İktidar gayrımüslim vakıflarla ilgili yeni bir uygulama yürütüyor. Buna göre vakıf seçimlerinde aday olmak isteyen her kişinin Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onaylanması gerek. Anlaşılan o ki devlet bu vakıfları kimin yöneteceği ile fazlasıyla ilgili. Hastane vakıfları için ise henüz seçim yönetmeliği çıkmadı… Çünkü muhtemelen onların mal varlığı daha ‘titiz’ bir yaklaşımı gerektiriyor. Özellikle Balıklı Rum Hastanesinin devasa mülkü var. Dolayısıyla bu vakıflarda kimin seçileceği daha da önemli…
İktisadi rant ile kimliksel ayrışmanın üst üste bindiği durumlarda devlet birden çok ‘hassas’ olabiliyor ve eline geçen her fırsatı ‘mıntıka temizliği’ için kullanabiliyor. Herhalde ‘niye böyle yapıyor, hiç demokratik ya da meşru değil’ diyecek kadar naif kimse kalmamıştır. Çünkü bunun hepimizin bildiği basit bir cevabı var: Niye yapmasın?
Devletin meşruiyet dışına çıkmasını mazur gösterecek bir ideolojik çerçeveye sahipseniz, o devletin mutlaka meşruiyet dışına çıkacağından da emin olabilirsiniz. Gayrımüslimler konusunda böylesi bir ideolojik çerçeve mevcut. Onlar ‘yerli yabancılar’ ve Türkiye halkının geneli açısından giderek daha da marjinal hale geliyor, yerlilikleri bastırılıp (kimsenin ‘ruhu’ duymadan) tamamen yabancı konumuna itilebiliyorlar.
Acaba bu tespitteki ‘gayrımüslimlerin’ yerine Kürtleri (HDP’yi) ve mesela İmamoğlu’nu koyabilir miyiz? Bunlar da devlet (iktidar) nezdinde giderek bir tür ‘yerli yabancı’ haline gelmiş olabilir mi? HDP ile ilgili bir iktisadi ranttan söz etmek zor olsa da kimliksel ayrışmanın çatışmaya (savaşa) dönme hali var. İmamoğlu olayında ise (İstanbul Belediyesinin imkânları nedeniyle) çekici bir iktisadi rant ve siyasi ayrışma mevcut.
Ve iktidar her iki alanda da bir ‘mıntıka temizliği’ içinde. HDP büyük ihtimalle kapatılacak, İmamoğlu’nun cezası büyük ihtimalle onaylanacak. Herhalde şaşırmayacak ‘niye’ diye sormayacağız… Çünkü o basit cevap önümüzde: Niye yapmasın?
Türkiye demokrat zihniyetin çok uzağında olmak bir yana, liberal dünyanın demokratik hassasiyetinden de nasibini almamış bir ülke. Gerçek anlamda özgür ve kişilikli parlamenterler tüm tarihimiz içinde parmakla gösteriliyor (ve sayıları her parlamentoda azalıyor). Gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız bir yargı fikrine de alışık değiliz, (laik veya dindar) çoğumuz bu ihtimalden ürküyor, hatta böyle bir yargı ihtimali karşısında devlete sığınma refleksi gösteriyor.
Dolayısıyla Türk ‘demokrasisinin’ tek anlamlı dayanağı bugüne dek ‘meşruiyet’ anlayışı oldu. Siyaset halkın vicdanına seslendi ve karşılık da buldu. Ne var ki meşruiyet belirli bir ideolojik zemin üzerinde işlev görür. Cumhuriyet’in getirdiği yenilik bunun ‘siyasi’ meşruiyet olarak anlaşılması gereğiydi. Böylece farklı siyasi aktörlerin birbirine olan davranışlarının ne denli meşru olduğu sorusu bir ölçü haline geldi. Despotik yönetimlere (ister sağ ister sol görülsünler) ses yükseltildi, sokaklara çıkıldı.
Darbeler durumu ‘düzeltti’, ordu her seferinde kışlaya bir an önce dönme iradesi gösterdi, siyaset yeniden başladı ve siyasi meşruiyet yine ana kıstas olarak işlevini sürdürdü. Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyet önemli bir açılım yapmış oldu: Birden fazla siyasi aktörün, dolayısıyla birden fazla toplumsal tasavvurun, ülkesel hedefin ‘meşru’ olduğunu, siyasetin bunlar arasında bir yarış olarak algılanması gerektiğini teslim etti ve tabii söz konusu yarışın da bizatihi meşru olduğunu ima etti.
