Oğlumun doğumunu hatırlıyorum. Hamileliğinin 9. ayına yaklaşan eşimin sancılarındaki sıklık artınca çok gecikmeden akşam üzeri arabayla hastaneye gitmiştik. Hiçbir zaman özgüvenli bir otomobil sürücüsü olmadım, ki ehliyeti de geç aldım. İstim üstündeydim. Bütün sapakları iki kez kontrol edip mümkün olduğunca az risk alarak hastaneye vardık.
Özel bir hastane evet, ama bu sonu kötü bir hikaye değil. Rahatlıkla okuyabilirsiniz. Eşimi muayene eden nöbetçi hekim doğumun başladığını tespit edince temiz, konforlu bir odaya alındık. Anne karnındaki bebeğin kalp atışlarının duyulduğu bir cihaz var. Doğuma yaklaşınca büyük bir hızla çarpmaya başlıyor, küçük vuruşlarla değil bir çarkın hızla dönüşü ya da bir zincirin yukarıdan dökülüşü gibi. O küçük canlının hayatla dolu olduğunu haber ediyor.
Pes etmeden bir ömür boyu çarpacak bu kalp vuruşları ilk olarak bebeğin anne karnındaki 5. ya da 6. haftasında işitilebiliyor. Bir kıpırtı aslında. Ama Doppler cihazı sesi dışarı verdiğinde dünyayı ilk kez görecek bir canlının hayat arzusu bütün odayı dolduruveriyor.
Doğum uzayınca hekimin önerisiyle eşim sabaha karşı sezaryen operasyonuna alındı. Lokal anestezi. Önlük giydirdiler, maske taktırdılar ve beni de odaya aldılar. Hayır olacak şey değil! Böyle bir şey istememiştim ama doktorumuz eşimin yanında olmam için emrivaki yaptı. Eşimin göbeğinin üstünde bir perde var, yani kanlı işlemi biz görmüyoruz. Ehil oldukları belli iki cerrah gündelik laflalamaları arasında kadını kesip biçiyor.
Ne yaptıkları konusunda hiçbir fikrimiz yok. Sadece güveniyoruz. Güvenmek dışında elimizden ne gelebilir? Hekimlerden birisi gebelik sürecinde sık sık kontrole geldiğimiz tecrübeli bir jinekolog. Diğer cerrah kadın, ilk kez görüyorum. Çok değil hemen hemen on dakika sonra jinekolog tek eliyle çocuğu kaldırıyor. Kan içinde hareketsiz bir varlık, bedenin herhangi bir parçası gibi. Biraz kurcalanınca meşhur tokatla kendine geliyor, o zamana kadar hiç kullanmadığı ciğerleri oksijenle yanıyor. Feryat edecek diye bekliyorum, ama ağlaması daha çok bir sızlanmaya benziyor, incecik buruşuk bir ses. Biraz temizleyip havluya sarıyorlar. Yaklaştırıp yanımıza getiriyorlar. Saçları kapkara ve gür. Annesinin kokusuyla sakinleşiyor. Gözleri kapalı. Acaba ne hissediyor? Korku içinde mi? Sevinçli mi? Hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.
İlk kez kucağıma aldığımda kafasını tutamadığını fark ediyorum. Boynunu kontrol edemiyor. İnsan yavrusu dehşet verici bir kırılganlıkla doğuyor. Dokunmaya bile korkuyorum. Hareket kabiliyeti son derece kısıtlı, gözleri hemen hiç görmüyor, ağlayışı cızırtıdan hallice. Annesini emdiğinde bile kısa sürede yorulup uykuya dalıyor, emmeye devam etmesi için topuğunu sertçe kaşıyıp uyandırmak gerekiyor. Henüz pelteden hallice bedeni sindirim sistemindeki gazı kendiliğinden tahliye edemiyor. Kucakta gezdirip sırtını ovmak şart. Günler geçtikçe aslında uyumayı bile bilmediği anlaşılıyor.
Birkaç gün sonraki kontrolde “yeni doğan sarılığı” teşhisi konuyor. Son derece yaygın ve tedavisi mümkün bir durum- ama yaşadığımız endişe tarifsiz. Bir gece daha hastanede kalıyoruz. Oğlumuz yanımızda, akvaryum gibi şeffaf bir kutuda, özel bir ışığın altında yatıyor.
