Yeni İttihatçılık’la ilgili son yazımı “Bundan sonrası Türk aydınlarının anlam dünyasına emanet…” diye bitirmiştim. Tipik bir Türk aydını olmasa da (daha doğrusu tipik bir Türk aydını olmadığı için) Alper Görmüş üç yazılık bir müdahalede bulundu. Koyduğu itirazi şerhi ve bakış açısını aşağıda özetleyip üzerine düşüncelerimi aktaracağım.
Ancak önce Görmüş’ün bu seriyi nasıl bitirdiğini hatırlayalım: “Dilerim Mahçupyan’ın son yazısında dediği gibi konuyu başka tartışanlar da çıkar.” Ben bundan çok şüpheliyim. Birkaç kişi dışında aydın kesimin kamu önünde bu konuyu konuşması benim için sürpriz olur…
Üç nedenle: 1) İttihatçılığın birçok yönünü benimsiyoruz ama bize ‘İttihatçı’ denmesini istemiyoruz. Bu konuyu konuşmaya başladığımızda ‘meğer biz de İttihatçıymışız’ noktasına geleceğimizi seziyorsak söz konusu alana hiç girmemeyi tercih edebiliriz. 2) Yönetimin İttihatçı olmasını istemiyoruz çünkü bu durumda onunla nasıl baş edeceğimizi bilmiyoruz. Dolayısıyla Kemalizm bir şekilde devam ediyor varsayımına sığınmaya teşneyiz. 3) Bu rejimden geriye dönüş umudunu korumak istiyoruz. İttihatçılık tanımını koyduğumuzda bu dönüşün sanıldığından daha zor olduğunu kabullenmiş olacağız. Yani psikolojik olarak kendimizi sakınıyor, gerçekliği görmemeyi bünyemize uygun buluyoruz.
Alper Görmüş bu handikaplardan azade olduğu için benim Yeni İttihatçılık anlatımımın içindeki bir olası ‘dengesizliği’ tartışmaya açıyor…
Yaklaşımı özetle şöyle: 1) Temel karakteristikleri açısından ‘Yeni İttihatçı’ denebilecek bir rejime geçmiş durumdayız; 2) Bu rejimin önümüzdeki sürede kalıcı hale gelme ihtimali fazla ama öyle olmayabilir de… 3) Çünkü bu rejimde Erdoğan’ın rolü çok yüksek ve her an Yeni İttihatçılığı terk ederek bir başka vizyona geçebilir; 4) Yeni İttihatçılığın arka planındaki tarihsel ideolojik ve psikolojik faktörler tabii ki önemli, ama Erdoğan’ın ‘şahsını’ göz ardı ettiğimizde bir ‘dengesizlik’ (benim kelimem) doğuyor ve liderin ‘kışkırtıcı’ rolüne hak ettiği ağırlık verilmemiş oluyor; 5) Nitekim Erdoğan’ın yirmi yıllık iktidarında ortaya koyduğu cesur çıkışlar (AB üyeliği, 90. Maddenin kabulü, Öcalan’la görüşebileceği, çözüm süreci) bu ‘şahsın’ Yeni İttihatçılık dışına da çıkabileceğini hatırlatıyor.
Görmüş Erdoğan’ın Yeni İttihatçı konuma adım adım nasıl geldiğini de güzel anlatmış ve tespitlerine aynen katılıyorum. Ne var ki ben aynı süreci aşağıda farklı bir bağlama oturtacağım…
“Erdoğan, iktidarının bir aşamasında iktidarını sürdürmenin yolunun artık İslamcılıktan değil ‘millîlik’ten geçtiğini gördü, bu amaçla yeni bir hikâye yazdı ve toplumun bir kesiminin zaten dinlemeye teşne olduğu bu ‘hikâye’yi adım adım kuvveden fiile geçirdi, geçiriyor… ‘Proje’nin sembolik başlangıç tarihi Erdoğan’ın “yerli ve millî”yi ilk kez telaffuz ettiği Eylül 2015’ti. (Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde, seçmenlerden ‘Meclis’e 550 yerli ve millî aday göndermelerini’ istedi, 20 Eylül 2015).”
“15 Temmuz (2016), üç temel siyaset üzerinde yükselen yeni bir ittifak doğurdu: Dışa ‘açılma’ boyutunu da kapsayan sert ‘millîlik’; dozu giderek yükselen Batı karşıtlığı (‘anti-emperyalizm’) ve Kürt siyaseti düşmanlığı… Artık, ‘her kafadan bir sesin çıkmadığı’ yeni bir siyaset ve toplum düzeni oluşturmak amacıyla oluşturulan yeni bir ittifak vardı.”
