Bizim kuşağın müzikal tarihine özellikle “teçhizat”ı üzerinden değinmeye, yolculuğuna o istasyondan çıkmaya çalıştığım yazı dizisinde geçen pazar darbelerde radyoları kuşatan “şarkı marşları”na yer vermiştim. Lâkin o dönemde radyoları sadece darbeler değil “ulusal yas”lar da doğrudan etkiliyor. Öyle günlerde şarkı, türkü söylemiyor radyolar.
Çocukken radyo yayınlarından laf açıldığında anlatırdı annem: “Dumlupınar Denizaltısı’nın batarken bıraktığı irtibat şamandırasından telefonla yapılan konuşmaları radyodan vermişlerdi. O denizaltıda ölen 81 denizcinin, şehitlerimizin son sözlerini, seslerini hepimiz dinledik, günlerce ağladık… Radyolarda müzik günlerce sustu, bir tek şarkı çalınmadı.”
O yayında konuşma metinlerini okumuşlardı herhalde, belki radyo tiyatrosu sanatçıları seslendirmişlerdi. Zira o ölüm-kalım iletişiminde, o günün koşullarında (4 Nisan 1953) kendi seslerinden, naklen radyodan verilmesi imkânsız. Ama annem anlatırken hepimize öyle gelmişti: “Vedalarını son nefeslerine kadar tüm ülke canlı canlı dinledi, ağladı…”
Denizaltıda hâlâ yaşayan personelle konuşmalar, İstanbul Deniz Müzesi’nde sergilenen “Gemi Battı Şamandırası”nın içindeki telefonla sağlanıyor. Denizaltı batarken bırakılan o şamandıraya perçinli demir levhada şöyle yazılı: “T.C.G Dumlu Denizaltı Gemisi burada battı. Anahtarla etiketli kapağı aç telefon içeridedir. Telefonun düğmesini basarak konuş. Konuşamazsan en yakın limana haber ver. Botunu şamandıraya bağlama.”
Biraz araştırdığımda Dumlupınar Denizaltısı’nın “Vatan sağolsun”la noktalanan son dakikalarındaki diyaloglarla, o “metin”lerle ilgili de koyu soru işaretlerinin olduğunu görüyorum. Henüz çalışmanın ilk adımında şamandıranın kılavuz teli kopuyor ve tüm bağlantı kesiliyor. Ama yansıtılan diyaloglar, rivayetler ülkeyi sarıyor. Şartlara, memleket ortalamalarına öylesi daha uygun, daha gerekli. Toplumsal teselli, hatta övünç vesilesi orada, “Vatan sağolsun”da…
İnsanoğlu hep ölümle uğraşmış
Antik mitolojileri, çiçeğin tohumundan, denizin köpüğünden doğan tanrıları-tanrıçaları bir yana bırakırsak, insanın doğumundan çok ölümü efsanelere, acı, keder, yas, hatta itibar tezyinatına uygun zaten. Yaşar Kemal “Ağıtlar” kitabında “İnsanın ölümden kaçmak için yaratarak sığındığı düş dünyaları öylesine zengin ki, insanoğlu ölümden başka hiçbir şeyle uğraşmamış dersiniz” diyor mesela.
Toplumca benimsenen, öyle kabul edilen insanların ölümünün, afetlerin, faciaların, olayların ardından ilan edilen “yas günleri”, her şeyi, gündelik “sıradan dertler”i, zorlu maîşet mesaisini unutturacak bir birlik arayışı, temennisi aynı zamanda.
Sadece sevinçte değil kederde, iyi günde-kötü günde de beraber olabilen bir toplum, toplumsal bağ kurma vesilesi, dayanışma platformu… Ama kapsamı çoğu kez tarif edilen, öyle istenen “toplum”dan ve onun kurallarına uygun “yas”tan ibaret siyasi bir mesaj maalesef.
