Alper Görmüş ‘yeni İttihatçılık’ olarak adlandırılabilecek bir ideolojiye ‘geçişin’ Erdoğan açısından psikolojik arka planını yazıyor. Şu ana kadarki üç yazıda Uludere’den (2010) başlayarak 17-25 Aralık 2013’e kadar geldi. Sorguladığı mesele (benim kelimelerimle) şu: 2002 yılında geleneksel yaklaşımın dışına çıkarak daha ‘modern’ bir çeper siyasetini taşıyan, dolayısıyla devletçiliğe mesafeli duran, nitekim iktidarının ilk on yılında laikçi bürokratik mekanizma tarafından sürekli önü kesilen Erdoğan, nasıl oldu da sonradan devlete ve devletçiliğe yanaştı? Bu dönüşümün ardındaki ruh halinin temel yapı taşlarını nerelerde aramalıyız/bulabiliriz?
Sorunun cevabı muhakkak ki AK Parti ile Gülen cemaati arasındaki ilişkide aranmalı. Çünkü ideolojik meşruiyet açısından önce AB üyeliğine, ardından Çözüm Sürecine bel bağlayan Erdoğan, kendisinin ve partisinin bekası açısından devletle bir biçimde işbirliği yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Nitekim Gülen cemaatinin devlete nüfuz etmesi sayesinde 28 Şubatçı ‘arkaik’ muhalefete karşı koyabildi.
Dolayısıyla Gülen cemaati ile ilişkilerin bozulması, Erdoğan’ın (devlet cenahında ayağını sağlam basmak üzere) ister istemez farklı arayışlara girmesine neden oldu. Ama söz konusu farklı arayışların gerçekçi olabilmesi için devlet kanadından da ‘mültefit’ bir yaklaşımın emarelerinin görülmesi lazımdı. Görmüş bu karşılıklı ‘iyi niyetli bakış’ tavrının Uludere ile başlamış olabileceğini söylüyor. Arka planda başka olaylar da böyle bir yakınlaşmayı tetiklemiş olabilir ama kamuoyu önünde sergilenmesi Uludere ile oldu. Bu olay bağlamında ordu ile kurduğu ilişkiler ve askerlerin tavrı, Erdoğan’ın gözünde devleti homojenleştirdi, ‘yerlileştirdi’, ideolojik açıdan yakınlaştırdı ve onu doğal bir müttefik olarak algılamasını mümkün kıldı.
Bu psikolojik kaymanın Erdoğan’ın ‘ruhsal derinliğinde’ niçin sorun yaratmayabileceğini gösteren bir anekdotu hatırlamanın vaktidir… İstanbul Belediye Başkanı olması sonrasında Erdoğan, Ali Bayramoğlu ve beni bir akşam sohbetine davet etti. Bizden başka bir ya da iki danışmanı vardı. Sohbetin bir yerinde Ali ile birlikte Türkiye’de ordu zihniyetinin nasıl bir şey olduğunu, ciddiye alınması gerektiğini, kendisinden hoşlanmayacaklarını, engellemek isteyeceklerini anlatmaya çalıştık. (Henüz şiir okuma ve hapis deneyimi yaşanmamıştı…). Erdoğan bize mealen şöyle dedi: “Askerle aramda niye sorun olsun ki? Ben de millete hizmet etmenin peşindeyim, onlar da…” Konu bu şekilde kapanmış oldu. Nihayette karşımızda Sünni dindarlığın otorite perspektifini benimsemiş, devleti ve devletçiliği ‘doğal olarak’ sahiplenmeye yatkın muhafazakâr bir siyasetçi vardı…
Diğer deyişle Erdoğan zihniyet, kültür ve ideolojik açıdan zaten devlet ve devletçiliğe uzak değildi. Ama Kemalist laik devlet tasavvuru muhafazakârları dışladığı ve (nihayette) aşağıladığı oranda devlete uzak ‘kalmıştı’. Onun dünyasında devlet, onu ‘şu an’ sahiplenenler ‘yanlış’ olduğu için olumsuz bir etkendi. Nitekim tam da bu nedenle Gülen cemaatinin devlete nüfuz etmesi (2003-2010 aralığında) AK Parti için bir ‘yanlışın düzeltilmesi’ anlamına geldi. Böylece devlet ‘doğru’ insanların eline geçmekteydi ve Erdoğan da ‘doğru’ insan olma hasebiyle devletle ‘bütünleşmeyi’ psikolojik açıdan hevesle kucakladı.
Ancak Görmüş’ün yazılarını okumuş olanlar, onun sözünü ettiği ‘devletin’ Gülen cemaatinin değil, resmi ideolojiyi taşıyan devlet unsurlarının kontrolündeki devlet olduğunu bileceklerdir. Yani soru şu: 2010 sonrasında ne oldu da Erdoğan Gülencilerin hakimiyetindeki devlete ‘Ergenekoncuların’ hakimiyetindeki devleti tercih etti? Nasıl oldu da devlet içinde büyük bir paylaşım savaşı yaşanırken Erdoğan giderek daha da devletçi olabildi?
Bence bunun cevabı kendi bekası açısından Erdoğan’ın devletle (onu elinde tutan kim olursa olsun) ittifak yapmak zorunda olduğu kanaatinin giderek güçlenmesi ve bunu psikolojik olarak olumlayacak bir gerçeklik algısı geliştirmesi…
Ben burada söz konusu ‘gerçeklik algısının’ oluşmasına hizmet eden birkaç olayı, Görmüş’ün yazılarına dipnot babından hatırlatmak istiyorum.