“15 Temmuz darbe girişimini izleyen aylarda, anlamı ve önemi ancak ‘alıcı gözle’ bakıldığında fark edilebilecek iki ‘söylem’ dikkat çekti. Bunlardan biri, Erdoğan’ın, önceki 14 yıllık iktidarı boyunca hiç telaffuz etmediği Misâk-ı Millî temalı konuşmaları, öbürü de “İslamcıların AK Parti’den tasfiyesi” tartışmalarıydı. Bunların ikisi de AK Parti’nin devletle bütünleşmesi macerasının son iki çıktısıydı.”
*
Önce Yeni İttihatçılığın benim için bir ‘algı ve anlamlandırma’ çerçevesi olduğunun altını bir kez daha çizeyim. Diğer deyişle zihnimizdeki bir kaymayı, bize ‘doğal ve normal’ gelen bir bakışa doğru (bilinçle idrak etmeye gerek kalmadan) geçiş yapmamızı ifade ediyor. Bunun sonucu iki katmanlı…
İlk katman, Dünyada ve Türkiye’de yaşanan ideolojik ve psikolojik kırılmaların uzantısı olarak ortaya çıkan bir ‘kişiselleşme’, benliğini restore etme atmosferi ve arzusu. İkinci katman, bu arzunun çeşitli aktörler sayesinde iradi hale gelmesi, bir sisteme hedeflere ve politika demetine dönüşmesi.
İlk katman açısından Görmüş’le aynı çizgideyiz. Ancak ikinci katmanda bir farklılığımız var. ‘Arzunun çeşitli aktörler sayesinde iradi hale gelmesi’ cümlesindeki ‘çeşitli aktörler’ ve onların göreceli iradesine ilişkin algılarımız, haliyle farklı senaryoların üretilmesine izin veriyor.
Yeni İttihatçılık özelinde iki aktör ve dolayısıyla iradeden söz etmek mümkün. Biri ‘bürokrasi-devletçi çeper-MHP-Bahçeli’ ekseni. ‘Devletçi çeper’den kastım ordu, yargı, Milli Eğitim, İçişleri, MİT gibi kurumlarla dirsek temasında olan ve dolayısıyla ortak ideolojik aoraya katkıda bulunabilen (ve etkilenen) iş dünyası, akademia, medya ve ‘mafyatik’ örgütlenmeler. Bu geniş ağın doğal bir merkezinin, gevşek ve manevi bir hiyerarşisinin olduğunu düşünüyorum. Kendi içinde ayrışmalar barındıran ancak konjonktüre göre belirli yönelimleri hakim kılan, (kimsenin dışında kalmak istemeyeceği) bir ideolojik melezleşme hali… Gerçek iktidar pratiği üretme kabiliyeti olan bir politik sosyalleşme… (Yeni bir şey değil, yüz elli yıldır var).
İkinci aktör ve irade ise en saf haliyle bir şahsiyet: Recep Tayyip Erdoğan. Partiyi kendisine ram etmiş, yürütmede her konuda son sözü söyleyen, hatta ona sorulmadan iş yapılmasını riskli hale getiren, tabanını aracı kullanmadan istediği ideolojik noktaya taşıyabilen bir lider.
İlk aktöre ‘yapısal irade’, ikincisine ‘karizmatik irade’ diyebiliriz… Soru Yeni İttihatçılık özelinde bunlardan hangisinin daha ağır bastığı ve aralarındaki denge veya dengesizlikten hareketle nasıl bir gelecek öngörebileceğimiz.
Bu soruya iki türlü yaklaşabiliriz: Analitik ve olgusal olarak…
Analitik bakalım: Erdoğan Yeni İttihatçılığın oluşup sistemleşmesinde ‘yeterli’ bir aktör mü? Benim cevabım ‘hayır’. Erdoğan ne kadar isterse istesin ve ne yaparsa yapsın, ‘yapısal iradeyi’ üretecek tanzim edecek ve yönlendirecek güce perspektife ve derinliğe sahip değil. ‘Yapısal irade’ ile farklı yönlere gittiği dönemde nasıl acz içinde kaldığını, sıkıştığını, zigzag çizdiğini biliyoruz.
