerçekleştiriyor. Araya zaman zaman Faruk Birtek ya da Oya Başak gibi bir zamanlar kampüsün efsanelerinden sayılan ‘emeritus’ hocalar da karışıyor.
Maalesef Türkiye’de herhangi bir eylem, direniş ya da protesto gün sayısı olarak üç basamaklı sayılara ulaştığında halkta neredeyse hiç yankı uyandırmıyor. 1000 günü aşan açlık grevleri bile gördük. Devletin geri adım atması söz konusu olmadı, ama bundan daha önemlisi protestoların halkın reaksiyonunda hiçbir değişiklik yaratmaması.
En bariz gösterge de YKS… Sınavda derece yapan üstün başarılı öğrenciler, imkanları çok daha yüksek sayılabilecek vakıf üniversitelerinde burslu okumak varken ısrarla Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih ediyor. Yeni kurulan ve tartışmalara neden olan Hukuk Fakültesi de puanı en yüksek bölümler arasında. Diğer bir deyişle protestoların Boğaziçi Üniversitesi’nin adı, etiketi ve aday öğrenci ölçüsündeki değerine hiçbir etkisi yok. Yani, biraz bile etkisi yok. Hiç yok.
Neden böyle? Boğaziçi’nin muhteşem manzarasından ötürü mü? Üniversiteye girdiğim yıllara dönünce, bugünün gençlerinin tercihlerini az çok anlayabiliyorum. Boğaziçi’ne girdiğimde bölümde hangi öğretim görevlilerinin bulunduğunu, hangi konuda ne düşündüklerini pek bilmiyordum. Deniz Gökçe ya da Nilüfer Göle gibi adı duyulmuş birkaç kişi dışında Boğaziçi’ndeki hocaları tanımıyordum, ki bu isimlere de işte televizyonda gördüğüm kadar aşinaydım. Açıkçası üniversite yıllarında da – biraz tembel bir öğrenci olduğumdan belki – öyle bağ kurduğum bir isim olmamış.
Üniversiteye başladığım yıl Boğaziçili Tansu Çiller’in başında olduğu DYP iktidardaydı. Bitmeyen koalisyonlar ve krizler çağı. Kampüs dışında entelektüel çevrelerde Boğaziçi öğrencisi ‘apolitik’ görülür, bu yönden biraz hafife alınırdı. Başka kampüslerde satırlı sopalı alan savaşlarının olduğunu hatırlayınca Boğaziçi öğrencisi olarak ayrıcalıklı konforumuzu inkar edemem. Açıkçası o yıllarda da üniversitenin apolitize edilmesi, özerkliği, YÖK’ün dayatmaları gibi tartışmalar sürüyordu. Bir de her sömestr protesto meselesi olan ‘üniversite harçları’ konusu vardı.
O yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’nin kıymeti biraz da dönemin siyasi çelişkilerine alet olmayışından ileri geliyordu. Örneğin ülke genelinde çok keskin biçimde uygulanan başörtüsü yasaklarına Boğaziçi’nde birçok bölüm uzun süre direnmişti. Direnmişti dediğim, hocalar kendilerine verilen talimatı uygulamak için bir çaba göstermemişti. Yine de siyasi protestolar ya da amiyane tabirle ‘karşıt görüşlü öğrenciler arasındaki çatışmalar’ çok nadir görülürdü. Bunun nedenini şimdilerde şöyle görüyorum: Boğaziçi öğrencisi zorlu bir sınavda yüksek derecede başarı elde edebilmek için lise çağlarından beri yoğun biçimde çalışmış oluyordu. Yani kendine ve üniversite ile varmak istediği geleceğine hafife alınmayacak bir yatırım yapmış oluyordu. Haliyle bu yatırımı Türkiye’nin dalgalı siyasi atmosferinde riske atmakta çoğunlukla isteksiz oluyordu.
Bu profilin tarihsel karşıtı 68 kuşağıdır. ODTÜ gibi üniversitelerin nitelikli öğrencileri yatırımlarını devrimci mücadeleye yöneltmiştir; çünkü o dönem bir bakıma toplumda söz sahibi olmanın yolu buydu ve bugünden bakınca imkansız görünen sosyalist devrim belki de güçlü bir ihtimal kabul ediliyordu.
