İster yemek masasından emanet olsun, ister iri bir sehpadan ibaret, isterse odada bir uçtan uca yahut “Kimler geldi, kimler geçti buralardan” nostaljisiyle harika, çetin ceviz bir klasik masa… Oturduğunda o masa bile kendinde hikâye. Koy pencerenin önüne, ayaklarıyla tıngır tıkıdık step yapıp sana anlatsın. Yüzyıllardır anlatıyor.
O muazzam anlatının önünde ne yapacaksın… Genelde kendince hikâye, klavyedeki tutku tuşuna abanırsan masal aktarıyor/yazıyorsun, sinema çok hoş anlatıyor film tırtıklıyorsun, edebiyat ne eylemişse güzel eylemiş, bazen cürmünce “edebiyat yapıyorsun”, bir dize mi denk geldi tesadüfen, buyursun gelsin, şiirler, şiir gibi efsaneler, mitolojiler “al beni, al beni”siyle zaten hazır, hazıra konup yazıyorsun.
Öyle cüretkâr bir iptila ki, “Edebiyat yapma” denince hiç üzerime alınmıyorum. Yazı dediğin “yapma” zaten, benimkisi iyice uydurma. Bedelli de olsa özgürlüğün bu kadarını başka hiçbir masada bulamazsın.
Ki yazı masası dediğin Edip Cansever’in bazen çiçekli, bazen gazeteden örtüsüyle hayal ettiğim, bir ayağı mutlaka aksak “Masa da masaymış ha…”sının bile dedesi, piri sayılır herhalde. Yıllardır nice üstatlar “Ha babam koymuşlar” üstüne. İktidarların, saltanatın büyüdükçe küçülen masaları, dışarı taşıdıkları boylu poslu kürsüler gün gelir yanında dingildek bir garip sehpa kalır.
İskandinav gözüyle günlük hikâyemiz
Yüz yıllardır öyle hazineler, öyle bir malzeme birikmiş ki, hazıra konuyorsun. Yaşadığın ülke desen… Hemen araya girip kısa hikâyesini anlatayım: Bir gün gazeteye genç İskandinav meslektaşlar gelmişti de “Sizin bir günde yaşadıklarınızı, biz bir ayda, bazen bir yılda göremiyoruz” demişlerdi. Meslekî iltifattı herhalde, gülümsüyorlardı zira. Biraz da çekiniyorlardı belki bu ülkede “turist gazeteci” bile olmaktan.
Ekranlardan her gün şarıl şarıl akan, bendine asla sığmayan, ar, iz’an, terbiye, değer, makuliyet, pervâ filan ne varsa hepsini aşan malzemeler. Çamurundan ayıklamaya da gerek yok. “Yazarım belki” diye seçip sıraya koysan ömrün yetmez. Dolaşımdaki, yani iktidardaki bir cümleyi ilham alsan binlerce vuruşluk yazı dizisi çıkar.
Hep varmış, hep yokmuş…
İki haftadır yazılarım “iyilik-kötülük” üzerine sorularla dolu… Yanıtını nasıl vereceksin tüm değerleri durma başaşağı-başyukarı eden bu hengâmede. Bir varmış bir yokmuş, hep varmış hep yokmuş, masal yazıyorsun tabii. Yazıyorsun da geçen pazar “Gerçek bir hikâyenin dosdoğru masalı” yazımdaki gibi kötülük masallıktan çıkıyor, dünyanın, hayatın göbeğine oturuyor bazen.
Korkunç masallardaki, “Yüzüklerin Efendisi” serilerindeki kötülüğün iktidarı artık orta oyunu… En ucuzundan “teatro”, durma beceriksiz tulûat. Bilmem kaç yıllık ne onduran, ne güldüren köhne, pespaye, ucuz birkaç repliğiyle kumpanyasını yürütmeye çalışan “alaylı” oyuncu kadroları, hakikat ötesi dünyalara, filmkurgulara parmak ısırtıyor.
“Aymaz” kasap, hep bir hesap
Dünyanın oyunu. Bakıyorum öyle dünyalara, yapımcılara, yönetmenlere, oyunculara da… Aynı oyunlarını durmadan prömiyer olarak sunmaya çabalayan, arada hurdalıktan dekor değiştirmeye çalışan o kumpanya, kara, dramatik metinlerini senaryoya, sinemaya uyarlayıp uyduruk “pembe dizi” yapmaya heveslense, galasına kaçının ömrü, hükmü yeter, bilmiyorum. Benim de yetmez. Rötuşlar nafile… Karayı pembeleştirecek boya bile kalmadı ellerinde zaten.
