“Ahlâkın dışına çıkmadı gençler. Sadece bizim kurguladığımız, fakat kurguladığımızın farkında olmadığımız, sabit gerçek zannettiğimiz bir sisteme ahlâkî olarak katılmadıkları için, hatta bir yönüyle onu ahlâksız buldukları için biz onları ahlâksız görüyoruz. Problem bizde. Gençler hâlâ ahlâkî bir hayat yaşıyorlar. Kendi dünyalarında hâlâ ahlâkî bir normatif düzenin içerisindeler. Ben bunu fırsat olarak görüyorum gençler açısından. Belki de kalıplara sıkıştırılmamış gerçek ahlâkî düzeni bulabilirler.”
Bu sözleri kulaklarımla duyduğumda, 2022 yılının ilk ayı içerisindeydik. O yılın Mart ayında yayın hayatına başlayacak dergimiz Açıkdeniz’in ilk sayısı ‘Z kuşağı’na dairdi. Z kuşağı üzerinden sürüp giden tartışmalara yerinde bir bakış arayışı içerisinde bir sosyologun, Doç. Dr. Zübeyir Nişancı’nın görüşlerine başvurduğumuzda o bize bunları söylemişti.
Elbette, öncesi ve sonrası vardı bu cümlelerin…
Bu hacimli söyleşi, kuşak tartışmalarının birçok veçhesi için zihnimizin önüne yeni ufuklar açıyordu ama, benim için en ziyade öğretici kısmı önceki kuşakların kendilerini ‘ahlâkın temsilcisi,’ gençleri ise ‘ahlâksız’ gören yaklaşımlarına ahlâk felsefesi açısından getirdiği eleştirilerdi.
Doç. Dr. Nişancı, kendisini muhafazakâr veya dindar olarak tanımlayanları başta olmak üzere önceki kuşakların gençleri ‘ahlâksızlık’la damgalamasının, esasen bu daha yaşlı kuşakların ‘hem ahlaki, hem siyasi bir paniğin içerisinde’ olmalarından kaynaklandığı ve ürettikleri söylemin gerçekliğinin olmadığı kanaatindeydi. Ömürlerini bir ‘dâvâ’ veya ‘proje’ üzerinden inşa eden insanlar, muktedir oldukları bir zeminde yola çıkarken iddia ettikleri şeyin tam tersinin gerçekleşmesinin getirdiği panik karşısında, kabahati kendilerine değil gençlere yazmanın çabası içindeydiler: Projemizde sorun yoktu, ama gençler işe yaramaz ve hayırsız çıktı! Ahlâkî kriz söylemleri üreterek gençleri ahlâksızlıkla suçlamaları, işte bununla ilgiliydi. Oysa gençler, yaşlı kuşakların önemli kısmının onları gördüğü şekildenormatif düzeni olmayan, hedefsiz, nihai gayesi, derdi ve endişesi bulunmayan, boşu boşuna yaşayan kişiler değildiler.“Aslında burada çok büyük bir yanılma var” diyordu Doç. Dr. Nişancı. “Şöyle ki, gençler ahlâken kendisinin olduğu formda olmayınca, bunu gençlerin ahlâkı yok diye yorumluyorlar. Bu iki açıdan yanlış. Birincisi, gençlerin epeyce bir kısmı aslında eski normatif düzene bile ciddi bir şekilde inanıyor. Diğer taraftan, hakikaten idealleri, hedeflerine koydukları başka şeyler var.”
Bu kanaatini, şu cümlelerle bir kez daha belirginleştiriyordu: “Kesinlikle gençlerin ahlâksız bir düzlemde yaşadıklarını düşünmüyorum. Aksine ahlâkî çabaları var, her biri kendine bir yol çizip ilerlemeye çalışıyor.”
Velhasıl, ortadaki durum asla ‘ahlâklı’ kuşaklardan sonra gelen ‘ahlâksız’ bir kuşağın yol açtığı ‘ahlâkî kriz’ olarak tanımlanamazdı. Gençlerin yaptığı, önlerindeki mevcut geleneksel yapıları benimsememekti. Oysa önceki kuşaklar ahlâkı bu yapıyla özdeş kıldıklarından, gençler de öyle anlasın ve yaşasın istiyorlardı. “Biz bunu böyle anladığımız için gençler de öyle anlasın istiyoruz. Yani onu ahlâkî özne olarak görsün ve ona adansın. Yani o eski modern sistemin içine gençler de gelsin, katılsın. Gelip katılmıyor. Bence iyi ki katılmıyor.”
Söyleşideki beni ziyadesiyle sarsan cümleler, bu tahlillerin ardından gelmişti: “Gençler evrensel adalet normlarında bizden çok daha iyi durumdalar. Meselâ profesyonel hayatta ahlâka riayet etmeyenin onların gözünde itibarı yok. Orada adaleti gözetmiyorsam veya gündelik hayatta, trafikte, çevre konularında, hayvan hakları meselesinde adalet ve hakkaniyeti gözetmiyorsam, genç diyor ki sen bir kere hayata saygı duymuyorken beni neye çağırıyorsun? Gençler ahlâkî normatif düzeni artık böyle anlıyor. Bunu bir sapma olarak görmek, gençlerin problemi değil; büyüklerin problemi. Gençler ellerinden kaçmış, arkadan suçlama dolu feveran ve feryatlar ediyorlar gibi geliyor bana.”