Doktriner yasın sosyal şemaları
O nedenle öyle ölümlerde, olaylarda, felaketlerde, kazalarda o doktrini besleyen, güçlendiren, acıyı, gerekirse öfkeyi istenilen yöne bileyen “efsane”ler, efsane dozajında rivayetler de aranıyor, üretiliyor. Toplumsal bir hikâyesi, her yüreğe değen teması, neredeyse bir yönüyle arabesk bir “tema”sı olmalı öyle ölümlerin.
Hatta yasını tutarken bile genel bir şeması, kurgusu olmalı… O acı yüreğe arzu edilen senaryoda işle(n)meli, akıllara o canlandırmanın dışında sorular, netameli irdelemeler, keder bahaneleri getirmemeli. Boş yere, körü körüne canından olmamalı, ölünce badem gözlü olan insan.
Haberciler öyle günlerde, o nedenle toplumca mütenasip “ölüm öncesi”, “ölüm anı” hikâyelerinin, hatta bir kısmı üretilen, yorumlanarak abartılan, yoktan var edilen “buluş”ların, hikâye icat etmenin peşinde. Çünkü toplumsal nabza uyan bir hikâye, tirajıyla gerçeği geride bırakabiliyor. Gerçek çoğu kez tiraj da yapmıyor zaten.
Kara günlerin “beyaz” yalanları
Bu üretimin her an rastladığımız şablonları, eskimeyen klişeleri, olmazsa olmazları, grameri bile var. O şablonu “kopyala-yapıştır” uyguladığında, bildik cümleleri olayı, isimleri değiştirerek yerleştirdiğinde, haber tamam; tüm gazetelere, kanallara servis edebilirsin. Kalıbına uygun kısa yas özeti, pilavlı-helvalı birer kaşık cenaze tabldotu…
Cenaze töreni fotoğrafları, görüntüleri de o yasın, o büyük kederin genelgeçer, net ifadesi olmalı. Kareye girmesi, hatta girmemesi gereken görüntüler, kısa fotoğraf altı notları da belli. Çoğunda ölümün kabaca-kısaca süslenmesi, temize çekilmesi, bir iki kelimeyle kutsanması, kurgunun özetteki toplumsal keder betimlemesine uygun olması yazılı olmayan kural.
Demeye dilim varmasa da, her yönüyle “ölüm, yas magazini”, “tek tip ölüm süslemeciliği”, “kederi koyulaştırma, yönlendirme makyajı”, hatta “ölüm asparagası” diye bir şey var. O alaylı, kaba zanaat, onun matbû dili ülkemizde de ziyadesiyle makbul. Kara günlerin “beyaz” yalanları… Üstelik “yas magazini” sadece ona ayrılan yerde, magazin sayfalarında da değil. Manşetlerde, haber sayfalarında, ekranlarda.
“Dikkat!.. Yas tutulacak!”
Bizim zamanımızda “radyolarda yas” daha da kurumsal, koyuydu bugünden. Ne zaman bir darbe, bir OHAL, bu hal, şu hal olsa bir kısım müziğin susturulduğunu önceki yazımda anlatmıştım. O başka… “Ulusal Yas Günleri”ndeki radyo yayınlarında da müzik, şarkılar, türküler tümüyle susardı, hemen değişirdi o yıllarda.
TRT hemen rafında duran Klasik Müzik yayınına, birbirinden ağır konçertolara, senfonilere, “ağdalı repertuara” geçerdi gün boyu. Seveni için sürgit hüznü her yeri gezdirebiliyor ama… Sevmeyenine, kulağı alışık olmayana “Bunal, daral, kederi hayatına, kulağına al” diyordu sanki. Bir komut gizliydi radyo programlarında: “Dikkat!..Yas tutulacak!” Ulusal yasın ana misyonu birlikte hayata surat asmak, hatta onu bir süre kışkışlamak çünkü. Kutsanan ölümün yanında hayat ne ki… Feda olsun.
