Yanlıştır ama: Tribün refleksi denen şey

Bu tür olaylardan sonra en hızlı dolaşıma giren cümle genellikle aynıdır, hiç değişmez. Yanlıştır denir ama ardından hemen bir uyarı gelir: “Körüklemeyelim.” Bu çağrı ilk bakışta sağduyulu görünür, gerilimi düşürmeyi, tansiyonu artırmamayı önerir. Oysa dikkatle bakıldığında bu cümlenin yönü şaşırtıcıdır. Yanlışı yapanı değil, yanlışa tepki göstereni hedef alır, terbiye edilmesi gereken bir özne yaratır karşısında. 

Türkiye’de bazı cümleler vardır ki ilk bakışta itiraz içeriyor gibi görünür, ama biraz durup dinlediğinizde itirazı değil düzeni koruduklarını fark edersiniz. “Yanlıştır ama…” diye başlayan bu cümleler, yanlış olanı gerçekten yanlış saymaz aslında. Onu farklı bir bağlama yerleştirir, nedenlerini açıklar, sınırlarını daraltır ve sonunda olağanlaştırır. Sonunda ortada sorumluluğu havaya karışmış bir yanlış kalır. 

Somaspor–Bursaspor maçı sırasında tribünlerden Leyla Zana’ya yönelik küfürlü sloganlar atıldığında da benzer bir dil devreye girdi hemen. Küfür yanlış bulundu, kabul edilemez denildi. Ardından hemen açıklamalar geldi. Özellikle Bursaspor Başkanı Enes Çelik’in açıklamaları izaha muhtaç bir şekilde gündeme geldi. Açıklama özetle şunları savunuyordu: Kısa süreliydi, tekrarlanmadı, tribün refleksiydi, körüklenmemeliydi. Yanlış, bu cümlelerin içinde giderek hafifledi. Asıl mesele yapılan küfür ve hakaretler eylem olmaktan çıktı. Ona gösterilen tepkiler nihayetinde sorunlu hale geldi.

Bu tür durumlarda tartışma çoğu zaman tribün ahlakı etrafında döner. Oysa mesele tribün ya da bu kalabalığın ortaya koyduğu değildir hiçbir zaman. Çünkü hepimiz biliriz ki tribünler kendiliğinden konuşmaz. Tribünlerin de dilleri vardır, alışkanlıkları vardır, tekrar eden kalıpları vardır. Yani küfür repertuvarı aniden ortaya çıkmaz. Öğrenilir, aktarılır, normalleşir. Kamuoyunca bıkıp usanmadan söylenegelen “Refleks” denilen şey, bastırılmamış olanın uygun bir anda ortaya çıkmasından ibarettir. 

Daha da önemlisi, bu dili asıl sorunlu hale getiren şey, ardından kurulan cümlelerdir. Küfür kınanırken eleştirinin hedefe konması, tepki vermenin “körükleme” olarak tanımlanması, yanlışın kendisinden çok yanlışın konuşulmasının tehlikeli ilan edilmesi.. Böylece mesele şıpın işi bir nefret dilinin varlığı olmaktan çıkar. Bir iletişim kazasına, bir anlık taşkınlığa, kontrolsüz bir enerjiye indirgenir.  

Bu yazı ne bir kulübü ne bir taraftar grubunu mahkûm etmeyi amaçlıyor. Mesele bireyler ya da takımlar değil. Mesele, yanlış karşısında kurulan dilin hayatımızda işgal ettiği yer ile yanlışı yanlış olarak tutmak yerine onu açıklayarak etkisizleştiren söylemdir asıl olan. Nefreti kınarken onu “anlaşılır” kılan bu dilin nasıl çalıştığını görmek gerekiyor.  

Tribün refleksi denen şey

“Tribün refleksi” ifadesi Türkiye’de bir şeyi açıklamak için değil, onu bağlamına yerleştirip etkisizleştirmek için işlevsel bir kavram olarak kullanılageldi hep. Bu ifade devreye girdiği anda, söylenen söz artık söylenmiş olmaktan çıkar, kendiliğinden olmuş sayılır. Sahibi kadar sorumlusu da belirsizleşir. 

