Seçime bir yıldan biraz daha fazla var ve Meclis’in önüne seçim kanunda değişiklik teklifi geldi.
20 yıllık AK Parti iktidarında yapılan altı genel, dört yerel, iki Cumhurbaşkanlığı seçimi ve üç referandum öncesinde rastlanmamış bir telaş bu.
En yakın örneği 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde getirilen seçim ittifakı izni.
Peki, seçimleri son dakika seçimin kurallarını değiştirerek kazanmak mümkün mü?
72 yıl öncesine gidelim.
Türkiye 14 Mayıs 1950 seçimlerine doğru gitmektedir.
27 yıllık CHP iktidarı, seçim güvencesi verilmezse seçimleri boykot etmeyi düşünen muhalefete 1946 seçimlerindeki fiyaskosunun tekrarlanmayacağı güvencesini vermiş ve bunun için yeni bir seçim kanunu masaya getirmiştir.
Yeni seçim kanununu iktidardaki CHP, muhalefetteki Demokrat Parti ve Millet Partisi ile müzakere eder.
1946 seçimlerinin yapıldığı eski seçim kanununda olmayan gizli oy, açık sayım ilkesinde, seçimlerin yönetiminin yürütmeden yargıya verilmesinde ve bunun için Yüksek Seçim Kurulu’nun kurulmasında iktidarla muhalefet anlaşır.
Ama seçimin usulü konusunda iktidar ile muhalefet arasında görüş ayrılığı vardır.
CHP iktidarı, 1946 seçimlerinin de yapıldığı basit çoğunluk sisteminde ısrarcıdır, muhalefet ise nisbi temsil sistemi için bastırmaktadır.
Basit çoğunluk sistemi bir seçim bölgesinde en çok oyu alan partinin milletvekilliğini alması üzerine kuruluydu.
Aslında o tarihlerde Batı’daki pek çok demokratik ülkede seçimler basit çoğunluk sistemiyle yapılmaktaydı. Ama bir farkla: Bu ülkelerde seçim bölgeleri daraltılmıştı, tek isimli seçim çevrelerinde en çok oyu alan parti o tek milletvekilliğini de alıyordu.
Türkiye’deki seçim sisteminde ise bir seçim bölgesinde çok sayıda milletvekilliği vardı ve kazanan bu milletvekilliklerinin tamamını alıyordu.
Büyük adaletsizliklere neden olan böyle bir seçim sistemi demokratik ülkelerin hiçbirinde yoktu.
Demokrat Parti ve Millet Partisi, bu sistem yerine bir seçim bölgesindeki milletvekilliklerinin aldıkları oy oranlarıyla orantılı olarak partilere dağıtılmasına dayanan nisbi sisteme geçilmesini istedi. Bu sistem bütün dünyada d’hondt sistemi olarak biliniyordu.
Belçikalı avukat, akademisyen, matematikçi Victor D’Hondt tarafından 1878’de bulunan bu seçim sonucu hesaplama formülü, onun adıyla anılmaya devam etmişti.
D’Hondt sisteminde partilerin aldıkları oylar, 1, 2, 3, 4… ile bölünüyor ve bulunan rakamlar, büyükten küçüğe doğru sıralanıyor, o seçim bölgesindeki milletvekillikleri, bu rakamların büyüklük sırasına göre dağıtılıyordu.
Fakat gizli oy açık sayım ilkesinin bile olmadığı, seçimlerin yürütme tarafından yapıldığı 1946 seçimleri fiyaskosundan sonra seçimleri Yüksek Seçim Kurulu gibi bağımsız bir yapıya devreden, gizli oy açık sayım ilkesini getiren yeni seçim kanununa Demokrat Parti de Meclis’te “Evet” verdi.
Kanun, Millet Partisi’nin nisbi sistem eleştirisi yüzünden red oylarına rağmen 16 Şubat 1950 günü Meclis’te kabul edildi.