Kara, kapkara tiyatro. Skeçler, parodiler, tulûatlar, temsiller, piyesler, monologlar, tek kişilik oyunlar, yapış yapış, düşe kalka komedyalar, ağır tragedyalar, saltanat meddahları, soytarılar, cambazlar, hokkabazlar, Tuzsuz Deli Bekirler, Beberuhiler-Babaruhiler tarihi… Karagöz-Hacivat yanında bilge kalır.
Hatta Batman’deki (Bet-adam) Penguenler, Two-Faceler, sıkışınca Jokerler, Godfatherlar yahut sahnedeki rolü, kostümüyle güncellenerek Goodfatherlar tam takım… Ayvaz-aymaz kasap, hep bir hesap. (Bu arada ayvaz “eskiden büyük konaklardaki uşak, yamak” filan demekmiş.) Artık vasata bile itibar kazandıran senaryolar belli, kadro belli, sahne belli. O cephede yeni bir şey yok!
İyi-kötü artık dev prodüksiyon
Ah o Erol Taşlar, Kenan Parslar, Neriman Köksallar, Aliye Ronalar… Kötülükleri sıradan ama onda bile sanki bir tür “kalite”, ezber olduğu için hiçbiri yok o sahnede. Batı’da sinemanın kötü karakterlere ayırdığı mesaiyi, prodüksiyonu, harcamayı, işçiliği Yeşilçam’da göremiyoruz.
Onlar ya rejisörün onlarda gördüğü geleneksel “kötülük ışığı”yla, toplumsal kaba şablonuyla kötü adam-kadın rolüne sabitlenmişler ya da o rol daha ilk filminde üzerine yapışmış. Ve en baştan biliyoruz o filmde kim iyi, kim kötü. Finalde hepsinin hâli darmaduman, yerle yeksan.
Ama dünyada siyaset sahnesine iyilik kostümüyle çıkanlarınarkasında dev bir prodüksiyonun olduğunu söylemek mümkün. Bölüm, oyun başına ücretleri, primleri de astronomik. Çoğu farklı tiyatro sahnelerinden üç-beş maaşlı zaten… Reklâmı, afişi, billboardu gırla. Oyundaki pervasızlıkları, seyirciyi bile işin içine katan, ayıklayan hakaretleri, , alkış bekleyen küfürleri, sahne dokunulmazlığı…
Karışıyor/karıştırılıyor sahnede
O konforla, oradan oraya o mesaiyle gidenlerin, seyirci giderek gönülsüzleşe de aldığı alkışla sahneye çıkanların performanslarının ne kadarı rol, ne kadarı gerçek belirsiz. Onlar da karıştırıyor, seyrederken biz de… İyilik-kötülük bazen nasıl karışır, otoritenin kepçesiyle nasıl karıştırılırsa öyle.
Yaşı genç ya da “The Good, The Bad and The Ugly” filmini seyretmemiş olanın önüne afişindeki “iyi, kötü ve çirkin”in vesikalıklarını iskambil kâğıdı gibi karıştırıp koysan, hangisi hangisidir bulamaz muhtemelen. Clint mi kötüdür, Van Cleef mi iyi?
Kastı belli ama “cast”ı geniş
Sahnelenen kötülüklerde çekirdekten oyuncu da var, sonradan olma kulaktan dolma da… Her çeşidiyle muteber. Bir zamanlar karşı, rakip kumpanyalarda gezinen, bu süreçte parlatılan “misafir oyuncular”ın rolü de çok önemli. Kastının ne olduğu hem aşikâr, hem binbir çabayla kafa karıştırdığı için belirsiz; o yüzden “cast”ı geniş.
Nihayetinde bir tiyatro ya… O kostümlü oyuna, senaryoya göre başrollerde yahut figüran, şık ya da paspal, boylu poslu-boysuz possuz, becerikli-beceriksiz, havalı-havasız, yetkili-yetkisiz, ehliyetsiz-adaletsiz çok geniş, tarihi bir yelpaze. Başka bir mozaik.
Üstelik bazen kiralamak da mümkün, satın almak da… İşte masallardaki, her yaşa hitap eden çoluk çocuk tiyatrolarındaki, kurgu filmlerdeki, fantazilerdeki kumpanya nasılsa, öyle. Ne bileyim. Shrek yap yeşile boya, Keyser Söze yap, topallaya topallaya “Olağan Şüpheliler”in arasından sıyrılsın.