Oysa malum olduğu üzre, tribünler refleksle değil, dille çalışır. O dilin de kendiliğinden oluşmadığını biliriz. Bu dil, yıllar içinde öğrenilir, tekrar edilir, sınanır ve kabul görür. Hangi isimlere küfredilebileceği, hangi kimliklerin hedef alınabileceği, hangi sözlerin “fazla” sayılacağı tribün kültürünün içinden geçerek şekillenir. Bu yüzden ortaya çıkan şey uygun anda ortaya çıkan, ani bir taşkınlıktan ziyade hazırda bekleyen bir repertuardır. 

Refleks, kelime anlamı ise dıştan gelen bir uyarı sonucunda istem dışı sinir etkinliğidir. Latince kökeni ise yansımak anlamına gelen reflectere sözcüğünden gelir. Yani bir yansıma eylemi olarak çoğu zaman bastırılmamış olanın dışa vurumudur. Bastırılmamış olmasının nedeni ise kullanılan dilin, hareket tarzının ya da benzer eylemlerin uzun süre sorun edilmemiş olmasından gelir. Hasılı, gülünerek geçilmiş, “olur böyle şeyler” denmiş, bağlamına yerleştirilmiştir, itina ile..  

“Tribünlerin kendine özgü dinamikleri vardır” cümlesi de bu bağlamda çalışır. Doğrudur, tribünlerin dinamikleri vardır. Ama bu dinamikler doğa olayı değildir. Kendiliğinden esmez, yağmaz, taşmaz. İnsan eliyle kurulur, insan eliyle sürdürülür. Bu nedenle tribün dilini doğallaştırmak, onu eleştiriden muaf tutmak anlamına gelir. Çünkü değişmez kaidedir: Doğal olan sorgulanmaz. Sorgulanmayan ise değişmez.

Burada dikkat çekici olan bir başka nokta da şudur. Küfür yanlış bulunurken, bu yanlışın hangi zeminde mümkün olduğu neredeyse hiç konuşulmaz. Küfür eden özne görünmezleşir. Yerine soyut bir “tribün” konulur. Böylece mesele kişilerden, kültürden ve dilden koparılır. Ortada bir yanlış vardır ama faili yoktur. Faili olmayan yanlış ise kolayca tekrar eder. Tekrar ettikçe kolaylaşır. Bu noktada “körüklemeyelim” çağrısı devreye girer. Yanlışı yapanın değil, yanlışa tepki gösterenin dikkatli olması istenir. Sessizlik birdenbir ve nedense erdem sayılır. Tepki ise huzuru bozan bir davranış gibi sunulur. Böylece düzen korunur, ama sorun olduğu yerde kalır. Toplumsal barış, çatışmayı görünmez kılmakla karıştırılır.

Oysa yanlışın adı konmadığında bu yanlış ortadan kalkmaz. Sadece herkesin gözü önünde ve sessizlikle yer değiştirir. Bugün tribünde söylenen, yarın sosyal medyada tekrar eder. Bir gün slogan olur, başka bir gün ima. Dil değişir ama niyet korunur. Bu yüzden mesele tek bir maç ya da tek bir tribün değildir. Mesele, bu dilin her seferinde makul gerekçelerle korunmasıdır. Tribün refleksi söylemi tam da bu işe yarar. Nefreti bireysel sorumluluktan çıkarır, toplumsal alışkanlığa dönüştürür. Bilenler bilir, alışkanlık dediğimiz şey de hem bireysel hem de toplumsal hayatta en zor değişen şeydir. Çünkü kimse alışkanlıklarından utanmaz. Onları sadece “böyle” oldukları için sürdürür.