Bana kalırsa Boğaziçili hocalar da hep bu yüksek öğrenci profilinin konforunu sürdü. Dahası o yıllarda Boğaziçi’nde başka üniversitelerden esirgenen bir çeşit yapay özerklik hali yaşanıyordu. Bunu değerlendirecek durumda değilim, ama kimilerine göre üniversitenin belli bölümleri bir çeşit hantallık içindeydi. Tuhaf ama benim okuduğum yıllardan beri az çok süren bir hantallık… Nasıl demeli? Üniversitenin kadroları belki de bu kontrollü özerklik lehine pek dokunulmayan elit gruplardan oluşturulmuştu; haliyle yeniliği besleyebilecek bir rekabet kültürü yaratmak yerine bu dokunulmazlığın rahatını sürdüler. Hepsi öyle değildir. Ama hangileri? Bilmiyorum.
Üniversite ile toplum arasında bağ oldukça sönük, aslında kabaca bir etiket ilişkisi. Girdiği bölümde hocaların kimler olduğunu araştıran, umursayan öğrenciler var mı? Varsa bile bu araştırmaları neye yarıyor? Akademik kariyer hedefi olmayan, üniversite mezunu olup hayata bir diplomayla atılmayı hesaplayan bir öğrenci için ne fark ediyor? Günümüzde örneğin bilişim alanında kariyer hedefleyen bir mühendis ya da finans kurumlarında yükselmek isteyen bir işletme mezunu lisans düzeyinde temel bilgileri kısmen alabiliyor. Mesleği, çalıştığı kurumlarda öğreniyor. Kuşkusuz Boğaziçi İşletme’nin bir ‘İş Bankası’ seviyesinde bankacılık öğretmesini bekleyemeyiz, ama bu bekleyemeyizlik hali kurumları da üniversiteyi bir çeşit lisans etiketi olarak görmeye itiyor.
Kabul edelim, Boğaziçi İşletme öğrencisini işe almak isteyen bir kurum, İşletme bölümünde öğretilenler örneğin Ankara Üniversitesi’nde öğretilenlere göre daha değerli, güncel ya da benzersiz olduğu için almıyor. Geçmişte belki bu etki bir miktar vardı, ama artık tartışılır. Öğrenci, Boğaziçi’ni kazanmayı başararak potansiyelini, hırsını ve evet biraz da dünyayı nasıl gördüğünü ortaya koyduğu için isteniyor. Bu durum başka ülkelerde böyle midir? Bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa dünyada belli başlı üniversiteler dışında fark yaratan araştırma ve geliştirme çalışmalarının da artık ticari kurumların çalışma alanına girdiği.
İlaçları ilaç şirketleri icat ediyor, yapay zekayı yazılım şirketleri yaratıyor. Hukukçular, mali müşavirler mesleki unvanlarına kavuşmak için uzun staj dönemleri geçirmek durumundalar. O halde neden lisans okudular? Galiba tıp veya veterinerlik gibi birkaç alan dışında lisans eğitimi artık bir meslek edindirmekten öte bir çeşit meslek kültürü edindirme seviyesinde kalıyor.
Yanlış anlaşılmasın: Üniversitenin işlevinin sadece meslek edindirmek olduğunu sanmıyorum. Sanmak istemiyorum. Ama bu işlev zayıfladığında yaşadığımız örnekte olduğu gibi serbest piyasa dünyası için sadece etiket olabiliyor. Açıkçası bu pratik yanının en kısa sürede yeniden hayata geçirilmesi gerekiyor. Hiç değilse meslek odalarının lisans mezunlarının önüne çıkardığı gelişigüzel staj bariyerleri kaldırılarak başlanabilir. Ya da sanayi / üniversite işbirlikleri üniversite arazilerinin teknoparklara kiralanması seviyesinin ötesine taşınabilir. Hiç değilse öğrencilerin kendi alanlarında araştırma, ölçme ve değerlendirme becerileri artırılabilir.
Bunun haricinde üniversite nedir? Açıkçası bir üniversiteyi hocaları değil öğrencileri yaratır. Hocalar kucaklarına düşen bu zengin malzemenin en fazla küratörü olabilir. Bizim üniversitelerimizde maalesef akademik üretim nicelik açısından yüksek ama nitelikçe çok düşük. Hatta şöyle taşraya doğru uzanınca nelerle karşılaşacağınızı hayal bile edemezsiniz. Para karşılığı doktora tezi yazan lise mezunlarından, Tuğba Tekerek’in Taşra Üniversiteleri kitabında sözünü ettiği, kampüs kurduran minibüsçü lobilerine kadar…
Hal böyle olunca üniversite hocalarının protestosu – bu tabire kızacaksınız belki ama – muhalif birkaç kanalın ilgisi haricinde arada kaynıyor. Muhalif kanallar da hocaları yürekten desteklediklerinden değil, muhalefet edecek malzeme buldukları için meseleyi gündeme getiriyor. Bu ilgisizliği dönemle ilgili sananlar var eminim, yani iktidarla, Türkiye’nin konjonktürüyle… Öyle değil işte.