Sahnedeki iyilik kostümleri
İktidar gardrobundan kostümleriyle “iyilik” kisvesinde sahneye çıkanlar da var, kendini tutamayıp ya da pervazsızlığı hak görüp tiradını aniden oyunun ortasına ünleyen kara pelerinli Kara Şövalyeler de… Kara olmasına kara ama şık, pahalı, devrin modası… “İyi”likler kostüm, hep rol, hep köhne replikler.
“Çünkü her kötülük ‘iyilik elbiseleri’ ile dolaşır aramızda. Hiçbir kötülük mazeretsiz çıkmaz sokağa… Eğer iyiliğe (o kostümüne) odaklanmışsanız, meşrebinize uygun olarak kötülük maskesine dönüştüğünde onu ayırt etmeniz kolay olmaz. Kötülüğü çırılçıplak haliyle yakalayabilmek için onun korkusunu kayıtsız şartsız kalbinize yerleştirmeniz gerekir. Aklınıza demiyorum. Akıl çok tekinsizdir, oyunlar oynar bize… Kötülüğü fark etmeye odaklanmış bir kalbi, ‘iyilik elbisesiyle’yle kandıramazsınız”. (¹)
“Kullan-at” dekorlar
Reytingi yüksek oyuncuların, “Bu tutar” senaryoların, kimi sabit, kimi aya giden, kimi Akdeniz’i boydan boya fetheden “kullan at” dekorların “gerçek” sahnesinde, ezeli oyunlarla girilmiş beynimizdeki o akıl yetmiyor bazen anlamaya. Ki sahnedeki bile saklamıyor, “Alırım aklını” diyor zaten.
O yüzden en basit, en sade, eğilip bükülmemiş hâliyle vicdan, dürüstlük, hakikilik, belki kısaca “kötü olmamaya, kötülük yapmamaya, kötünün yanında durmamaya çalışmak” çok değerli. Hele ister hayatında bir yol, bir viraj, isterse bir yönetim anlamında olsun “seçim”se önündeki, masandaki mesele.
Hayat sanatı taklit eder de…
Hayat tiyatroya, sinemaya müsait. Dünya da öyle… “Hayat sanatı taklit eder” demiş ya Oscar Wilde… Böyle “taklitler”, böyle “sanaat” aklının ucundan bile geçmemiştir muhtemelen. Ekranlardaki görüntüler gözümün önünden eksilmediği için yazım da aslında bir tiyatro, film yazısı, bir tür masal. İşte hep o yüzden.
Bir bakıma öyle, bir bakıma hepsi birbirine karışmış. “Gerçek” hikâyeler, dosdoğru masallar da gözümüzün önünde. Öyle ki bu gerçek değil deyip o kâbustan çıkmak için mosmor koluna bir çimdik daha atıyorsun.
Bir aralar lüks arabasının içinde “Kahrolsun fakirler” diyen ergenin fenomen olma gayretli o parodisi sadece bir şımarıklık mı, yoksa bir düzenin patavatsız ama “en samimi” ifadesi mi… Marketlerdeki, mağazalardaki etiketler ve dahi -kendi alış-verişinde o etiketlere bakmaya bile gerek duymayan- ekonominin otoriteleri, mirasyedileri o samimilikte konuşsa “Özür dilerim, çok üzgünüm” mü der böylesi parodilerde, yoksa “Müstahak sana Allahın fakiri” mi?
Pasta kalmadı simit yesinler
Tarihte o hiç doğrulanamayan “Ekmek yoksa pasta yesinler” kelâmı, her fırsatta, her gafta, bunun bir gaf olduğunu bile akla getirmeyen pervasızlıklarla, öyle tuhaf izahlarla bin kez doğrulandı. Fransa Kraliçesi ne kelime, bir zamanların ekran kraliçesi öyle zihniyetleri “Simit yesinler” mealinde güncelliyorsa… İthal, tarihi alıntıya ne gerek?
Dört yıl önce AK Parti Grup Başkanvekili “asgari ücret-beslenme-simit çay” denklemini, “günde üç öğün simit-çay x beş kişilik aile x 30 gün” üzerinden ekranlarda bağıra çağıra yapıp, elde kalan paracıktan tartışılmaz bir haklılık, bir tür adalet ve kalkınma çıkarıyorsa… İyilik-kötülük, zihniyet-iz’an filan bu sahnede laf-ı güzaf.