Bu önemli bir açılımdı çünkü Cumhuriyet öncesindeki İttihatçı anlayış ‘birden fazla’ siyaseti hayatın getirdiği bir pratik olarak mecburen kabul etmiş, ama zihniyet olarak bunu sindirmekte zorlanmıştı. O nedenle onlar için siyaset ile savaş arasında temelde büyük bir farklılık bulunmuyordu. Rakibi yenmek için uğraş verirken onu yok etme imkânı çıktığında o imkânı kullanmayı yadırgamadılar. İttihatçı bir iktidar niye böyle davranır diye hâlâ soran varsa, cevabı aslında biliyor: Niye yapmasın?
Mesele İttihatçı zihniyetin hâkim olduğu tarihsel momentlerde onu durduracak alternatif duruşun ortaya çıkamamasıdır. Bugün bile, bunca yıllık ‘demokrasi deneyimi’ sonrasında İttihatçılığa karşı bir tutum siyaseten çok zor gözüküyor. Acaba niçin? Diğer bir deyişle işin ‘sırrı’ ne?
İşin sırrı siyasi (vicdani) meşruiyet anlayışının yerine ideolojik (kimliksel) meşruiyet anlayışının geçmesi ve bunun Türk kimliği bağlamında ‘tabu’ niteliğinde bir etki yaratması. İktidarın kendisini ‘devlet’ yerine koyabildiği, kendisini ‘devlet’ olarak sunabildiği ve toplumun bu durumu (örneğin iç ve dış tehditler varsayarak ya da büyük ideallere kapılarak) kabullenip içselleştirdiği konjonktürlerde İttihatçılık Cumhuriyet’i yeniden ele geçirebiliyor.
Aylardır İttihatçılık (Yeni İttihatçılık) tespitlerimin üzerine gelen ‘Türkiye Yüzyılı’ vizyonu ve şimdi de İmamoğlu ve HDP’nin üzerine ‘mıntıka temizliği’ mantığıyla gidilmesi (en azından benim açımdan) durumu bariz hale getiriyor.
İktidar ‘Türkiye Yüzyılı’ ile toplumu tek ve ‘milli’ bir ideolojik duruşa davet etti. Ülke, devlet ve milletin organik bir bütün olduğunu, yani tek bir özne olarak telakki edilmesi gerektiğini, dolayısıyla bu özne için ‘doğru’ olanın netleşmesiyle birlikte, ‘alternatif’ diye önerilen her türlü siyasi yaklaşımın ‘ideolojik olarak’ yanlış (zararlı) sayılması gerektiğini öne sürdü. Bu ‘milli’ tekil anlayışı benimseyenlerin devletçe kucaklanacağını, söz konusu herkesin devletin şefkatli kolları arasında olacağını belirtti. Ancak bu ‘milli’ duruşun dışında, hele karşı duran bir siyasete müsamaha gösterilmeyeceğini vurguladı. Bu tür kişi, grup ve akımların münafık, giderek ‘hain’ addedilmesi gerektiğinin altını çizdi…
Kısacası iktidar çok yönlü bir ‘mıntıka temizliğinin’ ideolojik zeminini çizdi ve kendi ‘meşruiyet’ anlayışının söz konusu ideolojik zemin üzerinden anlaşılması gerektiğini beyan etmiş oldu. İşin ‘püf noktası’ iktidarın önerdiğinden farklı ideolojik yaklaşım ve/veya siyasi tutumun ‘öteki’ olarak yaftalanabilecek şekilde (örneğin Batı’nın uzantısı ‘gayrı milli’ bir unsur olarak) kimlikleştirilmesidir. Diğer deyişle İttihatçılık makbul ideolojiyi sahiplenmeyen herkesi farklı bir fikrin değil, farklı bir ‘kimliğin’ sahibi olarak tanımlamakta ve onu ‘kimlik’ olarak mahkûm etmekte… Aynen gayrımüslimlere yapıldığı gibi.
Bu nedenle söz konusu muamelenin son dönemde Kürtlere, şimdi de (bir konjonktür münasebetiyle) İmamoğlu’na yapılması kimseyi şaşırtmamalı. İktidar bu çizgide gidebildiği yere kadar gidecek…
Eğer muhalefet karşısındaki meselenin Erdoğan’dan daha büyük olduğunu, kendi içindeki kırılmaların (oportünist ve kariyerist arayışların) iktidara alan açtığını idrak etmez ve bunları önleyici tedbirler almazsa, iktidar muhtemelen ideolojik onay almış hissederek daha da ileri gidecek…
Niye gitmesin ki?