[31 Ocak 2023] Buradan ikinci soruma geçiyorum. Bu çerçevede beni özellikle bu yöndeki ters-geçişlerin ideolojisi ilgilendiriyor. Her nasılsa oluşmuş bir rotasyon veya kollektif önderlik uygulamasından tekrar tek adamlığa dönüş, ya da kısmî desantralizasyondan tekrar aşırı santralizasyona dönüş, neye dayandırılıyor, nasıl gerekçelendiriliyor? Olası itirazların nasıl üstesinden geliniyor?
Bir kere, günümüzle ilgili genel ve evrensel bir gözlem. Komünist olsun olmasın, ister Batı dışı ister Batı içi bütün otoriterleşme (veya daha da otoriterleşme) süreçlerinde, bir şekilde büyük bir tehlikeye ihtiyaç duyuluyor. Mutlaka böyle bir tehlike (veya tehlikeler) olmalı ki, karşısında beka dâvâsı öne çıkarılabilsin. Batı içinden nadir bir örnek olarak Trump, beyaz ırkçılıkla örtüşen bir göç, muhacir ve yabancı düşmanlığına başvuruyor. Bu karışımın İslamofobi dozajı büsbütün arttırılmış benzerleri, Avrupa için de geçerli. Madalyonun öbür yüzünde, dünyanın Batı dışı kesimlerinde ise hep Batı düşmanlığı baş rolü oynuyor. En basiti, sırf Türkiye’yi düşünürsek; PKK’nın da ardında Batı var, FETÖ’nün de ardında Batı var, döviz krizinin (Türk Lirasına “saldırı”nın) da ardında Batı var, İstanbul Sözleşmesi’nin bir ara dayatılmış olmasının da ardında Batı var, LBGT+QIA üzerinden Türk Ailesinin çökertilmek istenmesinin de ardında Batı var. Benzer söylemler Macaristan’dan başlayıp Rusya’dan geçerek İran’a uzanıyor.
Bunun, bugün hâlâ varolan komünist rejimlerde (veya sosyalist denilen ülkelerde) çok özel, başlı başına incelenmeye değer bir karşılığı var: “yozlaşma” veya “yolsuzluk” (corruption) ve bununla savaş sorunu. Rüşvet, yolsuzluk, irtikâp, zimmetine para geçirme, yönetici konumundan yararlanarak ek ve kanunsuz gelirler sağlama. Bunlar kapitalist ülkeler gibi sosyalist ülkelerde de hep vardı ve hep suç sayılıyordu. Ama ideolojik açıdan genellenmiş ve baş düşman konumuna yükseltilmiş değillerdi. Şimdi ise “yozlaşma” veya “yolsuzluk” eskisinden çok daha büyük bir mesele. “Kapitalizme geri dönüş” veya “restorasyon” korkusunun yerini alıyor, ya da “restorasyon”un yeni çehresini yansıtıyor.
Sosyalizm, adı üstünde, kapitalizm karşıtlığı üzerine kuruldu. Kapitalizmle ilişkilendirilebilecek her şeyi: piyasayı, özel mülkiyeti, özel teşebbüsü, özel sektörü, kâr amacını, sermaye birikimini vb toptan kötü saydı. Hırsızlıkla bir tuttu (işin bu boyutu, sosyalist olmayan ama gene gecikmiş ve yukarıdan aşağı devletçi diğer modernizasyon denemeleri, örneğin Atatürkçülük için de geçerli). Burjuvazi hep pusuda bekliyordu, geri gelmek için. Dolayısıyla sosyalist ülkelerde bu tür olgular, sadece kendi başlarına suç değildi; bütün bir karşı-devrim tehlikesini somutluyordu. Gerçi uzunca bir süre dış düşmanlar da vardı, hattâ ön plandaydı. Yalan da değildi. Bolşevikler 1917-1923 arasındaki İç Savaş’ta sadece Çarlık yanlısı Beyaz ordularla, Kolçak veya Denikin gibi generallerle değil, doğrudan yabancı müdahalesiyle de yüz yüze geldiler. Çok kısa süreliydi ve çok küçük kuvvetler söz konusuydu; Fransızlar Ukrayna’dan, İngilizler ise Arhangelsk ve Murmansk’tan tamamen çekilmişti, daha 1919’da. Ama bu kadarı da Bolşevik bilincinde derin izler bıraktı. Stalin döneminde yazılan parti tarihinde, tam başlığıyla Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler) Tarihi (Kısa Ders)’te, uzunca bölümler ayrıldı buna. Ardından Sovyetler 1920’ler ve 30’larda da kendini hep “emperyalist kuşatma” altında hissetti. Stalin döneminin Moskova Duruşmaları diye de bilinen terör mahkemelerinde, Troçkilerin, Buharinlerin, Radeklerin, Pyatakovların muhalefeti bir yönüyle hep Sovyetleri yıkmak isteyen yabancı istihbarat örgütlerinin hesabına yazıldı. Aynı çizgi 1945 sonrasında, Soğuk Savaş’tan yeni bir hız aldı. Macaristan’da Laszlo Rajk ve arkadaşlarının, Çekoslovakya’da Rudolf Slansky ve arkadaşlarının sahte suçlamalarla mahkûm edilmesine yansıdı.
