80’lerin sonunda 90’ların başında, Almanca bilmeyen edebiyat meraklılarının bile aklında yer edecek birkaç Almanca ifade ile karşılaşmıştık:
“Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın?… ‘Einmal ist keinmal’ diyor Tomas kendi kendine. Sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır. Yaşanacak tek bir hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez.”
Buradan hayatın ve hatta tarihin hafifliğine geçiyorduk:
“Einmal ist keinmal. Bir kere olan şey hiç olmamış demektir. Ne Çeklerin tarihi, ne de Avrupa’nın tarihi bir kere daha yinelenecek. Çeklerin ve Avrupa’nın tarihi, insanlığın talihsiz deneyimsizliğinin kaleminden çıkma bir çift karalamadır. Tarih insan yaşamları kadar hafiftir; dayanılmaz derecede hafif, bir tüy kadar, yukarı doğru süzülüp havaya karışan toz, yarın var olmayacak herhangi bir şey kadar hafif.”
Diğer tarafta, hafifliğin karşısında duran ağırlık nasıl bir şey olabilirdi acaba?
“Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kez yineleniyorsa, İsa’nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza Kadar Yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, Sonsuza Kadar Yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir (das schwerste Gewicht).”
“Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.”
Bu durumda hangisini seçmeliyiz? Ağırlığı, yani gerçekliği ve yeryüzüne bağlılığı mı, yoksa hafifliği, yani özgürlüğü ve bağsızlığı mı?
“Parmenides şu karşılığı veriyordu: Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz.
Doğru bilmiş miydi, bilememiş miydi? İş burada. Bir tek şundan emin olabiliriz: Hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift
“Parmenides’in tersine, Beethoven ağırlığı olumlu bir şey olarak görüyordu anlaşılan. Almancadaki schwer sözcüğü hem ‘zor’ hem de ‘ağır’ anlamına geldiğine göre, Beethoven’ın ‘zor karar’ı ‘ağır’ ya da ‘ağırlıklı karar’ olarak da yorumlanabilir. Bu ağırlıklı karar yazgının sesiyle özdeştir (“Es muss sein! -Olmalı!-); gereklilik, ağırlık ve değer birbirinden ayrılmaz biçimde örülmüş üç kavramdır; sadece gereklilik ağırdır ve sadece ağır olan şey değerlidir.”
“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” burada Kundera’nın sözleriyle anlatmaya çalıştığım, onun da birçok düşünürün ve bazıları Almanca olan kavramların yardımıyla bize aktardığı ağırlık-hafiflik ikiliği üzerine yazılmış, zaman zaman sürükleyici bir deneme hâlini alan, post modern roman okumanın keyfi ile bizi tanıştıran, çok çekici bir eserdir. Tabii burada “bence” diye eklemeliyim. 1980’lerin ruhu içinde, sevmeyeni de çoktur. Yine de cazibesi hakkında bir fikir birliği vardır sanıyorum. O dönemin kayıtsız kalınamayan kitaplarındandır.
Çek olan ama hayatının büyük bir bölümünü önce mecburi sonra da seçilmiş bir şekilde sürgünde yaşamış olan Milan Kundera, bu romanı 1982’de yazmış, kitap olarak ilk kez 1984’te Fransızca yayımlanmış. Türkçede ilk yayımlanma tarihi ise 1986, Fatih Özgüven çevirisiyle, İletişim Yayınlarından.
Ne vakitti hatırlamıyorum ama sanıyorum ki Türkçede yayımlandıktan birkaç yıl sonra, Cumhuriyet gazetesindeki küçük bir ilân ile dikkatimi çekmişti. Yazıların, haberlerin arasında, çerçevelenmiş küçücük bir dikdörtgenin içinde “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera.” Belki fiyatı da yazıyordu. Ama o kadar…
Kitap hakkında, Kundera’nın kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Bulmaca çözer gibi alıp okudum. Türkiye’de ve sanıyorum ki, dünyada da benzer şekilde, bir sürpriz gibi okundu kitap. Kundera’nın ilk kitabı değildi ama pek çok dile çevrilen ve sular seller gibi satan ilk romanıydı, çıkış kitabı tabir edilenlerden…
1968 Prag Baharı arka planda, ama roman kahramanlarının hayatına birebir etki ederek yaşanırken, Tomas, Tereza, Sabina ve Franz adlı karakterlerin birbirleriyle ilişkisi ve o zamanlar kullanılmayan bir tabirle, etkileşimi üzerinedir roman. Aslında özgürlük ile sorumluluk arasındaki gerilimdir romanın konusu.