O sahneye “Dolar üç lirayı geçerse…” repliğiyle çıkan iki dirhem bir çekirdek figüranların sonraki biçare pandomimlerini izledi bu seyirci. Yine kuliste ama o “Hey hey” replikleri “şimdilik” arama. Sahnedeki yeri stoktakilerle yenilendi.
Olmayan evine dönmezsen “oy”un yok
Sokak röportajlarında “Aldığım maaş her bişeyime yetiyor”un asgari figüranlığı daha ne kadar iş görecek? On binlerce insanın toprak, enkaz altında kaldığı, günler, haftalar sonra, binbir zorlukla, kimin, nasıl, ne zaman topraktan çıkardığı muamma 50 bin cansız bedenin sokaklara uzaltıldığı, yine kim bilir kaç gün sonra binbir güçlükle yeniden toprağa verildiği depremde “Devlet nerede?” çığlığıyla bağrımızı delenler, zevalin dibini görenler yine “Devlete, millete zeval gelmesin” mi diyecek?
Bunu da tam olarak bilemeyeceğiz bu ülkede… Okuduğumuz haberlere göre, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) depremin ardından iki milyon insanın başka yere göç ettiğini söylüyor; sadece 338 bini kaydını yeni gittiği yere aldırabilmiş. Bir milyon 600 bini hayatının en büyük travmasını yaşadığı deprem bölgesindeki olmayan “ev”ine dönemezse oy kullanamayacak. Ama basılan oy pusulası sayısı da rekor kırmış bir yandan.
Devlete zeval gelmesin de…
Bu felaket bile hiçbir soru getirmiyor mu aklımıza da öylece seyrediyoruz. Neyim varsa enkaz altında kalmış, ailem, yakınlarım, eşim dostum ölmüş, evim, sokağım, mahallem, şehrim, memleketim -başıma- yıkılmış, işim gücüm yok, belki bir haftayı, bu ayı atlatacak param yok, umudum, hayallerim enkaz, oy hakkım bile yok! Ne kaldı ki geriye, o tiyatro oyununda sahneye çıkıp, o “zeval”li repliğini söyleyip, alkışlar bitmeden yeniden kulise itelensin…
Oysa neler seyretmiştik o sahnede… Depremden sadece birkaç saat sonra AFAD kostümüyle sahneye çıkanların “Her yer kontrol altında, ulaşılamayan yer yok, herkes en hızlı refleksi vermiştir” mi isterseniz, “Bütün ekipler, bütün kurumlar depreme müdahale ediyorlar. Şu anda yıkılmış binalarda arama kurtarma çalışmaları devam ediyor, çeşitli illerde… Köylerimize kadar” mı…
AAAHaber mi izledi koca ülke
Peki ya, depremin ilk 24 saatinde sosyal medya polemikleri, atışmalarıyla “sahne”yi sevdiğini düşündürten Kızılay Başkanı’nın “Yıkılan binaların tamamına ulaşıldı, çok büyük oranda arama kurtarma başlatıldı. Ulaşılamayan bir nokta yok” repliği?
Depremzedelerin hâli oradayken “Mâliyetine çadır sattık” itirafı, tarihteki yerini almayı hak etmiyor mu? Kızılay bu yahu; o şanlı tarihinin meraklısıysanız Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti… Hepsi o dayanılmaz felaketin dekorunda bir “teatro”ydu da ağladık ve bitti mi?
O sahnenin, o kurgunun dışındaki gerçek hayat, deprem, insanlar öyle miydi Allah aşkına! Sadece AAAHaber’i ya da o alfabedeki kanalları mı izledi koca ülke… İlk günlerde sadece o sahnenin dekorundaki çadırların, konteynırların, ekiplerin, personelin, ekipmanın önünde kürsüsüne çıkıp konuşanların replikleriyle, kaç zaman sonra “Hâlâ çadır bile yok” diye figan edenlerin çelişkisi hiç mi göze, akla, iz’ana, ortadaki hakikate ilişmedi.
“Aç insanı bunlar togg tutmaz”
Son günlerde ekranlarda haktan hukuka, eşitlikten adalete, dövizden enflasyona, işsizlikten ücretlere, gündelik hayattan siyasete bu hâli pür melaldeki ülkenin başarısını, refahını, dünya liderliğini, topluma asla nasip olmayan servetini “açıklama” gayretlerine bakıyorum…
Otoyol diyorlar, köprü diyorlar, havaalanları, TOGG diyorlar… Bunların hiçbirini kullanamayan, o arabayı 10 yıl aç yatsa alamayacak olan ama o yolları, köprüleri, havaalanlarını cebinden faiziyle ödeyen halka. Bu “teatro”, halk matinesi değil de nedir?