Artık yeni şeytan Amerika’ydı ve CIA her yerdeydi. Fakat derken Stalin öldü (1953) ve Kruşçev’le birlikte kısmî bir yumuşama (İlya Ehrenburg’un ünlü romanının başlığıyla, Buzların Çözülüşü) dönemi başladı. Bütün uluslararası komünist hareket temelden sarsıldı, SBKP’nin 1956’daki Yirminci Kongre’sinde Kruşçev’in Stalin’e yönelttiği suçlamalarla. Sertlik yanlılarıyla reform yanlıları birbirinden ayrıştı. Çin’de Mao, baştan değilse bile bir süre sonra, bunu Marksizm-Leninizmin terkedilmesi ve “revizyonizm”in iktidara gelmesi olarak algıladı. Çin-Sovyet bölünmesi giderek tırmandı. Polemikler kızıştıkça özellikle Çin tarafından giderek daha sivri adımlar geldi. Gene Mao, Marksizmde hep varolan sınıfsal indirgemeciliklerin en aşırısını gerçekleştirdi. Kestirmeden, revizyonizm = burjuvazi dedi. Çin Komünist Partisi içinde de, Liu Şao-şi ve Deng Şiao-ping gibi reform yanlıları vardı. Mao bunları “proletarya diktatörlüğü” ve sosyalizm için en büyük tehlike saydı. Düşmanlaştırdı, şeytanlaştırdı. Bir türlü yokolmayan bir burjuvazinin (veya burjuva kültürü ve ideolojisinin) temsilcileri olarak tanımladı. Sovyetlerde her nasılsa iktidara gelmiş ve kapitalizmi geri getirmişlerdi. Evet, artık mesele Sovyetlerin yanlış bulunması değildi. Doğrudan kapitalist ve kapitalist olduğuna göre de emperyalist (sosyal-emperyalist) görülmesiydi. Çin’deki benzerleri de bu sefer ÇKP’yi ele geçirip kapitalizmi restore etmek peşindeydi. Bu doğrultud Mao, Liu’ya, Deng’e ve taraftarlarına “içimizdeki Kruşçev benzeri kapitalizm yolcuları” diye saldırdı. Kapitalizmin kökünü kazımak, onu yeşerten fidelik saydığı her türlü bireyciliği kurutmak adına, Büyük Proleter Kültür Devrimini denen çılgınlığı başlattı (1966-1976). Parti teşkilâtını ve Merkez Komitesini tümüyle ekarte etti. Kızıl Muhafız haydut sürülerini sokağa saldı. Kişisel diktatörlüğünü kurdu. Neredeyse bütün rakip ve düşmanlarını imha etti.
On yıllık Kültür Devrimi terörüne rağmen olmadı, olmadı, olmadı. Bu ütopik ultra-devrimcilik, sürdürülemezlik duvarına tosladı. Çin’e en az on, belki on beş yıl kaybettirdi. Tam bir ekonomik yıkıma yol açtı. Gerek dikey ve yatay şiddet, pogromlar, Kızıl Muhafızların terörü, sürgünler, zorla çalıştırma vb nedeniyle, gerekse sektörler-arası bağlantıların çökmesiyle başgösteren açlık ve kıtlıklar sonucu, 1958-62 arasının Büyük İleri Atılım’ında 30 milyondan fazla insan, asıl Kültür Devrimi’nde belki 20 milyon insan can verdi.