5545 sayılı yeni Milletvekili Seçim Kanunu’nun kabulü dolayısıyla CHP’li Başbakan Şemseddin Günaltay, teşekkür etmek ve eleştirilere cevap vermek için kürsüye çıktı ve şöyle dedi:
“Arkadaşlar, nispi temsilin bâzı memleketler de ne kötü neticeler verdiğini her gün görüyor ve duyuyoruz. Böyle memleketlerde Hükümetler teşekkül edemiyor, teşekkül eden Hükümetler bir hafta olsun duramıyor. Halbuki, bugünkü şartlar ve bugünkü cihan durumu kuvvetli partilere müstenit devamlı Hükümetlere ihtiyaç göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, biz nispî usulü terviç etmiş değiliz. Esasen nispî temsil usulü Türk Milletinin ruhuna aykırıdır. Disiplinli bir Millet olan Türk Milleti meselelerin karşılıklı münakaşasını arzu eder. Fakat anarşiden nefret eder. Nispî usulün götüreceği netice anarşidir. Başka memleketlerde bu usule göre yapılan seçimlerin neticelerini tetkik ettiğimiz zaman siz de benim bu sözlerimin ne kadar isabetli olduğunu takdir etmiş olacaksınız. Arkadaşlar, arzettiğim gibi, Türk Milletinin olgunluğuna hepimiz inanalım.”
14 Mayıs 1950 günü bu yeni seçim kanunuyla seçimler yapıldı.
Seçimler CHP için büyük bir fiyaskoya döndü.
Aslında yüzde 53.4 oy alan DP’ye karşı, 27 yıllık tek parti iktidarının yüklerini taşıyan CHP’nin aldığı yüzde 39.8 hiç de düşük sayılmazdı. Fakat CHP için seçim sonuçlarını fiyaskoya çeviren basit çoğunluğa dayanan seçim sistemi olmuştu.
Demokrat Parti oyların yüzde 53.4’ü ile milletvekilliklerinin yüzde 83.6’sını kazanırken, Cumhuriyet Halk Partisi oyların yüzde 39.8’i ile milletvekilliklerinin ancak yüzde 14.4’ünü almıştı.
DP, 1954, 1957 seçimlerinden de basit çoğunluk sisteminin avantajıyla tek parti iktidarı olarak çıktı.
1954 seçimlerinde DP oyların % 58,86’sıyla milletvekilliklerin yüzde 93’ünü aldı. Toplamda yüzde 41 alan muhalefet ise Meclis’teki koltukların sadece yüzde 6,7’sini alabildi.
1957 seçimlerinde DP yüzde 48,1, muhalefet partileri yüzde 51.9 almıştı ama bu sistem sayesinde DP, Meclis’teki sandalyelerin yine yüzde 70’ini kazanmıştı.
27 Mayıs darbesinin ardından kurulan Temsilciler Meclisi’nde anayasa ile birlikte yapılan ilk iş bu seçim kanununu değiştirmek oldu.
Seçim Kanunu için kurulan komisyon uzun uzun DP yıllarından örneklerle çoğunluk sisteminin zararlarını anlattıktan sonra neden nisbi sistem ya da D’Hondt sistemini tercih ettiklerini şöyle açıkladı:
“Bu düşüncelerden sonra, adalet ve hakkaniyete uygun düşen, vatandaş oyuna değer veren ve bütün kanaatlerin Mecliste temsilini mümkün kılan ve iktidarların parlâmentoda, murakabesini kolaylaştıran nispî temsil sisteminin kanunumuzda yer alması kararlaştırılmıştır.”
Ama DP tecrübesine tepki olarak kabul edilen d’hondt sistemiyle gidilen ilk seçimde sandıktan darbecilerin hiç beklemedikleri bir sonuç çıktı.
DP’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi, sadece üç sandalye ile iktidarı kaçırdı.
Askerlerin kafalarını çıkarmasıyla ancak bir CHP azınlık hükümeti kurulabilmişti.