Bebekler bir çeşit bilgelikle dünyaya geliyor. Gözlerini açmalarıyla dünyaya meraklı bakışları başlıyor, belli belirsiz de olsa ilk tepkilerinde aslında hayatla ilgili ne kadar ciddi oldukları anlaşılıyor. Ellerini keşfediyor mesela… Elleri birer alet. Göz el koordinasyonunda bedensel varlığını, öz bilincini geliştirmeye başlıyor. Bize sevimli hatta oyunsu görünen o kesik kesik hareketlerinde yorucu hatta belki kaygı verici bir zihinsel çalışma var. Kafasını kendiliğinden dik tutmaya başlaması, küçük elleriyle parmaklarıma tutunup kendini kaldırmaya çalışması, sırtını ovalarken “peynir” çıkarması, zaman geçtikçe karakterini kazanan sesi – evet kısa süre sonra insan kendi çocuğunun sesini ötekilerden ayırmaya başlıyor -, doğumdan gelen saçlarının kıvrımlarındaki değişiklik… Yatakta kendi kendine dönmeyi bile beceremiyor ilk haftalarda. Yeni doğan bebeğin ilk kakası bile kaka değil, mekonyum denen, koruyucu bir madde. Ana rahmindeki saltanatını terk etmenin nişanı olarak bir kereliğine bu tuhaf maddeyi çıkarıyor.
Kısacası dünyaya gelen bir insanın hayatta kalması için asgari bir merhamete ve desteğe ihtiyacı var. Uzun süre hem de… Ve bu asgari seviyenin çıtası hiç düşük değil. Zürafalar zayıf gördükleri yavruyu ezip öldürüyor. Taylar ana rahminden etten bir torba içinde çıkıyor, o torbayı yırtamazlarsa hayatta kalmıyorlar. İnsan olarak bizim başkanlığımız neredeyse 15 yıl boyunca yetişkinliğine kavuşamayan bir yavruyla geçirdiğimiz zamanda yatıyor. Her türlü hinliği akıl eden beynimizin gelişmesini bu emeğimize borçluyuz.
Malum çeteyle ilgili şunu düşünmeden edemiyorum: Bu aşağılık insanlar da böyle bebekler olarak doğdu, bakıldılar, büyüdüler ve bir şey oldular. Ne olduklarını tarif eden sözcük yok.
İnsan hayal edemeyeceğimiz bir kötülüğe gömülebiliyor. Bebekliğindeki o hayat ihtirası korkunç biçimde sapabiliyor. Bebek katilliğini gündelik hayatının olağan bir parçası gibi yaşayıp gidebiliyor. İnanılmaz ama böyle…
Katilleşen insanlar oldu, olmaya devam edecek. Pekiyi bebeklerimizi bu kimselerden nasıl koruyacağız? Zıvanadan çıkmış birkaç doktor, işi gücü onunla bununla fotoğraf çektirmek olan bir müptezel, üç kuruşa tamah eden bir ebe… Böyle birkaç kişi bir araya gelince memleketin lafın gelişi değil gerçek anlamda “canını emanet ettiği” kurumlarında bebek öldürebilecek mi? Bu kadar kolay mı? Olayın korkunçluğunu bir yana bıraktım, bu derece sıradan dolandırıcıların ülkenin en sıkı denetlenmesi gereken kurumlarının içinde yuvalanabilmesine şaşıyorum.
Skandalın merkezinde olan hastanelerdeki yoğun bakım ünitelerinde bebeklerin kalış süresi anormal şekilde uzamış, olağan istatistiği aşan ölümler gerçekleşmiş. Bunu ne SGK ne de Sağlık Bakanlığı bu bilgi çağında tespit edememiş mi? Çok basit bir matematiksel hesabı var… Kredi kartımla yüksek tutarlı bir işlem yapsam anında “Siz mi yaptınız?” diye SMS geliyor. Bebek öldüğünde duyan, işiten, takip eden yok mu oralarda? Nasıl gözden kaçar? Nasıl anlaşılmaz? CİMER’e şikayet düşene kadar nasıl bilinmez? E-nabız şu bu ne işe yarar?
O hastanelerde çalışan başka hekimler, hemşireler yok mu? Hepsinin mi basireti bağlanmış? Laboratuvarında çalışan teknisyenlerden hiçbiri “Bu nasıl iştir? Neden tahliller böyle?” demez mi? Radyolog sadece düğmeye basmakla mı yetinmiş? Ne diye bu bebeklerin başına boyuna böyle şeyler geliyor dememiş mi? Muhasebesi, yönetimi… Bizde bebekler hangi akla hizmet haftalarca ünitede kalıyor diye sormamış mı? Hepsini geçtim temizlikçisi bile biraz anlar olup biteni… Bu kadar mı kayıtsız, ilgisiz, alakasız, sorumsuz insanlardı hepsi?
Her şeyimizde yeniden doğmaya ihtiyacımız var gibi görünüyor. Ama hangi kucakta?