Yasın kendine has bir rengi, natürmortu, karanlığı olmalıysa, müzik de bundan azade tutulamaz. Şarkılar, türküler o yas havasını, öğretisini aşıp kulağına çalınmamalı… Ölü evinde de ölüm sessizliğini önce radyoyu susturarak buluyoruz. Hemen kapatıyoruz da inancı güzel ilahilerle, salâyı -ehli okuduğunda- birbirinden nağmeli, hazin makamlarla, bir ağıt nidası, derinliğiyle dışa vurduğumuzu hesaba katmıyoruz o an.
Törenlerdeki “yas hiyerarşisi”
Aslolan yası, kederi gösterme, empoze etme biçimi. Yazılı/yazısız kuralları, hatta ceza yasası maddelerine iliştirilebilen sınırları bile var; şablonu/şeması hazır. Toplumca onay gören en kolay, en risksiz, dedikodusuz, yas magazinine çerez olmayan ifadesi ise sessizce başını öne eğmek, kabullenmek. Susmak. Konuşulacaksa, birkaç laf edilecekse o imtiyaz, o hamâset törendeki “yas hiyerarşi”sine, oradaki mevkie, rütbeye, haneye uygun makamın nakaratı.
Sen de o koyu sessizliğe, ölüm sessizliğine uyarsan görev ana hatlarıyla tamam. Ocağına ölüm düşenlerin feryatlarını, çırpınışlarını saygıyla, sessizce seyretmek, uzatırlarsa onları üstüne vazife bir ısrarla, neredeyse yırtıcı bir olgunlukla yaka paça çekiştirmek, “Tamam, yeter artık!” demek, onlara yasın nasıl tutulmasını gerektiğini hatırlatmak da görevin dâhilinde. (¹) Zira yas da ağırbaşlı, tevekküle, sosyal kurguya uygun, kadere saygıyla boyun eğmiş olmalı.
Toplumsal iletişim araçları da tanımlanan bu hassasiyete uymalı, ekranlar sadece programlarıyla değil kisvesiyle o sınırlar içinde olmalı, kamusal kişiler, ünlüler, politikacılar öyle günlerde yaptığı ettiği, yediği içtiği şeylere, gittiği yerlere bile dikkat etmeli. Zira yas tarifince, belli kurallar, ortaya koyulan hudutlar dâhilinde tutulur.
Ağıtlar, şarkılar şiddetle yasak
Bazı dinler de matemin, yasın sınırlarını keskinleştiriyor. Ölüme isyan etmemeli insan. Kadere, feleğe sunturlu söylenmek, ağır laflar etmek, ona zalim filan demek, ağıtlar yakmak caiz değil. Yasak… Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ne göre onlar matemde aşırıya kaçmak; İslam öncesi zamanlara, “Cahiliye Dönemi”ne ait inanışlar, tutumlar.
Caiz olmayan “yas”, öyle törenler net tanımlanıyor: “İslâm’ın şiddetle yasakladığı itikad ve amelle ilgili pek çok unsur da bulunmaktadır. Bu yüzden ağıtçılık kınanmış ve lânetlenmiş, hatta ilk devirlerde, Müslümanlığa yeni giren kadınlardan ağıtçılık yapmayacaklarına dair söz dahi alınmıştır.
Feryat ederek ve çığlıklar kopararak ölüye ağlamak mânâsına gelen nevha ve niyâha hadislerde şiddetle yasaklanmış ve ölünün azap görmesine yol açacağı haber verilmiştir”. “Niyâha” yani aynı ansiklopedide “ölenin ardından nağme ile terennüm edilen sözler, yas törenlerinde söylenen şiir, şarkı ve türküler” olarak tanımlanan ağıtlar da -işleyişinde bazen müsamaha görse de- yasak.
Ağıt hem sığınak, hem isyan
Oysa ağıtlar, güftesiyle, nağmesiyle “ağıt”a dönüşen şarkılar, türküler yasın da en derin, çoğunlukla en gerçek ifadesi. Çanakkale içinde, Muş’un yokuşunda, Yemen’in çöllerinde kaybolup gidenlerin, şehit düşenlerin hatırası, türküsüyle de geliyor, taşınıyor bugüne.