1965 seçimlerine giderken ise Adalet Partisi’nin genç lideri Süleyman Demirel ile yakaladığı hava yüzünden iktidar yeni bir seçim mühendisliğine başvurdu.
İktidardaki CHP ve hala ipleri elinde tutan askerler Seçim Kanunu’nu tekrar değiştirerek Milli Bakiye Sistemi’ne geçtiler.
Millî bakiye sisteminde seçim bölgelerindeki milletvekili sayıları nispi temsil sistemine göre belirleniyordu. Ama partilerin seçim çevrelerinde aldığı milletvekilliği çıkarmalarına yetmeyen bütün artık oylar toplanıyor, açıkta kalan milletvekili sayısına bölünerek milli seçim kotası bulunuyor, her partinin elindeki toplam artık oy milli seçim kotasına bölünerek, bununla orantılı bir şekilde milletvekilleri dağıtılıyordu.
Kanun değiştirilirken küçük partilerin de Meclis’e girmesinin yani temsilde adaletin amaçlandığı söylenmişti. Kanun gayet demokratik görünüyordu.
Ama bu değişikliğin esas hedefi güçlenen Adalet Partisi’nin tek parti iktidarını engellemekti. Adalet Partisi de Milli Bakiye Sistemi’ne şiddetle karşı çıktı.
27 Mayıs’ın Milli Birlik Komitesi üyesi ve tabii senatör Ahmet Yıldız, seçim sistemi tartışmaları sırasında söz alarak değişiklikten muradı şöyle anlatmıştı:
“Sistemin sakıncalarına inanıyoruz. Fakat daha büyük sakıncaları önlemek özlemini de duyuyoruz. Hükümet buhranları yaratacağını biliyoruz. Fakat rejim buhranını önleyici etkisi olacağına da inancımız vardır.”
Fakat seçim mühendisliği yine tutmadı.
10 Ekim 1965 günü yapılan seçimlerde Adalet Partisi, hala Türkiye seçim tarihinde bir rekor olan yüzde 52.9 oy aldı ve 240 milletvekili çıkararak tek başına iktidar oldu.
Seçim sistemi sayesinde TİP yüzde 2.97 ile Meclis’e 15, CKMP ise yüzde 2.24 ile Meclis’e 11 milletvekili soktu.
1969 yılına seçime giderken bu kez iktidardaki Adalet Partisi, seçim kanununa el attı.
Seçim Kanunu’nda yapılan değişikle Milli Bakiye Sistemi’nin yerine yeniden d’hondt sistemine dönüldü. Fakat sisteme yeni bir parça daha eklenip, seçim çevresi barajı getirilmişti.
Hedef küçük partilerin Meclis’e girmesini engellemekti.
Fakat Adalet Partisi iktidarının seçim mühendisliği Anayasa Mahkemesi’ne takıldı. Mahkeme, çevre barajını, “demokratik hukuk devletine, olağan seçim sonuçlarını suni bir müdahale ile değiştirdiği için seçme ve seçilme hakkına, daha önceden seçmen üzerinde ruhi bir baskı ve tereddüt yarattığı için seçimlerin serbestliğine, siyasi partiler için yarattığı engel için çok partili düzene ve seçilme önüne koyduğu engelle seçilme hakkına ilişkin anayasa hükümlerine aykırı buldu” ve iptal etti.
Barajsız d’hondt sistemiyle yapılan 1969 seçimlerinden Adalet Partisi yeniden tek başına iktidar çıktı ama daha sonra 1980 yılına kadar yapılacak seçimlerden bir daha tek başına iktidar çıkmadı.
Seçim Kanunu’na 12 Eylül darbecileri de el attı.