Peki, Erdoğan Yeni İttihatçılığın oluşup sistemleşmesinde ‘gerekli’ bir aktör mü? Benim cevabım ‘büyük ölçüde hayır’. ‘Yapısal irade’ yeni bir rejim yönünde karar aldığı andan itibaren ‘karizmatik iradenin’ rolü ikincil. Bu denli zahmetsiz bir geçiş olmayabilirdi ama eldeki siyasetçiler (ve partiler) içinden en elverişli olan kullanılırdı. Nitekim şimdi de öyle oldu. En elverişli olan yüzde 30 oyuyla Erdoğan’dı…
Aynı soruları bürokrasiden Bahçeli’ye uzanan eksen açısından da soralım: ‘Yapısal irade’ Yeni İttihatçılığın oluşup sistemleşmesinde ‘yeterli’ bir aktör mü? Cevabım ‘büyük ölçüde evet’. Siyasetçiler geçici… ‘Devlet’ kalıcı. ‘Aklın yolu’ Yeni İttihatçılığı işaret ettiğinde siyasi partilerin hızla bu türden bir kayma yapacaklarını öngörebiliriz. İdeolojik olarak buna zaten hazır olduklarını unutmayalım. ‘Yapısal iradenin’ siyasileri ikna etmesi gerekmiyor, aşikar bir değişime davet etmesi yeterli.
‘Yapısal irade’ Yeni İttihatçılığın oluşup sistemleşmesinde ‘gerekli’ bir aktör mü? Cevabım ‘kesinlikle evet’. Hiçbir siyasetçi veya siyasi parti ‘devlete’ rağmen bu türden bir değişimi zorlamak istemez. Vizyonu ve tabanı geniş olan bile devlet kanadını ikna etmenin, kendisine yandaş üretmenin yolunu arar. Devletin Kemalizm’de ısrar etmesi durumunda sizin herhangi bir başka ideolojiye kapı aralamanızın bile nelere yol açacağını herhalde AK Parti iktidarının ilk on yılı gösteriyor.
Toparlarsam hem yeterlilik hem gereklilik açısından yapısal irade karizmatik iradeye ağır basıyor. Eğer bir Yeni İttihatçılık analizi yapacak, son 8 yılı anlamaya çalışacaksak gözlerimizi yapısal iradeden ayırmamakta yarar var. Bu, Erdoğan’ın rolünün küçümsenmesini gerektirmiyor. Erdoğan olmasaydı söz konusu geçişin çok daha sancılı ve istikrarsız olacağı açık. Belki devlet içi ayrışmalar baskın çıkacak, şu an gündemde olmayan farklı koalisyonlar görecektik…
Böylece bugün niçin Erdoğan’ı bu denli önemsediğimizi açıklığa kavuşturabilecek olan soruya geliyoruz: Erdoğan Yeni İttihatçılığın oluşup sistemleşmesinde ‘ne kadar faydalı’ bir aktör? Benim cevabım ‘azami ölçüde’. Erdoğan bu geçişi o denli doğal hale getirdi, ona öylesine motivasyon yükledi ve mobilize eden bir itkiye dönüştürdü ki, Yeni İttihatçılığın Erdoğan’sız halini hayal bile edemeyebiliriz.
Erdoğan sahnedeki perdenin önünde tek başına ara vermeden gösterisini sürdüren, seyirciyi avucunda tutan, izlemeye çalışanların gözlerini kamaştıran bir siyasi/ideolojik ‘stand-up’çı… Bizler gösteriye takılmış durumdayız, perdenin arkasına bakacak ne sükunetimiz ne de enerjimiz var. Ama kuşkunuz olmasın, perdenin arkasında Erdoğan sonrasını düşünenler mevcut ve buna Erdoğan’ın yapabileceği hiçbir şey yok.
Görmüş Yeni İttihatçılığa giden yol taşlarının esas olarak Erdoğan tarafından döşendiğini ima ediyor. Ben aynı olaylardan hareketle tersini, o yolun esas olarak yapısal irade tarafından döşendiğini düşünüyorum. (Tabii ikimiz de bu sürecin tek taraflı olmadığının, aradaki etkileşimin nihai sonucu ürettiğinin farkındayız.)
2015 yılına dönelim ve o noktadan ileriye olgusal bir değerlendirme yapalım… 2015 yılında yapısal irade açısından durum şuydu: 1) Kemalizm güç yitirmiş, yönetme kapasitesi yıpranmış, sembolik olarak Atatürk’ün şahsına indirgenmişti; 2) Gülen cemaati (CHP ve Anayasa Mahkemesi sayesinde) yargıyı ele geçirmiş, bürokrasi genelinde tüm personel politikasına da ayrıca hakim hale gelmişti, 3) PKK çözüm sürecinden uzaklaşmış hendek savaşlarına girişmişti; 4) Haziran seçimlerinde AK Parti gerilemiş siyasi istikrar tehlikeye girmişti.