Bu şekilde ilerleyen söyleşi, benim gibi önceki kuşakların mensubu olanları şu yalın yüzleşmeye getirip bırakıyordu: “Z kuşağını sorgulamaktansa, başta kendimizi sorgulamamız gerekiyor.”
Son aylarda, bu söyleşiyi, söyleşide yer alan çözümlemeleri tekrar tekrar hatırladım. Belki bazı günler defalarca, söyleşide dile gelen cümleler tekraren hafiza arşivimden çıkıp zihnimin gözü önünden akıp durdu. Özellikle de gençlerin ahlâkî normlar bakımından değil ‘ahlâksızlık’la yaftalanmak, önceki kuşaklardan ahlâken daha ileri durumda olduklarına dair tesbitleri tekrar tekrar derhatır ettim.
Aylardır, bütün dünya olarak, bu söyleşiyi bu kadar çok hatırlamama sebep olan bir olaylar zinciriyle yüzyüze yaşıyoruz çünkü.
Filistin’deki işgalci güç İsrail’in, Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği eylemleri bahane kılarak bütünüyle Filistinlilere, ama özellikle soykırımı hedefler şekilde Gazze’ye ölüm yağdırması karşısında yerkürenin her yerinde, bu arada bizim yaşadığımız ülkede kimin ne yapıp ettiğine, nerede durduğuna, neyi konuşup nerede sustuğuna baktığımda, iki yıl önce Açıkdeniz’in ilk sayısındaki bu söyleşide Doç. Dr. Zübeyir Nişancı’nın gençler hakkında söyledikleri test edilip teyid ve tasdik olundu diye düşünüyorum.
İsrail ordusu arsız bir şekilde okulları, hastaneleri, pazar yerlerini ve evleri bombalayarak yarıya yakını çocuk, üçte ikisi kadın ve çocuk ve tamamına yakını sivil olmak üzere kayıtlara geçmiş haliyle en az kırk bin insanı savaş suçları işleyerek katlederken, insanlık adına hem bir tükeniş ve çürümeyi, hem de bir uyanış ve erdemliliği beraberce gördü gözlerimiz.
Özellikle Batıda olup bitenler, sermayenin köpeği haline geldikleri artık apaçık ortaya çıkan siyasî elitlerle birlikte medya ve akademyanın da içine düştüğü çürümeyi ifşa ederken; aynı Batıda insanlık namına bir uyanış ve kıyamı da gördük. Ki bu uyanışın bayrağını taşıyan, gençlerdi. Sosyal medyadan meydanlara her alanda ve her vesileyle Gazze başta olmak üzere Filistin’de İsrail tarafından Batının silah ve finansman desteğiyle işlenen insanlık suçlarına karşı seslerini yükseltirken, gençler akıllara belki en ziyade kazınacak eylemleri üniversitelerinin bahçesinde polis şiddetine, tutuklamalara ve okuldan atılma tehditlerine rağmen gerçekleştirdiler. Neticede, her hal ve şartta, zulme zulüm, zalime zalim, katile katil, işbirlikçiye işbirlikçi, soykırıma soykırım demekten asla geri durmadılar.
Batıda olanın bir benzerini, fırsat bulabildikleri kadarıyla, gösteri hakkı ve ifade hürriyeti gibi temel hak ve hürriyetlerin çok daha kısıtlı olduğu Müslüman dünyada yaşayan gençlerde gördük. İslam dünyasının konuşurken mangalda kül bırakmayan liderleri boş retoriklerle kameralar önünde lâf geveler, kamera arkasında ise İsrail ile işbirliği ve ticarete farklı düzeylerde devam ederken, bu ikiyüzlülüğün ifşasını ve İsrail’e karşı kamu vicdanının harekete geçmesini temin eden yine gençlerdi.
Gözümüzle gördük, bu, bizim yaşadığımız ülkede de böyleydi. Göbeğine kadar inen sakalıyla koca koca hocaların bir kısmının dahi yöneticilerin İsrail ile ticaretinde bile bir hikmet arama gayretkeşliğine mukabil, ancak gençler sayesindedir ki bir derece caydırıcı adımlar atılabildi.
Dünyanın her yerinde, ama özellikle Batıda ve Türkiye’de, devam eden mezâlimin son bulması için etkili her türden eylemi ve söylemi geliştiren gençleri izlerken dikkatimi çeken bir husus, tam da Zübeyir Nişancı’nın o söyleşide dikkat çektiği ‘ahlâklılık’ kriterlerine ilişkindi. Ahlâkı salt cinsel normlara indirgeyen daha yaşlı kuşakların epeyce bir kısmı zalime zalim, işbirlikçiye işbirlikçi diyememe ahlâksızlığına duçar haldeyken, İsrail’in zalimliğine karşı sesini yükselten gençler içerisinde her inançtan, düşünceden, ideolojiden, cinsel tercihten kişiler vardı. Belki başka bin konuda birbirlerinden ayrışmalarına karşılık, hakikaten hayata ve insana saygı konusunda sarsılmaz bir ittifakları sözkonusuydu.
Bu bakımdan, son sekiz ayda gördüklerim, devletler, siyasî elitler ve yaşlı kuşaklar hakkında bir karamsarlığa beni sevkederken, gençler sayesindedir ki insanlık adına ümitlerim diri kaldı, hatta daha da kuvvetlendi.
İyi ki gençler var…
Sağolsunlar, varolsunlar…