spot_img

Yaşasın hayat!

Bu ülke, “Yaşasın hayat!” diyemeyenlerin ülkesi. Hayat değil, ölüm kutsanıyor bu ülkede. İhmallere bir şekilde mazeret bulunuyor, karartılamaz hale geldiği durumlarda ise kabahat sorumlulara değil ‘kader’e ve ‘fıtrat’a yazılıyor. Bu ülkede bir çığlığa, bir haykırışa ve silkinişe ihtiyacımız var. “Yaşasın hayat!” diyen ve önlenebilir her ölüm için sorumlulardan hesap soran bir haykırış ve silkinişe...Yaşasın hayat! Kahrolsun sorumsuzluk!

Geçen Cuma günü yolum İzmir’e düşmüştü. Sebeb-i ziyaretim, vize başvurusuydu. Mayıs’ın son günleri için Almanya’dan bir davet almıştım, fakat Nisan’ın başında yaptığımız müracaata karşılık vize randevusu ancak Temmuz’un başında verilince daha ileri bir tarihe güncellenen ziyaret için vize başvurusunu yapacaktım. İkamet adresim artık Ege’de olduğundan, İzmir Alsancak’taki vize ofisine gitmem gerekiyordu.

Tire’den Eshot’u, Torbalı’dan İzban’ı kullanarak Alsancak’a ulaştığım öğle vaktinde hava açık ve hayli sıcaktı. Vize işlemleri vaktinde biterse, sırf değişiklik olsun diye, trenle geri dönmeye niyet etmiştim. Böylece İzmir’in on, belki onbeş senedir görmediğim aşina muhitlerinin bir kısmını da tekrar görmeyi amaçlıyordum. İşlemler bittiğinde, beni Tire’ye götürecek trenin kalkmasına birbuçuk saat vardı. O halde Alsancak’ta deniz kenarında bir müddet yürüyebilir, oradan iç kısımlara geçerek cadde ve sokakları adımlaya adımlaya Kültürpark’a kadar gelebilir ve fuar alanının içinden geçerek Basmane garına vâsıl olabilirdim.

Öyle de yaptım. Gara geldiğimde, gidişat hakkında bilgilendirmek için evi aradım. Öğrendim ki, İzmir güneşin altında kavrulurken, kuş uçuşu altmış kilometre ötede kuvvetli bir yağmur ve fırtına var. Gökyüzüne baktım. Birkaç küçük bulut gördüm. Pek de göğü kaplayıp İzmir’e de yağmur getirecek gibi gözükmüyorlardı.

Gelin görün ki, eve geldiğimde Twitter’ın ‘trend’ler kısmında ‘yağmur’ ve ‘İzmir’e dair etiketler oluştuğunu farkedince, İzmir’den ayrılmamdan kısa bir süre sonra şehri suya sele boğan kuvvetli bir yağmurun geldiğine öğrenmem fazla zaman almadı. İlgili haberler içinde beni en ziyade dehşete sevkeden husus ise, açıkta kalan elektrik kablolarının suyla teması sebebiyle yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir insanın elektrik çarpması sonucu öldüğünü, onu kurtarmaya çalışan bir başka kişinin de aynı akıbete uğradığını öğrenmemdi. Ayrıntılara bakınca anladım ki, olayın vuku bulduğu yer benim birkaç saat önce geçtiğim cadde ve sokaklardan birindeydi.

Böyle durumlarda insanın zihni aradaki farkı sıfırlıyor ve kendisini o anda o yere yerleştiriyor. İhtimaller aklımdan hızlıca akıp durdu. Yağmur oraya birkaç saat önce yağmış olsa, belki orada suya ayak basanlardan biri ben olacaktım! Belki ilgili haberlerde ismi geçen kişi ben olacaktım.

Yitip giden hayatın kendi hayatı olabileceğini gördüğünde, insan olayın vahametini en keskin şekilde kavrıyor.