Şimdi sadece bir yıl içinde, 2015 Ağustos- 2016 Ağustos arasında yaşananları sıralayalım: 1) AK Parti’nin (Davutoğlu Genel Başkan) MHP’ye götürdüğü koalisyon teklifi Bahçeli tarafından reddedildi; 2) AK Parti’nin CHP’ye götürdüğü koalisyon teklifi (o cenahta ikircikli karşılanmasına rağmen) Erdoğan tarafından reddedildi; 3) Erdoğan Eylül sonu yerli ve milli bir meclis çağrısında bulundu; 4) Kasım seçimlerini AK Parti farkla kazandı; 5) 2016 başı Erdoğan parti içi etik kuralların çalıştırılmasını engelledi, 6) Bahar aylarında Davutoğlu başta olmak üzere büyük bir tasfiye gerçekleştirdi; 7) Gülencilerin bürokrasiden tasfiyesine yönelik binlerce kişilik listeler hazırlandı, 8) Temmuz ortası Gülencilerin (halen karanlık noktalar, dolayısıyla ilişkiler barındıran) darbe girişimi yaşandı; 9) Ağustosta Bahçeli MHP’lilerin bilgisi dışında ve tüm AK Partililer için sürpriz niteliğinde olan cumhurbaşkanlığı sistemi önerisini yaptı.
Şimdi bu sekansın üzerine düşünelim… 1) Türkiye’nin bir fetret dönemine girme ihtimali varken, devlet hem ideolojik hem yönetimsel olarak krizdeyken, acaba Bahçeli AK Parti ile koalisyonu niçin reddetti? (Bahçeli’nin kendi ve partisinin menfaatlerini bile hiçe sayarak devletin ihtiyacına cevap veren biri olduğunu hatırlayalım…) Acaba o noktada devletin menfaati farklı bir yönü mü gösteriyordu? 2) Erdoğan 2015 Haziran yenilgisinden sonra neye güvenerek CHP ile koalisyona bu denli açık ve net şekilde direndi? 3) 2015 yazında Bahçeli ile Erdoğan arasında arabulucular üzerinden bir yeni ilişki, bir tür geleceğe yönelik sözleşmenin tohumları atılmış olabilir mi? 4) AK Parti içi tasfiye ile bürokrasiden Gülencilerin tasfiyesi tek bir siyasi hedefin alt başlıklarını oluşturuyor olabilir mi? 5) Yeni rejime geçişin meşruiyetini sağlamak üzere Gülenci darbe girişimine ‘yol verilmiş’ ya da ‘göz kısılmış’ olabilir mi? 6) Bahçeli’den cumhurbaşkanlığı sistemi teklifi geleceğini ve bunun gerektirdiği siyasi angajmanı acaba Erdoğan önceden biliyor muydu?
Tek bir yıl içinde siyaset ve bürokrasiden büyük bir tasfiye gerçekleşiyor, Erdoğan ‘millileşiyor’ ve ödülünü alıyor… Açıkçası bana bu süreç hiç de Erdoğan’ın dizaynı gibi gözükmüyor. Bahçeli ile Erdoğan arasında (doğrudan ya dolaylı) ilişki çok daha önceden başlamış, Erdoğan’a ona çok uygun gelen bu projede yer alması teklif edilmiş olabilir. Nihayette bu değişimin garantörlüğünü ‘devlet’ yapıyor. Ayrıca her iki tasfiyenin ve hatta kurulan düzenin de Erdoğan’dan çok Bahçeli ve genelde yapısal irade için avantajlı olduğu açık. Öyle olmasaydı bile Erdoğan geçici, yapısal irade kalıcı…
Sonuç olarak Yeni İttihatçılığın oluşması ve sistemleşmesinde hem analitik hem olgusal açıdan baktığımızda, ben yapısal iradenin karizmatik iradeden çok daha baskın rolde olduğunu düşünüyorum.
*
Nihayet bu tartışmayı kuşatan iki meseleye geldik: 1) Erdoğan’ın daha önceki cesur yönelimlerini düşünürsek, Yeni İttihatçılığın dışında bir arayışa girmesini bekleyebilir miyiz? 2) Eğer bu ihtimal varsa Yeni İttihatçılık acaba geçici bir modalite mi?