Yanlışı değil tepkiyi sorunlu gören dil

Bu tür olaylardan sonra en hızlı dolaşıma giren cümle genellikle aynıdır, hiç değişmez. Yanlıştır denir ama ardından hemen bir uyarı gelir: “Körüklemeyelim.” Bu çağrı ilk bakışta sağduyulu görünür, gerilimi düşürmeyi, tansiyonu artırmamayı önerir. Oysa dikkatle bakıldığında bu cümlenin yönü şaşırtıcıdır. Yanlışı yapanı değil, yanlışa tepki göstereni hedef alır, terbiye edilmesi gereken bir özne yaratır karşısında. 

“Körükleme” suçlaması, eleştiriyi bir tehdit gibi konumlandırır. Tepki vermek, yanlışın kendisinden daha tehlikeliymiş gibi sunulur. Böylece bakıvermişsiniz sorun küfürlü sloganlar olmaktan çıkar. Sorun, bu sloganların gündeme getirilmesi ve eleştirilmesi haline gelir. Yanlış görünür olduğunda değil, konuşulduğunda problemli sayılır. 

Bu dil Türkiye’de yeni değil. Toplumsal gerilim yaratan pek çok olayda benzer bir refleksle karşılaşırız. Önce kınama gelir. Ardından sakinlik çağrısı yapılır. Sonra eleştirenler niyet sorgusuna çekilir. “Neden şimdi”, “neden bu kadar büyütüyorsunuz”, “başka gündemler var” soruları devreye girer. Böylece mesele hızla özünden uzaklaşır. Tartışma yanlış üzerine değil, tartışmanın kendisi üzerine kurulmaya başlar. Bu noktada önemli bir kayma yaşanır. Yanlış bir davranış, eleştirildiği ölçüde “körüklenmiş” sayılır. Oysa eleştirinin yokluğu sorunu çözmez. Sadece onun kalıcılaşmasına zemin hazırlar. Sessizlik bir çözüm değildir. Sessizlik, sorunun alışkanlık haline gelmesinin en kestirme yolu haline getirilir. 

Buradaki asıl sorun, toplumsal barış fikrinin yanlış anlaşılmasıdır. Barış, rahatsız edici olanı konuşmamak değildir. Barış, rahatsız edici olanla yüzleşebilme kapasitesidir. Yanlışı adlandırmadan, ona sınır koymadan, tekrarını engellemek mümkün değildir. “Körüklemeyelim” çağrısı ise bu yüzleşmeyi erteler. Erteleme, çoğu zaman vazgeçmenin daha kibar bir adıdır.

Bu dil  o kadar tehlikelidir ki aynı zamanda görünemez bir hiyerarşi kurar. Kimin konuşabileceğini, kimin susması gerektiğini belirler. Yanlışı yapan “refleks” ile açıklanır. Yanlışa dikkat çeken ise “gerilim yaratmakla” suçlanır. Böylece eleştiri ahlaki bir pozisyon olmaktan çıkar. Düzeni bozan bir davranış gibi kodlanır. Oysa düzenin kendisi sorgulanmadıkça yanlış hep aynı yerden tekrar eder.

Bu yüzden mesele bir maçın ardından yapılan açıklamalardan ibaret değildir. Mesele, yanlışı yönetme biçimidir. Yanlışı bastırarak değil, konuşulabilir kılarak çözmek mümkündür. Aksi halde her olayda aynı döngü yeniden kurulur. Kınama gelir. Ardından yumuşatma. Sonra sessizlik. Ve bir sonraki maçta aynı dil yeniden ortaya çıkar.  Bu noktada “körüklemeyelim” çağrısı, istemeden de olsa yanlışın yanında yer alır. Çünkü yanlışla mücadele etmeyi değil, yanlışla yaşamayı öğretir. Toplumsal refleksler de tam olarak böyle şekillenir. Yanlışlar bağırarak değil, bu sakin cümlelerle kalıcı hale gelir.