Ağıtlarıyla… Amma velâkin onların çoğunda savaşın gerçek yüzü var.
Yoksun-yoksul bir garip çocuğun, tüyü yeni bitmiş delikanlının hazin ölümü var. Hepsinin başucundaki “bir uzun selvi”, yazılmasa da mezartaşındaki “kimimiz nişanlı, kimimiz evli /ah gençliğim eyvah” dizesi, varlığı, derinliği türküsüyle, ağıtıyla hissedilen bir nida.
Her dilde ağıtlar, ölenin/öldürülenin ardından yazılan türküler, şarkılar gözyaşının sesi, acının sesli-sözlü tarihi. Ölüme, ölüm acısına karşı çaresiz kalan insanın sığınağı, ötesi isyan sağanağı… Her türden, mevkiden “yas kuralları”nın kökeninde de nereye gideceği belli olmayan bu isyana önlem var.
“Sual eyler benden sağlar ne deyim”
Ağıtın karakteri isyan çünkü… Anadolu ağıtlarını yıllar süren çalışmasıyla derleyen Yaşar Kemal aynı kitabında bunu da vurguluyor: “Kimi ağıtlarda duygular yumuşak, boyun eğen, oluruna bırakan, başkaldırmayan, kaderine razı olmuş duygular varsa da, böyle duyguları söyleyen ağıtlar azdır.
Ağıtların çoğunluğu öfkedir, başkaldırmadır, biraz da yakınma, sonsuz acıdır. (…) Ağıtlarda hemen hemen öteki dünya (da) yok. Hep bu dünyada yaşadıkları, yaptıkları ettikleri, en ince ayrıntılarına kadar hayatları var.” Sakıncalı sayılması için daha ne olsun?
Ağıtlarda, o yörede, o köyde, o uzak hanede zalim ölümün kalanlarda açtığı yarayı onlar görüyor, onlar -olduğu gibi- anlatıyor, acının merhemini birbirlerine öyle sürüyor, onu hayattan koparan “zalimliği” dillendiriyor, yasını öyle tutuyor. Hayat zalim zira, düzen öyle… Dadaloğlu’nun ardından yakılan ağıttaki “Sual eyler benden sağlar ne deyim” sorusunun netameli yanıtındaki tereddüt oradaki gizli.
Koyuncu’nun korteji Hopa’da olmasaydı?
O nedenle de herkesin yasını kendi meşrebince, müziğince, şiirince tutması kulağa hoş, kurallar manzumesine uygun gelmiyor. Oysa Nâzım Hikmet’in köyünden Ankara Garı’na gelip Kurtuluş Savaşı’na katılanları, şehit olmaya gidenleri “Ve türkü söylerken yaptığı gibi /Sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü” diye boğaza düğümlenen bir hıçkırık gibi anlatması yersiz, yakışıksız, gerçek dışı, sakıncalı bir metafor değil.
Karadeniz’in yaralı sesi Kazım Koyuncu’nun ömrünün son demlerini yaşadığını bilmesine rağmen, son ana kadar yorgun sesi, nefesi, “şair ceketi”nin içinde kaybolan bir deri-kemik bedeni, tedaviden dökülen saçlarını örttüğü beresiyle konserlerine çıkması, gelen ölüme karşı şarkılarını, türkülerini onu izleyen kalabalıkla birlikte söylemesi… “Ha kanser, ha konser” demesi… İnsanların onun eksilmeyen gülümsemesine de kederli bir tebessümle eşlik etmesi… Tuhaf da değil, ayıp da, boşuna da değil. O sahne, görüp görülebilecek en büyük yas konseri belki.