Görmüş Erdoğan’ın AB’ye yönelimini ve Kürt meselesindeki açılımcı yaklaşımlarını gündeme getiriyor. Bunlar Kemalist paradigma altında, Erdoğan ve AK Parti’nin (özellikle Batı nezdinde) kendi meşruiyetini sağlama çerçevesinde atılmış adımlar. Başarılı olduğu takdirde devlet karşısında güçleneceğini bilerek bu hamleleri yaptı. Meşruiyetin kendi bekasını garanti edebileceğini öngördü… Oysa şimdi Yeni İttihatçı paradigmadayız. Erdoğan’ın beka ve meşruiyet diye iki ayrı sorunu yok. Beka ve meşruiyet birleşmiş, Erdoğan’ı sağlam iplerle devlete bağlamış durumda. Artık kimin kimi ‘bağladığının’ da önemi yok. Organik bir bütünleşme var…
Kemalizm altında İslami arka plandan gelen bir siyasetçi ve partinin sorunları ile, dindarlığı millileştiren Yeni İttihatçılık altında aynı şahıs ve partinin sorunları birbirine hiç benzemiyor… Erdoğan’ın farklı ideoloji arama gibi bir niyeti, isteği, ama muhtemelen lüksü de yok. O nedenle Erdoğan’ın farklı bir çizgi tutturabileceği beklentisi bana hiç gerçekçi gelmiyor. Özellikle bu yaşta…
Dolayısıyla Yeni İttihatçılık geçici bir modalite değil. İyi de Erdoğan dışında bir alternatifi niye düşünmüyoruz? Çünkü farklı bir zihniyeti ve onun üzerinde kurgulanan yeni bir ideolojik yaklaşımı üretecek, derinleştirecek, gerçekçi hale getirecek ve toplumu bu yeni bakışa davet edecek bir muhalefet görmüyoruz. Bunun kısa zamanda oluşmasını beklemek ise şimdilik naiflik olur.
Nihayet şunu da atlamayalım: Erdoğan siyasetin dışında kaldığında sistem çoktan yerleşmiş olacak. (Anayasa er geç gelecek). Karizma ihtiyacı azalacak… Yeni İttihatçılık kendi ürettiği vasat aktörler eliyle ve yapısal iradenin çizdiği çerçeve dahilinde bilemeyeceğimiz bir süre için kalıcı olacak.
Önümüzdeki dönemde Yeni İttihatçılığın rasyonelleşmesine, konsolide olmasına, bir ‘devlet duruşu’ kazanmasına tanık olacağız. Muhtemelen münferit yozlaşma dinamiklerinin önü kesilmek istenecek, yeni rejimin öngörülebilirlik ve saygınlığının artması için çalışılacak. Böylece Yeni İttihatçı rejim bir çekim merkezi oluşturacak… Siyasi partiler bu yeni zemini kerteriz almak durumunda kalacak ve çok muhtemelen duruma adapte olacaklar.
*
Son bir söz söylemek gerekirse, Türkiye aydınlarının Yeni İttihatçı rejimde yaşadığımızı fark etmesi ancak Erdoğan siyaseti bıraktığında mümkün olacak gibi… O zamana dek zihniyet konforlarını bozmak istemeyecekler, hala Kemalizm altında yaşarmış gibi yapacaklar, topluma daha da yabancılaşacaklar. Sonuçta da çok muhtemelen, ya yapısal iradenin fahri militanlığına soyunacak (kendilerini kullanıma açacak), ya da etkisizleşip iyice marjinalleşecekler.
Kaçınılmaz mı? Tabii ki değil… Ama Türkiye aydınlarının zihinsel eşik atlayabilecek birikimi ve derinliği olmadığı bir yana, böyle bir istek ve niyetleri de çok zayıf. Çünkü aslında onlar da İttihatçılıktan uzak değiller. Onlar için de bu yaklaşım ‘doğal ve normal’. Biraz rasyonel, biraz adil olsa, biraz ‘biz aydınlara’ alan açsa nesinden şikayet edeceğiz?
Fazlasıyla kötümser gelebilir ama, Türkiye’nin çoğunluğunun gerçek bir demokrasiden ürktüğünü, onun yerine yerli ve milli, bize ait, fıtratımıza uygun, yumuşak bir ‘faşizmi’ tercih edebileceğini düşünüyorum. Ve aydınlar da büyük çapta bu çoğunluğa dahil bence…
O nedenle Görmüş gibi insanlar çölde bir vaha misali. Bir vahadan diğerine önümüzde çok uzun bir çöl var.