Yılın sonuna geldiğimiz bu günlerde Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerimizde hangi noktada olduğumuza bakmakta belki yarar var. Aslında geçen koca bir sene içinde bir zamanlar dış politikamızın temel taşlarından birisini teşkil eden AB ile bütünleşme hedefinde herhangi bir gelişme olmadığını, tersine özellikle vize konusunda başta öğrencilerimiz olmak üzere seyahat etme imkanına sahip vatandaşlarımızı daha da sıkıntıya sokan bir bozulma olduğunu söylemek gerekiyor. AB Komisyonunun 30 Ekim 2024 tarihinde yayınladığı ülkemiz ile ilgili yıllık raporu, nerede ise tüm ilgili konularda AB mevzuatına uyum istikametinde makamlarımızın fazla bir gayret harcamadığı açıkça belirtilmişti. Oysa iktidar yarım ağızla da olsa AB üyeliğinin hala bir “stratejik hedef” olduğunu söylemeye devam ediyor. Geçmişte bu raporların yayınlanması medyanın büyük ilgisini çekerken bu seneki nerede ise tamamen görmezden gelindi. Bu bile ilişkilerin ne kadar gevşediğinin ve tam üyelik hedefine artık ne ülkemizde ne de AB başkentlerinde kimsenin pek inanmadığının açık bir göstergesi sayılmalıdır.
Oysa gözlemciler 2001 yılındaki ekonomik krizden çıkışımızın süratle sağlanmış olmasında AB ile tam üyelik hedefine doğru ilerlemekte olmamızın sermaye girişlerini hızlandırdığını ve ezeli olarak Türk ekonomisinin başlıca sorunlarından olan tasarruf açığını bir ölçüde telafi etmekte büyük bir rol oynadığını hep söylerler. Son günlerde bu tür söylemleri daha sık duymaya başladım. Okuyucularımız da bunu muhakkak fark etmiştir. Bugünkü krizden çıkış yolumuzun da sıcak para dışındaki kalıcı sermaye girişlerinden geçtiği sıkça hatırlatılmaktadır. Türkiye’ye giren yabancı sermayenin hala büyük bir bölümünün AB kökenli olması, onunla ilişkilerin normalleştirilmesinin önemine ışık tutuyor.
Ülkemiz ile ilgili olarak Brüksel’den son zamanlarda gelen tek değerlendirme Komisyon raporu değil. AB konularını yakından takip edenler, Devlet ve Hükümet başkanlarının her yılın sonunda yaptıkları son zirvede genişleme konusunu ele aldıklarını ve bu konuda kararlar verdiklerini bilirler. Bu yıl ayrıca Batı Balkanlardaki aday ülkelerin liderlerini ayrı bir zirveye davet ettiler. Bu toplantıda Batı Balkanların süratle AB’ne üye yapılması hedefi tekrar edildi. Amacın Rusya’nın bölgedeki etkisini sınırlamak olduğu açıktır.
18-19 Aralık’ta yapılan kendi aralarındaki Zirveye ayrıca Ukrayna’nın kahraman Başkanı Zelenskyy’yi davet ettiler ve ülkesine desteklerini teyit ettiler. Ondan önce Konsey başkanlığını Belçikalı selefi Charles Michel’den 1 Aralık tarihinde devralan Portekiz eski Başbakanı Antonio Costa yeni sıfatıyla ilk seyahatini Ukrayna’nın başkenti Kyiv’e yaptı. Bu da tabii kuvvetli bir mesajdı. Gerçi bu mesajlar somut adımların yerine geçmeyebilir ama şüphesiz Moskova’da kaygı ile kaydedilmiştir. Görebildiğim kadarıyla son günlerde Brüksel’e davet edilmeyen aday ülke liderleri Türkiye ile Gürcistan’ınkilerdir. Gürcistan’da yapılan son seçimlere AB’nin kuşku ile bakması ve zaten oradaki hükümetin adaylık hedefini 2028’e kadar askıya almış olması o ülkeye daveti engelleyecek niteliktedir. Üstelik halkın büyük bir bölümü yeni seçilen Parlamentoyu ve Cumhurbaşkanını reddetmekte ve bunu sokaklarda sürekli gösteri yapmak suretiyle devamlı olarak ifade etmektedir.