1983’de seçimlere gitmeye karar veren darbecilerin seçtiği Danışma Meclisi’nin Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan yeni Seçim Kanunu’nun gerekçesinde yeni seçim sistemi “toplumun hastalandığı” tespiti üzerine inşa edilmişti:
“Temsilcilerden kurulu parlamento, temsilcilik niteliğini kazanabilmek için toplumun minyatür bir örneğini teşkil etmelidir. Eğer bu şekilde kurulan meclislerde Devlet idaresi mümkün olamıyorsa, partiler aralarında anlaşıp gerektiğinde koalisyon hükümetleri kuramıyorlarsa, milletvekilleri maddî menfaatleri karşılığında parti değiştiriyorlarsa, durum, toplumda Devlet birliğine olan inancın sarsıldığını, milletin kaderde, tasada ve kıvançta ortak bir toplum, bir bütün olmaktan çıktığını gösterir; yani toplum hastalanmış kriz başlamıştır. Bu gibi hallerde yukarıda özetlenen temsil fikrinde ısrar etmek, Devletin parçalanıp dağılmasına hatta milletin bağımsızlığını kaybetmesine yol açabilir. Bu hastalık halinin tedavisinde yardımcı unsurlardan birisi yasama meclisine Devlet faaliyetlerinde istikrarı sağlayacak hükümeti devamlı destekleyerek hükümet krizlerini önleyecek bir çoğunluğun hâkim olmasıdır.”
“Toplumu iyileştirmek” için seçim kanununda bulunan formül ikili barajdı: Yüzde 10’luk ülke barajı ve bölge barajı.
Partiler ancak bu iki barajı aşabilirlerse Meclis’e girebileceklerdi.
Kanunun amacı seçimlerden iki partili bir siyasetin çıkmasıydı. Darbeciler için bu iki parti Milliyetçi Demokrasi Partisi ve Halkçı Parti’ydi.
Kanunun hedefindeki küçük partilerden biri de yeni kurulan Anavatan Partisi’ydi.
Ama yine bir seçim kanunundan murad edilenin tam tersi oldu ve sandıktan ANAP tek başına iktidar çıktı.
1991 seçimlerine giderken, ekonominin durumu yüzünden tek parti iktidarını kaybedeceği görülen ANAP da seçim kanunu üzerinde mühendislikler yaptı. Altı milletvekiline kadar ki her il bir seçim çevresi sayıldı, fazla olan iller seçim çevrelerine bölündü. Kontejan milletvekilliği ve tercihli oy getirildi.
Fakat sonuç ANAP’ın istediği gibi olmadı. DYP yüzde 27 ile 178 milletvekili çıkarırken, ANAP yüzde 24 ile 115 milletvekilinde kaldı ve iktidarı kaybetti.
1995 seçimlerine giderken bu kez iktidardaki DYP-SHP koalisyonu seçim yasasına el attı. Kontejan, tercihli oy ve seçim çevre barajları kaldırıldı. Ama bu makyajlar sandıktan Refah Partisi’nin birinci çıkmasını engelleyemedi.
2002 seçimleri ise 12 Eylülcülerin yüzde 10 barajının fiyaskosuyla sonuçlandı.
Sadece AK Parti ve CHP barajı geçti, seçmenin yüzde 46’si Meclis’in dışında kaldı. İktidara da tek başına AK Parti geldi.
Yüzde 10 barajının korunmasının esas sebebi olan Kürt partileri de 2007 seçimlerinden itibaren bağımsız adaylıklarla bu engeli aşmanın yolunu buldular.
Yani özetle seçim kanunlarındaki değişiklikler zamanı gelmiş fikirlerin önünde duramadı, süresi dolmuş iktidarların ömrünü uzatmadı, sandıktan çıkmayan oyun yerine geçemedi, siyasi mühendisliklere karşı alternatif siyasi mühendisliklerle çareler bulundu.
Bu son siyasi mühendisliğin akıbeti de aynı olacak mı bilmiyoruz.
Ama şimdiden birbirine yakınlaşmakta zorlanan muhalefet partilerini zorunlu olarak birbirine daha fazla yakınlaştıracağı söylenebilir.
72 yıl önce Başbakan Şemseddin Günaltay’ın dediği gibi bu milletin “olgunluğuna hepimiz inanalım” ve Victor D’Hondt’un kemiklerini de daha fazla sızlatmayalım.