O akşam, sonraki gün, ondan sonraki gün bu olayın ve bu ihtimalin etkisinden kurtulamadım. Tekrar ve tekrar, bu ülkede deyim yerindeyse ‘tesadüfen’ yaşadığımızı ve ‘kazara’ hayatta olduğumuzu düşündüm. Bu ülkede sudan sebeplerle ölmek hepimiz için her zaman mümkündü maalesef. 6 Şubat depreminde en acı şekilde yüzümüze vuran gerçek, bir kez daha önümüzdeydi: Hiçbirimiz, hiçbir zaman, hiçbir şekilde güvende değiliz. Bir elektrik kaçağı, düzgünce yerleştirilmediği için çatıdan düşen bir kiremit, devrilen bir vinç, uyarı levhası ve diğer tedbirler mevcut olmadığı için yol üstünde gece farkedilmeyen bir çukur, sağlam yapıştırılmadığı için duvardan kopan bir granit, kırmızıda geçen bir araba, sözümona ‘eğitim zayiatı,’ yaya geçidini umursamayan bir sürücü, dayılanmak için fırsat kollayan bir sosyopat, düğün veya şampiyonluk eğlencesinden seken bir kurşun, bakımı yapılmamış bir asansör, ahbap çavuş ilişkisiyle denetlenmeden onayı verilmiş bir inşaat… Bu ülkede önlenebilir ölümler o kadar çok ve sebepleri o kadar çeşitliydi ki… İşte onlardan biri vuku bulmuştu: Üşenip işini iyi yapmayanlar, üşenip işi iyi denetlemeyenler, vermesi gereken paraya acıdığı için işi üç kuruş ucuza getirmeyi kâr zannedenler derken, bir ihmaller zinciri kaşla göz arasında iki canı, iki hayatı, iki insanı nasıl da alıp götürmüştü.

Dün akşam zihnim bu düşüncelerle dolu iken gözlerim yine Twitter’ı tarıyordu ki, birbiri ardınca iki ölümlü habere daha rastgeldim. Gençliğimin baharında bizim başımıza gelen şey, aradan geçen kırkbeş yıl sonra başkalarının da başına gelmiş; her sene o kadar ölümlü kazaya rağmen denetlenip engellenmediği için hâlâ devam eden tarım işçisini traktörle taşıma ısrarı, bir kez daha traktörün devrilmesi sonucu, ailesiyle birlikte üç kuruş kazanmak için Urfa’dan gelen mevsimlik tarım işçisi Elif’in onsekiz yaşında ölümüne sebebiyet vermişti. İkisi çocuk, dört de yaralı vardı. (İşin çocuk işçilik tarafı ayrı bir fasıl…)

Altında, kuzey yamacında yaşadığımız dağın güney tarafından bir haber: “Aydın’da, içme suyu hattı kazı çalışması sırasında meydana gelen göçükte üç işçi öldü, bir işçi yaralandı.”

Ölmek, bu ülkede bu kadar kolay. Hayatlarımız âdeta pamuk ipliğine bağlı. İş kazalarından sair vukuatlara, önlenebilir ölümlerin sayısı her sene binlere, onbinlere ulaşıyor. Diğer bir ifadeyle, her sene binlerce hayat, devam etmesi mümkün olduğu halde sonlanıyor ve her sene binlerce can yaşaması mümkün olduğu halde yitip gidiyor.