Gelelim 18 Aralık tarihinde kabul edilen ve medyamızın radarına pek girmeyen ancak tüm aday ülkeleri, hatta aday ülke olmayan Kosova’yı da kapsayan bir çeşit performans raporu teşkil eden Konseyin Genişleme Sonuç Bildirisine.
Raporun daha giriş kısmında Konsey, Batı Balkanlar ile Ukrayna ve Moldova’nın AB üyelik perspektifine tam ve tartışmasız desteğini tekrar ediyor. Türkiye için ise aday ve bir çok alanda stratejik bir partner olduğu hatırlatılmakta, ancak diğerlerinden farklı bir konuma oturtulmakta, başka bir deyimle üyelik hedefinden bahsedilmemekte, dolayısıyla üye ülkeler böyle bir hedefe ulaşılması taahhüdünde bulunmamaktadır. Gürcistan için ise ülke hükümetinin attığı adımların Avrupa hedefiyle bağdaşmadığına değinilmektedir.
Belgenin 13 paragrafı ülkemizle ilgilidir. Bu paragrafların nerede ise yarısı direkt veya dolaylı bir şekilde Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’la ilgilidir. Bilmem kaçıncı defa AB ile ilişkilerin gelişmesi Kıbrıs sorununun BM parametreleri çerçevesinde çözülmesine, başka bir deyimle KKTC bağımsızlığı ve iki egemen devletin tanınması gayretlerinden vazgeçilmesine bağlanmaktadır. Aslında bu gayretler ne yazık ki nafile olmuştur. Değil AB, dünyadaki hiçbir ülke ayrılıkçı ve Türkiye’nin kontrolü altında gördükleri Kuzey Kıbrıs’ın bağımsızlığını tanımamaktadır. Azerbaycan veya büyük yatırım yaptığımız Afrika ülkelerinden hiçbiri de tanıma yoluna gitmemiştir. Gerçi iktidarın da bu konuda fazla bir gayret harcamamakta olması bu gayretlerin sonuçsuz kalacağı bilincinde olduğunu gösterir.
Türkiye ile ilgili diğer paragraflarda insan hakları ve hukuk alanındaki gerilemeye dikkat çekilmekte, Geri Kabul Anlaşmasının eksiksiz uygulanması üzerinde ısrar edilmekte, Rusya’ya uygulanan yaptırımların ülkemiz üzerinden delinmesini engellemek için son zamanlarda harcanan gayretlerden övgü ile bahsedilmektedir. Türkiye ile ilgili bölümün son paragrafında ise katılma müzakerelerinin durma noktasında olduğu, yeni fasıl açılmasının öngörülmediği yine bilmem kaçıncı defa için tekrar edilmektedir. Belgede vize sorununa olası bir çözümden ve Gümrük Birliğinin modernleştirilmesinden hiç bahis yoktur.
Dışişleri Bakanlığının bu belge üzerine yayınladığı açıklamanın belgenin olumlu yönlerine ağırlık vererek başlaması hayli ilginç. Köprülerin atılmamasına dikkat edildiği açıklamanın ılımlı bir üslupla kaleme alınmasından da anlaşılmaktadır. Bu iyi bir şeydir ama tabii yeterli değil, çünkü açıklamanın giriş kısmından sonraki kalan kısmı tam bir sağırlar diyalogunu andırmaktadır. Ezcümle Kıbrıs konusunda ifade edilen görüşlerin “AB’nin Kıbrıs Rum görüşlerinin sözcülüğünü” yaptığı anlamına geldiğini iddia etmektedir. Oysa yukarıda da belirttiğim gibi ne yazık ki sadece AB değil bütün dünya Kıbrıs Rum görüşlerini benimsemiş durumda. Hatta, kendi bağımsızlığını Arnavutluk’un herhangi bir müdahalesi olmaksızın kazanan Kosova’yı ayrılıkçı olması nedeniyle tanımayan beş AB üyesi (İspanya, Romanya, Slovakya, Yunanistan ve Kıbrıs) bulunması nedeniyle bu ülkeye AB üyeliğine adaylık statüsü tanınmıyor. KKTC’nin tanınması ise ne yazık ki ham hayal. Kırk yıldır kafamızı duvarlara çarpmaktan nedense sıkılmıyoruz!