İlk olay 2011 seçimlerinde Gülen cemaatinin AK Parti listelerinde yer almak üzere kimine göre 100, kimine göre 150 milletvekili adayı önermesiydi. Cemaat o denli güçlenmiş ve AK Parti’nin kendi destekleri olmadan iktidarda kalamayacağından emin hale gelmişti ki, ‘resmen’ ortaklık teklif etti. AK Parti bu teklifi reddetti ve milletvekili listelerine (bilinen) Cemaat üyelerinden sembolik olarak sadece sınırlı sayıda isim alındı. Ancak söz konusu tercih, Gülencilerin etkisindeki devlet bürokrasisinin Erdoğan karşısında bir tehdit unsuruna dönüşmesini ima ediyordu. Dolayısıyla bu olay Gülencilerle ittifakın riski yanında, muhtemelen devlet karşısında ne denli kırılgan olduğunu Erdoğan’a bir kez daha hatırlattı.
İkinci olay 2012 başında (tam da Erdoğan bir operasyon nedeniyle hastanedeyken) Hakan Fidan’ın tutuklanma girişimidir. Bu hamle Gülen Cemaatinin ne kadar gözü kara davranabileceğini ve esas hedefin Erdoğan’ın kendisi olduğunu ortaya koyması açısından belirleyici nitelikteydi. Nitekim sonrasında farklı istihbarat ve kolluk kuvvetleri üzerinden hükümet ile Cemaat birbirini takip etmeye, bilgi toplamaya başladılar. Kısacası 2012 sonuna gelindiğinde AK Parti ile Gülenciler arasında adı konmamış ve deklare edilmemiş bir ’savaş’ hali mevcuttu. O haliyle ‘devlet’ Erdoğan açısından artık iktidarının ilk yıllarındaki ‘Ergenekoncu’ devletten de daha tehlikeli hale gelmişti, çünkü Cemaat dosya tutma ve ‘üretme’ konusunda mahirdi.
Üçüncü olay 2013 Mart-Nisan aylarında (Batılı bir sivil toplum örgütünce hazırlanmış) bir raporun Erdoğan’ın ve AK Parti’nin gündemine düşmesiydi. Söz konusu rapor mukayeseli bir tarama sonucunda, genelde ‘turuncu’ devrimlerin dinamiğini, hangi evrelerden geçerek olgunlaştığını, hangi taktiklerin kullanıldığını anlatıyordu. Hasbelkader yaşadığım birçok görüşmede AK Partililerin rapordan çok etkilendiklerine tanık oldum. (Şu an maddeleri tek tek hatırlamıyorum ama başlarda bir tanesi ‘yönetimin başındaki kişi kendisinden üçüncü şahıs olarak söz etmeye başlar’ diyordu… Son maddelerden biri de mealen ‘sıradan bir haksızlık ya da hak arayışı bahane edilerek bir kalkışma mobilize edilir’ demekteydi.) AK Partililerin kendilerini nasıl tehdit altında hissettiklerini, komplocu beklentilere ne denli hazır olduklarını anımsıyorum. Dolayısıyla Gezi olayları başladığında birçoğu söz konusu rapora döndüler ve ‘nifak tohumlarının’ nasıl ekildiğini, ‘harekât planının’ nasıl çalıştığını orada buldular. O dönem Erdoğan’ın yakınında olan kişilerin ifadeleri, Gezi olaylarının Erdoğan’ın tehdit algısını ve savunma psikolojisini büyük ölçüde etkilediğini gösteriyor.
Dördüncü olay 2013 Haziran sonunda, Gezi olayları hala sönümlenmemişken Mısırda darbe olması, General Sisi’nin yönetime el koyması ve (asıl önemlisi) Batıdan buna itirazi hiçbir sesin çıkmamasıdır. Bu olay Erdoğan’ın ‘Batı bizde de darbe planlıyor’ düşüncesinden emin olmasını sağlayan duygusal zemini pekiştirmiş gözüküyor.
Erdoğan Gülencilerin ortaklık ve (perde arkasında) hakimiyet arayışını, sonrasında yaşanan istihbarat savaşını, Gezi olayını ve nihayet Batının tutumunu/niyetini muhtemelen bir büyük ‘paket’ olarak okudu ve hâlâ da öyle okuyor. Ardından gelen 17-25 Aralık ‘yarı darbesi’ söz konusu komplocu analizin açık kanıtı olarak alındı. Dolayısıyla Erdoğan 2014 başında son derece kırılgan bir durumdaydı ve o yılın Mart ayındaki yerel seçimler kritik önem arz etmeye başlamıştı.
Söz konusu seçimler kazanılamasa tarih muhakkak ki çok farklı bir yöne doğru evrilecekti. Ama AK Parti o seçimi kazandı… Yeni bir konsolidasyon dönemi başladı ve nitekim 2015 başında Erdoğan ‘başkanlık sistemini’ gündeme taşıdı.
(Bir de kişisel not: 2014 Mayısına kadar Zaman gazetesinde yazdım. Kendilerinden, başarılı olacaklarından o denli emindiler ki hükümet aleyhine çalışıyor olduklarını gizleme ihtiyacı duymuyorlardı. 17-25 Aralık için ‘yarı darbe’ deyimini kullanmama, yazılarımda Cemaati eleştirmeme, yerel seçimleri AK Parti’nin kazanacağını söylememe rağmen, bana ‘naif’ muamelesi yapıp yazılarımı kesmediler. Ancak AK Parti gerçekten de Mart 2014 seçimini kazandığında daha fazla tahammül göstermediler…)