Çünkü, bir arkadaşımın sohbetlerimizde ısrarla söylediği üzere, bu ülkenin herşeyden önce bir ‘ciddiyet’ problemi var. Bir Japon deprem uzmanının, en az elli bin canın heder olduğu 6 Şubat depremi sonrasında dikkat çektiği gibi, mevzuata baksak herşey mükemmel, ama uygulama başka bir tablo koyuyor önümüze. Zira ciddiyet yok. Çünkü ne hesap verme ahlâkı gelişmiş, ne hesap sorma cesareti; ne de hak arama yolları ardına kadar açık. Ahbaplıklar, hemşerilikler, ideolojik veya itikadî yakınlıklar, nüfuz ticareti, makam baskısı, olmadı işin içine paranın girdiği ilişkiler derken, yapılanlar, bir insanî tecrübe birikimini de yansıtan mevzuatın gerektirdiği şekilde değil, ilgili alandaki normu mümkün olan en üst düzeyde çiğnemek suretiyle yapılıyor. Bir yerde bir arıza zuhur edip bir kaza ortaya çıkınca, devreye yine aynı ilişkiler, ağlar, bağlar giriyor. Hatalı bilirkişi raporlarından siyasî veya ekonomik gücün dayatmalarına maruz ve hatta mahkûm hukukî süreçlere derken, sorumluluk almak, sorumlulardan hesap sormak ve olandan ders çıkarıp gereken tedbiri hiç olmazsa bundan sonra almak yerine, bir kez daha karartmalar gerçekleşiyor. Mızrağın çuvala sığmadığı yerde ise, büyük sinekler delip geçerken en küçüklerin yakalanıp bütün suçlardan sorumlu tutulduğu bir surette mevzuata itibar olunuyor.

Velhasıl bu ülke, “Yaşasın hayat!” diyemeyenlerin ülkesi. Hayat değil, ölüm kutsanıyor bu ülkede. İhmallere bir şekilde mazeret bulunuyor, karartılamaz hale geldiği durumlarda ise kabahat sorumlulara değil ‘kader’e ve ‘fıtrat’a yazılıyor. Maden kazalarında ölüm oranı, misal Çin ile Türkiye arasında 1’e 80, ABD ile Türkiye arasında 1’e 450 ise, insan ihmali nasıl görmezden gelinir, nasıl sorumlular bulunmaz ve onlardan neden hesap sorulmaz? İnsan eliyle gerçekleşen cinayetleri örtbas etmek için inanç ve değerler nasıl istismar olunabilir?

Ama bunlar, bu ülkenin gerçeği. Biliyor ki birileri, önlenebilir bir ölümden dolayı sorumluluk almak yerine ölenin ‘şehit’ olduğunu söyleyip aslında onun durumuna imrendiğini ifade ettiğinde, kendisine hesap sorulmayacak. Bilakis ondan hesap sormaya kalkanın ‘inancı’ sorgulanacak… Onlarca sene belki yüzbinlerce kez denenmiş, uygulanmış ve başarıya ulaşmış bir yöntem bu.

Öyle bir ülke ki bu ülke, 28 Şubat şartlarında olduğu gibi “Selamun aleyküm-aleyküm selam” demeyi bile ‘laikliğe aykırı eylem’ olarak fişleyenler dahi dinden aldığı ‘şehit’ kavramını kendi sorumluluklarından kaçmak için fütursuzca kullanmaktan çekinmez.

Seküleri böyle yaparken, dindarı dinin “Emaneti ehline veriniz!” hükmüne rağmen nepotizmi şiar edinir ve inandığı Kur’ân haksız yere bir canın yitimine sebep olmayı bütün insanlığı öldürmek mesabesinde bir cürüm olarak tanımlarken bizzat sorumluluk taşıdığı her önlenebilir ölümde nekrofiliye yeltenir. Sorgulayana karşı da, inancın en çirkin şekilde istismarını içeren cümleler hazır: “Kadere mi inanmıyorsun? Allah’a mı isyanın?”

Bu ülkede bir çığlığa, bir haykırışa ve silkinişe ihtiyacımız var. “Yaşasın hayat!” diyen ve önlenebilir her ölüm için sorumlulardan hesap soran bir haykırış ve silkinişe…

Çünkü her insan bir âlem, her hayat bir emanet. Her insan kâinat kadar kıymetli, her can insanlık kadar aziz. Hiçbir can, hiçbir insan üç kuruş kârın, iki gram iktidarın peşinde olanlar için feda, heba ve heder edilemez.

Yaşasın hayat! Kahrolsun sorumsuzluk!

- Advertisment -