Toprağa verilirken koyu bir sessizlik mi iste(r)di sizce? Tabutu üç kilometrelik yol boyunca çalınan tulum eşliğinde memleketine, Hopa Mezarlığı’na götürülürken, o mezar başka bir yerde, şehirde olsaydı o kortej tedirginlik duymadan, huzurla mı yürürdü acaba? Memleketindeki mezarı, üzerinde yazan “Zuğaşi Berepe”, yani “denizin çocukları” kelimeleri, başka illerde/ellerde hangi yanlış anlamalara, tahriplere kurban giderdi…
Tek çalgıyla yas dünyası
Yanılmıyorsam “İsmail Cem TRT’si”nde bir anda radyolardan bir çocuk figanı gibi yükselen “Beni hasret koydun kavim kardaşa /Katip arzuhalim yaz yere böyle” türküsü, o günlerde sazıyla sözüyle bir hüzün, bir tür ulusal yas nidası gibi yerleşiyor hayata. Selda’yı (Bağcan) bilmeyenler, o sesin, o ağıtın sahibini Anadolu’dan bağrı yanık bir kız çocuğu sanıyor.
Rainer Maria Rilke’nin “Duino Ağıtları”nda “Tek çalgıdan yükselen yas /daha çoktu bütün kadın yasçıların yasından /içinden her şeyin bir daha buluştuğu /bir yas dünyası yükselmişti” dizeleri de anlatıyor yasta müziğin yerini. MÜYAP ve MÜYORBİR’in Aralık 2017’deki yas için müziğin susması gerektiğini savunanlara karşı yaptığı açıklama da anlamsız, münasebetsiz değil:
“Müzik ve sanat dünyasının insanları yaşanan acıları tüm hücrelerinde hissediyor. Ancak, yaşanan bu acılar karşısında ilk akla gelenin müziğin susturulması olması çok anlaşılır bir şey değil. Müzik aslında hayatın kendisidir. İnsanlar acılarını, sevinçlerini müzikle dile getirir hatta tedavi ederler.
Müzik hayattır, insandır. Terörün amacı ise hayatı durdurmaktır. Müziği susturun çağrısı yapanlar bilmelidir ki ‘yas tutma’ adına hayatın durdurulması çağrısı yapmaktadırlar. Müzik Meslek Birlikleri adına ‘Müziği durdurmayın’ çağrısını bir kez daha yüksek sesle haykırmayı görev biliyoruz. Unutmayalım ki müziği durdurmak hayatı durdurmaktır.”
Yas donanımız zayıf, ürkek
Lâkin ne zaman bir “yas hâli” olsa, susturuyoruz müziği. Elbette eskisi kadar olmasa da, bir an için de olsa radyolar, programlar bir ayar yapıyor, televizyonlar -en azından ekranlarının köşesine- karalar bağlıyor. Ama o yasa, olaya, felakete, afete, kazaya yol açan “dünya”, o düzen sorgulanmıyor. O tek işlemli çarpım tablosu yasın hesabını tutamıyor, soramıyor.
Susuyoruz… Biz tuhafız çünkü; bazen komik, bazen trajik, bir garip âdemiz. En ağır, en acıtan yas günlerinde bile yüreğimize, duygularımıza ket vurmayı, mezartaşı gibi susmayı/durmayı tevekkül, ağırbaşlılık filan sayıyoruz. Kreasyonumuzun adı, çekidüzen…
Zira ağırbaşlılığı, olgunluğu, yası başka türlü gösterebilecek donanımız hem zayıf, hem de fazlasıyla ürkek. Caiz sayılmayanı modernize eden, kurallara uygun çeşitlendiren “Yakışıksız kaçar” refleksimiz kuvvetli, filtresi kalın. Ölenlerini, bizzat yitirdiğini anmayı, yâdını bile başkalarının kurallardan, o beton mezarın dört duvarından muaf tutamıyoruz.