Tomas ve Sabina, hafifliği ve dolayısıyla özgürlüğü tercih etmeye çalışan ama sonunda bu konuda pek de başarılı olamayan karakterlerdir: Sadakate gerek yok, cinsellik ile aşk ayrıdır, zaten aşkın olup olmadığı, varsa da iyi bir şey olup olmadığı bilinmez, politik olanlar dahil her türlü ilişki “mesafeli” yaşanmalıdır, mutlak olan hakiki değildir.
Tereza ve Franz ise, hayatı duygusal yaşayan, bağlılığı esas alan, isteyerek ya da istemeyerek ağırlığı seçen karakterlerdir: Travmalarının çaresini aşkta, bağlanmada ararlar. Ama onların da herhangi bir derman bulduğunu ya da içlerine sinen hayatlar yaşadığını söylemek mümkün değildir.
Hakikat kimseye altın tabakta tam porsiyon sunulmaz. Küçücük bir parçası bile önemlidir ama esas olan belirsiz, adı konmamış olandır.
Aslında Kundera, baştan romanın adında “hafifliği” kelimesinin önüne “dayanılmaz” sıfatını getirince safını belli etmiştir. Yine de kitabı okuyan herkes bilir ki, aslında cevaplara değil sorulara meraklıdır yazarımız ve kesin bir hükme varmak ne mümkündür ne de gerekli.
O yıllarda Türkiye’de bu romanı okuyanların önemli bir kısmı ise sanki kitabın adını ve içeriğini yanlışlıkla, “Varolmanın Muhteşem Hafifliği” gibi anladı. Üstüne bir de, alakasız da olsa, çok başka şekillerde işlenmiş de olsa, Ahmet Altan’ın aşktan kaçıp cinselliğe sarılan kahramanları eklenince, en azından bizim seküler mahallede altı tamamen boş bir şekilde özgürlük adı altında geçicilik, yüzeysel ilişkiler el üstünde tutulur oldu. Ama söylem boyutunda kaldı bu: Gerçek hayatlarımıza bakınca “özgürlüğüne düşkün” genç kadınlar ve erkekler olarak, arabesk dinleyip elimizde tutamadığımız aşklarımıza ağladık.
Bu ilişki meselelerini bir kenara bırakırsak, yayımlandığı yıllarda, Türkiye’de (muhtemelen tüm dünyada da) bazıları tarafından da hiç sevilmemesinin esas nedeni ise, Sovyet Rusyası ve 1968 Rus işgali hakkındaki söylemidir ya da kısacası Sovyet Rusyasını sıkıcı, yıkıcı ve gereksiz bir otoriter rejim olarak görmesidir.
Kundera’ya göre, “Marx, İslam ya da her ne üzerine kurulursa kurulsun, totaliterlik, sorulara değil cevaplara odaklanmıştır”, “totaliter dünyada insanlar anlamak yerine yargıya varmayı tercih ederler ve insanların kesin hükümlerinin bu gürültülü aptallığı içinde romanın sesi zar zor duyulur.”
“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde bunları ete kemiğe büründürerek anlatan Kundera, istisnaları bir kenara bırakırsak, “doğal olarak”, kendine solcu, sosyalist ya da Marksist diyen birçok kişi tarafından pek de sıcak karşılanmadı ülkemizde. Bıçkın solcularımız hemen Kundera sevmeyi “bir nev’i” yasakladılar, severek okuyanları küçümseme yarışına girdiler. Zaten hemen sonrasındaki yıllarda, duvarın yıkılması, Sovyetlerin çöküşü vs de, tahmin edilebileceği gibi, onları hiç bağlamadı. Her zamanki gibi biz anlamak isteyenler takıldık kaldık bu konulara.