Bir jest olarak sessiz konuşma

Bu tartışmaların hemen ardından Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın Bursa’da üretilen bir gazozu içerken çekilmiş görüntülerini paylaşması, ilk bakışta önemsiz bir ayrıntı gibi görülebilir. Oysa bu tür jestler, tam da böyle anlarda anlam kazanır. Açıklama yapmazlar. Tartışmaya doğrudan girmezler. Ama pozisyon alırlar. Sessizce konuşurlar.

Bu paylaşım bir yorum değil. Bir cümle kurmuyor, bir argüman sunmuyor. Ama bir aidiyet işareti veriyor. “Ben buradayım” diyor. Tartışmanın taraflarından birine sesleniyor, diğerine kapıyı kapatıyor. Bu tür sembolik hamleler, tribün diliyle siyasal dil arasındaki geçirgenliği görünür kılar. Tribünde atılan sloganla sosyal medyada verilen jest aynı yerden beslenir. Aynı duyguyu dolaşıma sokar. Aynı sessiz mutabakata yaslanır.

Burada mesele bir gazoz markası değildir. Mesele, gerilimin ardından gelen bu tür işaretlerin nasıl bir atmosfer yarattığıdır. Yanlışın tartışılmadığı, eleştirinin sorunlu sayıldığı bir zeminde bu tür jestler boşlukta kalmaz. Aksine, o boşluğu doldurur. Söylenemeyeni ima eder. Normalleştirilen dili pekiştirir.

Bu nedenle tribünle siyaset arasındaki ilişki tek yönlü değildir. Tribün dili siyasete taşınır, siyasal dil tribüne geri döner. Biri diğerini besler. Bu dolaşım, ancak yanlış açık ve net bir şekilde adlandırıldığında kesintiye uğrar. Aksi halde her olaydan sonra benzer semboller, benzer açıklamalar ve benzer sessizlikler yeniden üretir.

Yanlışı yerinde tutmak

Bu yazı bir maçın, bir kulübün ya da bir taraftar grubunun hesabını tutmak için yazılmadı. Mesele bireyler değil. Mesele dil. Yanlış karşısında kurulan dil. Yanlışı kınayıp ardından onu anlaşılır, doğal, geçici ve bağlamsal hâle getiren bu söylem biçimi.

Toplumsal barış, yanlışı görünmez kılarak sağlanmaz. Huzur, susarak kurulmaz. Aksine, yanlışın adını koyabilme cesareti olmadan barış kalıcı olmaz. “Refleks”, “kısa süreli”, “körüklemeyelim” gibi ifadeler, ilk bakışta tansiyonu düşürüyor gibi görünür. Ama uzun vadede sorunu derinleştirir. Çünkü yanlış yerinde durmaya devam eder. 

Çözüm, tribünleri steril alanlar haline getirmek değildir. Kimse bunu beklemiyor zaten. Çözüm, neyin kabul edilemez olduğunu net bir şekilde söylemek ve bunu açıklamalarla geri almamaktır. Yanlışı bağlama yerleştirmek yerine sınırlandırmak. Tepkiyi bastırmak yerine meşrulaştırmak. Eleştiriyi tehdit değil, onarıcı bir imkan olarak görmek.

Bir toplum, yanlışla nasıl konuştuğuyla kendini ele verir. Yanlışı sakinleştirerek mi geçiştirir, yoksa onu ciddiye alıp dönüştürmeye mi çalışır. Bu fark, tribünlerden taşan bir sloganla sınırlı değildir. O fark, birlikte nasıl yaşayacağımızı belirler.

Yanlışlar bağırarak değil, çoğu zaman bu yumuşak cümlelerle kalıcı hale gelir. Bu yüzden asıl sorumluluk, yanlış ortaya çıktığında ne söylediğimizdedir. Daha da önemlisi, ne söylememeyi seçtiğimizdedir.

Önceki İçerikFilm ve dizi sektöründe şişme: İspanya, İtalya ve Türkiye
Sonraki İçerikPolis kayıtlarındaki ilk Mehmet Akif…