“Biz TOGG diyoruz, adamlar soğan diyor”un üstten üsten cümlesini kurarken hiç mi içi sızlamaz insanın? Biz de “Aç insanı bunlar togg tutmaz” mı diyelim, böyle polemiklerle, kelime oyunlarıyla gününü gün eden insanlara.
Seçime mi gidiyoruz yoksa…
Tam seçim arifesinde denize indirilen 1 uçak gemisi ve onun üzerine indirilen insansız savaş uçağı, her cümlede bir İHA, SİHA, savunma harcamalarına ayrılan 75 milyar dolarlık bütçeden söz ediliyorsa… Her söylemde de hep birilerine karşı öyle ya da böyle “savaş” varsa… Nihayetinde bu karman çorman, hınzır kafamdan “Seçime mi gidiyoruz, savaşa mı?” sorusu geçiyorsa, kabahat kimin?
Benim kıt, geçimsiz düşüncelerime göre, her türden ekonomik, sosyal, demokratik, hak-hukuk, hayat standardıyla ilgili dünya sıralamalarında debelenen bir ülkenin itibarı, alkışı savunma-savaş harcamalarında, bütçesinde araması, bunu seçim malzemesi yapması da bir tuhaf. İlle bir duyguya, kelimeye iliştireceksem bu ortamda bunlar benim için “esef” vesilesi.
Tamam, bir bakıma benim sahnemdeki, perdemdeki, ekranımdaki tiyatrodan, sinemadan konuşuyoruz. Ve elbette dünyada en yüksek gişe, hâsılât yapan film listelerinde savaşla ilgili yapımların, “Yenilmezler”in, “Star Wars”ların, “Avatar”ların “Hızlı ve Öfkeli”lerin, “Kara Şövalye”lerin, kötü adam “Joker”lerin tartışılmaz, başka türlere asla yer bırakmayacak kadar güçlü kürsülerini biliyorum. Ama bu örnekte “ama”nın durduğu yer daha önemli olmalı böyle bir dünyada.
“The End”i görememek mesele
İşte o yüzden de “kötü insan olmamaya çalışmak-çabalamak” çok önemli zaten. Zira “iyilik” de öyle sahnelerdeki, perdelerdeki, ekranlardaki “itibarlı” gişesi nedeniyle kolayca eğip bükebiliyor, kötülüğü bile o kostümle dolaştırıyor iktidarlar hayatta.
Ama tiyatro, sinema değil ki hayat; ışıklar yanınca ferahlayıp, huzurla evine gidesin. Sen de seyirci değilsin; iktidarlar hep öyle saysa, varsaysa da, hatta elindeki yırtık biletle bazen o sıfatı sonuna kadar hak etsen de… Değilsin bazen. O yüzden “seçim” deyince bir şeyler kıpırdamalı içinde insanın, seyirci koltuğuna sığmamalı.
Oturduğum yeren bakınca, bugün bu hayatta, bu oyunda “The End”i görememek asıl mesele. Bir türlü yanmıyor ışıklar. Durma gösterime giren dizinin yeni sezonlarını, 1, 2, 3, 5, 7. “Kâbus” filmi serilerini seyrediyorsun, yaşıyorsun. Tek bilet al, 32 kısım tekmili birden, aralıksız-artarda devamlı seansları seyret. Eline verilen bilet o, sahne o, oyun o, film o. Yetmedi mi hep o aynı dizi?
“Birazdan teatro bomboş kalacak”
Benim masalımda finalde sahneye Münir Özkul çıkıyor… Yüzünde -eşkâlini çizdirseler hepimizin en ince kıvrımına kadar betimleyeceği- o bildik güven veren gülümseme. Yorgun gibi biraz ama dimdik…
Tiyatroda Osmanlı döneminin yıldızlarından Tomas Fasulyeciyan’ın o ünlü tiradını kuvvetli nidalarla seslendiriyor: “Görorum hepiniz gardroba hücuma hazırlıyorsunuz… Birazdan teatro bomboş kalacak.” Ardından bir oyunu sonlandırmanın coşkusuyla, olanca gücüyle bağırıyor: “Perdeee…” Ve iri farbalalarıyla dökülüyor, saltanatlara yakışır o kadife perde kapanıyor, bir oyun bitiyor.
(¹) Gürbüz Özaltınlı, “İyilik kötülük üzerine”, Serbestiyet, 22 Aralık 2018.