Çin yönetimi bu korkunç insanî kayıplara dahi duyarsız kalabilirdi belki. Ama kendi varlığı ve bencil çıkarları açısından, Makyavelist amoralliği (ahlâküstülüğü) içinde daha ciddî bir sorun doğdu. Doğrudan doğruya partinin meşruiyeti ve dolayısıyla yönetimin istikrarı tehlikeye girdi. Avrupa’da 14. ve 15. yüzyıllarda iki rakip Papanın, hattâ bir noktada üç rakip Papanın zuhur etmesi, (mealen) “acaba hangisi doğru, hangisi Tanrının ve Hazreti İsa’nın gerçek temsilcisi (belki hiçbiri?!)” tarzı tereddütler üzerinden, bizatihi Papalık kurumunun aşınmasına yol açmıştı (ki bu, Martin Luther’e giden yolda önemli bir aşamaydı). Biraz bu olayı andıran bir tarzda, Kültür Devrimi sürecinde ÇKP’nin fraksiyonlaşması; bir yanda Mao, diğer yanda Kültür Devrimi Grubu, Dörtlü Çete, Kızıl Muhafızların (İran’ın Devrim Muhafızları gibi) kendi Topal Osmanları, yüksek rütbeli generaller, Lin Biao kliği… gibi ayrı ayrı odakların ortaya çıkması, önderliğe inancı şüpheye düşürdü. Özellikle Lin Biao’nun çok hızlı yükselişi ve sonra darbe hazırlığı içindeyken deşifre olup daha da hızlı ve âni düşüşü; Mao’nun vârisi ilân edilmişken, Sovyetlere kaçarken uçağının düşmesi ve ölmesi, iktidarı cevaplandırılması çok ama çok zor sorularla yüz yüze bıraktı. Hepsi bir yana; salt teorik planda, burjuvazinin hâlâ varolduğu ve hattâ parti içinde de “kapitalizm yolcuları” biçiminde varolduğu fikri, başlı başına şizofrenik bir tezdi. Sosyalizm bu kadar kırılgansa, ha gitti ha gidecekse, komünist partisinin kendisi bu kadar düşmanlarla doluysa, içeriden fethedilmeye bu kadar yatkınsa, ister halk ister parti tabanı kimi izleyecek, neye güvenecekti?
Maoculuğun tutmamasının çok çeşitli nedenleri vardı kuşkusuz. En kestirmesi, geniş kitleler açısından düpedüz insan tabiatına aykırıydı. Ama ÇKP dahil yerleşmiş komünist partilerinde, çok kısa süren bir tarihsel lâhza hariç itibar görmemesinin bir ayağı da işte buydu; Papalığın yanılmazlığı gibi önderliğin, liderlerin, üst kademelerin manevî otoritesini de tehlikeye düşürmesiydi. Üstüne üstlük, kitlelerin partiye karşı ayaklanabilmesine de cevaz veriyor; sınırlanması çok güç, nereye varacağı belli olmayan böyle bir kabul edilemezliği beraberinde getiriyordu.
Ne oldu? Çin’de dahi hızla terkedildi, her yerde “revizyonizm” görme, dolayısıyla sürekli “burada burjuvazi var mı yok mu” diye havayı koklayarak dolaşma hastalığı. Öte yandan, rejim tabii hâlâ bir diktatörlüktü ve bütün diktatörlükler gibi, muhalefeti bastırıp kendi kendini sürdürmek uğruna düşmanlara muhtaçtı. Bir düşmanlık kültürüne muhtaçtı. “Burjuvazi” ya da “kapitalist yolculuk” çok fazlaydı, çok kutuplaştırıcıydı. Öte yandan, bu tümüyle de boşlanmamalıydı. Parti çizgisini zorlamaya karşı belirli bir frenin, icabında reformculuğu ezmenin bir aracının olması, her koşulda gerekliydi.
İşte bu yüzden, restorasyon tehlikesi kılık değiştirerek karşımıza çıktı ve çıkıyor. Mao’nun ruhu, Şi Cinping’de tekrar ete kemiğe büründü. Daha doğrusu, Şi Cinping’in kitlesiz, patriçi otoritarizmi tarafından, Mao’nun pleb popülizmiyle sahte bir devamlılık illüzyonu yaratmak uğruna, bu şekilde manipüle edilebildi. Sonuçta, “revizyonizm” ve “burjuvazi” gitti; onlara akraba ama daha legal düzeyde tanımlanmış, hukuk kılıfına uydurulmuş, üstelik hâlâ hafif kapitalizmi çağrıştıran “yolsuzluk” ve “yolsuzlukla mücadele” geldi.