“Yas kültürü”nün acımasızlığı
Matemi, yası olduğumuz, göründüğümüz gibi tutamazken, o “rol”ü matem rengi, elbisesi, vesairesiyle, takınılan kisveyle, gerekli fonun, dekorların önünde oynarken de göründüğümüz gibi olamıyoruz bir türlü… O maskeli baloda kalp gözü mühürlü, kalp para gibiyiz sanki. Kalpazanını devletçe-milletçe, el ele yetiştiriyoruz. Pusudaki duyarsızlığı, kederin aynı sandıktan çıkarılan tek tip formalarıyla, sıfatıyla, yas şablonlarıyla da dolaşıma sokuyoruz.
Yas tutanlara, yanı başında dünyası kararan komşuna, onun yas geleneğine/anlayışına/havasına elbette saygın, dikkatin sonsuz olmalı. O ayrı… Ama farklı kültürlere, yasın farklı görünümlerine, yas anında yitirdiklerini uğurlayanların ölenle kurmaya, yaşatmaya çalıştıkları farklı, “şahsi” bağlara benzer saygıyı, hoşgörüyü beklemek de ayrı mesele. Bazen ona saygı göstermemek, o ölümü, cenazeyi her yolla hırpalamak, o yası, hatta mezarı bir şekilde tahrip etmek de “ülkesel yas kültürü”yle pek çelişmiyor.
Susmak bazen ölene vefasızlık
Ölümün ölüme benzer, ölüme yakıştığı, öyle icap ettiği, hatta hayırlara, takdire vesile olacağı varsayılan kurgularla, senaryolarla, şablonlarla geçiştirilmesi de, insana Nâzım’ın taktığı “Dünyanın en tuhaf mahlûku” rütbesine pırpır ekliyor. O nedenle de koyu bir sessizlik, suskunluk, kayıtsız-şartsız bir kabul gerektiriyor. Öyle yası orada öylece yaşadığın için duyman gereken mahcubiyeti, gerilimi, yüzündeki o muhalif seyirmeyi bile gösteremiyorsun.
Oysa bazen o mutlak sessizlik, ritüel demeye bile zorlandığım öyle törenler, duygudan uzak, özenden, hürmetten nasipsiz “mesaj”lar, “insan”a saygısızlık. Gidenin hayatına, onunla hatıralarına, sana bıraktığı duygu mirasına, önem gösterdiği, değer verdiği şeylere, belki geride kalanlardan istemeye çekindiği, ürktüğü, yazamadığı vasiyetine vefasızlık.
O nedenle hayatı boyunca her şeyden öte Türk-Batı Müziği’nden klasiğe, şarkılardan operaya tutkuyla, esirgemediği sesiyle, elinden bırakmadığı akordeonuyla bağlı annesinin mezartaşına “Ya bir şarkı, ya bir dua…” yazdırıyor oğlu. Onu her şeyden önce kendi dünyasına, kendi hayatına, şarkılarına, bıraktığı o mirasa emanet ediyor.
Gelecek pazar radyo alışkanlığına olmasa da, ona bağımlılığı noktalayan pikaplara-plaklara, teyplere-kasetlere değinmeye çalışacağım. Bir dönem müzik dünyası onun kaidesinde yükseliyor, “sen ne dersen de” dünya onunla dönüyor.
(¹) Kadınların yastan ötelenmesi: Antik Yunan’da yas öncelikle kadınların alanı. Öleni hazırlama ritüelini tamamlayan kadınlar onu mezarlığa cenaze şarkıları, ağıtlarla götürüyor. Erkekler yası bir tür feryatla dışavuran kadınların ritüeline mesafeli, seyirci… Zira öyle yas, erkeğin ağırbaşlılığına, konumuna uygun değil. Giderek yas ritüeli daraltılarak, kısaltılarak, değiştirilerek erkekleri içine alan, öne çıkaran, ardından o alanda da onları hâkim kılan bir törene dönüşüyor. Hatta kadın bazı dinlerde o alandan da öteleniyor, törenin bazı aşamalarından tümüyle uzakta tutuluyor.