Diğer yandan, Kundera, kendisi gibi, ülkenin içinde bulunduğu duruma tahammül edemeyip de başka ülkelere kaçanların da ahlakî konumunu sorguladı. Özellikle, uzakta olmanın verdiği rahatlıkla memleket hakkında rahatça atıp tutanları, kalanları direnişe davet edenleri… Her ne kadar tek bir hayatı olan ölümlüler olarak haklılık konusunda bir sorun olmasa da, bildiğimiz, ülkeden kaçmaktı onun adı. Dolayısıyla Havel gibi yıllarca hapis yatmak da dahil bedeller ödeyip direnenlerin, 1989’daki Kadife Devrime giden yolda önemli payları olanların hakkını teslim etmek, hatta onları takdir etmek de gerekirdi, bu gerekliliği de yerine getirdi.
Milan Kundera, 1968 Rus işgalinden 8 yıl sonra, 1975’te Fransa’ya taşınıyor. Aslında tıpkı Tomas, Tereza ve Sabina gibi, o da Çekoslavakya’da yaşama imkânının kalmadığını düşünüyor, öyle büyük ülkülere hayatını feda etmek istemiyor. Zaten 1979’da vatandaşlıktan çıkarılıyor. Bir daha da hiçbir zaman Prag’da yaşamıyor.
“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nden sonraki eserlerinin çoğunu Fransızca yazıyor. Çeklerin bir kısmı tarafından hep o vatanına yüksekten bakan sevimsiz yazar olarak görülüyor ama Türkiye’de benzer bir imaja sahip Orhan Pamuk’un aksine, birçok kez aday olmasına karşın Nobel Edebiyat Ödülü’nü alamıyor. Bunun tersten açıklamasını da Orhan Pamuk’un Türkiye aleyhine atıp tuttuğu için ödül aldığını söyleyenlere bırakalım!!!
“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”, 1988’de Philip Kaufman tarafından sinemaya uyarlanıyor. Her ne kadar başrollerini o zamanlar gencecik olan Juliette Binochet ve Daniel Day Lewis gibi iki karizmatik oyuncu oynasa da kitabın çizdiği atmosferden uzak kalan film, özellikle romanı çok sevenler tarafından beğenilmiyor. Kundera da beğenmeyenlerden. Romanda yazarın biz okurlar için önünü açtığı eğlenceli ve zihin açıcı felsefî yolculukları, filmde hakkını vererek anlatmak çok zor gibi görünüyor, dolayısıyla filme tamamen kötü demek de haksızlık olur bence. Özellikle Rus işgalindeki gerçek çekimlerin kullanıldığı kısımlar aslında gayet ilgi çekici. Şanssızlığı, karşılaştırıldığı eserin, kısa sürede “kült” bir roman hâle gelmesi.
Milan Kundera 11 Temmuz 2023’te Paris’te 94 yaşında öldü. 2019 yılında, yeniden Çek vatandaşlığına alınmıştı, doğduğu ülkeye dönebilirdi ama muhtemelen kendisini artık Çek hissetmiyordu, Fransız vs olması da imkânsızdı. Dolayısıyla vatansız ama tam bir dünya edebiyatçısı olarak vefat etti. Böyle durumlarda hep olduğu gibi, asıl vatanının; eserleri, dönüp dolaşıp aynı temalar üzerinden, özellikle de belirsizlik, gerçeklik, ağırlık, hafiflik üzerinden sorduğu soruları olduğunu kabul edebiliriz.
Kundera, onca güzel romanı, öyküsü ve denemesi olmasına rağmen, esas olarak, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nin yazarı olarak öldü. Ben de, onunla tanıştığımız, dünyasına girdiğimiz bu roman üzerinden veda etmeyi tercih ettim. Tabii ki, yayımlandığı yıllarda olduğu gibi şimdi de son derece ilgi çekici ve zihin açıcı olan tüm kitaplarını alıyorum ve bize bıraktığı miras olarak kabul ediyorum. Okumak gerek.