Ayrıca, Birleşik Krallık daha AB üyesi iken İskoçya’da yapılan bağımsızlık referandumu öncesinde zamanın Komisyon başkanı Barroso, İskoçya Birleşik Krallıktan ayrıldığı takdirde AB’den de ayrılmış olacağını, yeniden üyelik için müracaat ve sıfırdan müzakere etmesi gerektiğini aleni bir şekilde söylemişti. Katalunya’yı İspanya’den ayırmak isteyen bağımsızlıkçılara da aynı mesaj verilmişti. Neticede Birleşik Krallığın birkaç yıl sonra AB’den İskoçya dahil ayrılmasına rağmen her iki bağımsızlık hareketi en azından şimdilik sönmüştür.
Kıbrıs ile ilgili tıkanma AB ile ilişkilerin gelişmesini engellemektedir. Bazı gözlemciler oldum olası Rumların AB’nin Türkiye politikasını belirlemesindeki kilit rolüne tepki gösterirler, AB’nin ülkemizin stratejik önemi ışığında bunu aşması gerektiğini söyleyip dururlar. Ne yazık ki iş bu kadar basit değil. Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasının tanınmasının kendi ülkelerindeki azınlıkları ayrılmaya teşvik edeceği endişeliyle tanımadıkları malum. Ayrıca Baltık ülkelerinin nüfusları %25-40 arası Ruslardan oluşuyor. Onlar da Putin’in kendi topraklarında gözü olmasından haklı olarak endişe duyuyorlar. KKTC’nin tanınması onu teşvik edeceği için bu ülkeler de böyle bir olasılığa sıcak bakmıyor.
Bu arada Komisyon başkanı Ursula von der Leyen’in 17 Aralık tarihinde Ankara’ya yaptığı ziyarette odak noktasının Suriye’li mülteciler olduğu ve Zirve Sonuç bildirisinin dışına çıkmadığı da görülmektedir. Zaten başka türlüsü düşünülemezdi. Von der Leyen’in Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşmede ayrıca YPG/SDG’nin yönettiği kamplarda tuttuğu sayıları 10.000-40.000 arası olduğu tahmin edilen İŞİD’cilere ve tarafımızdan o bölgede yapılacak bir askeri harekatın yaratacağı bu kamplardaki tutsakların etrafa saçılması tehlikesine dikkat çektiği basın haberlerinden anlaşılmaktadır. Von der Leyen’in değil üyelik müzakerelerinin yeniden başlaması, vize sorunu veya Gümrük Birliğinin modernleştirilmesi konusunda herhangi bir şey söylemediği de görülmektedir.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemde AB ile ilişkilerde bir normalleşme beklemek ne yazık ki mümkün değil. Oysa bu dönemde ülkemizin taze kaynaklara ihtiyacı had safhadadır. Ne yazık ki bu ihtiyaç 2002-2006 döneminden farklı olarak yerine getirilemeyecektir.
Ancak AB ile ilişkiler tam üyelik ve Gümrük Birliğinin modernizasyonundan ibaret değil. Vize sorunu önemli hatta onlardan daha da acildir diyebiliriz. Bu sorunun 18 Mart 2016’de imzalanan AB-Türkiye Ortak Açıklamasında nasıl çözüleceği açıkça belirtilmişti. Metnin beşinci paragrafında o zamanki Başbakan Davutoğlu vize serbestleşmesi yol haritasında belirlenmiş olan kriterlerin eksik kalanlarını Nisan sonuna kadar tamamlamayı taahhüt etmiş, AB de buna karşılık vize serbestisini Haziran sonuna kadar yürürlüğe koymayı vaat etmişti. Yani görüldüğü üzere bazılarının iddia ettiğinin aksine AB’nin vize serbesti sözü koşulsuz değildi. Kriterlerin tamamlanmasına bağlıydı.
Eksik kriterlerin belki de önemlisi Terörle Mücadele Kanunun Avrupa standartlarına uyarlanmasıydı. Bu amaçla üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyi uzmanlarının katkısıyla çalışmalar yapılmış, hatta yeni bir tasarı dahi hazırlanmıştı. Ancak bu tasarı Sarayın onayından geçmedi çünkü yeni kanun geçecek olsa ifade özgürlüğünün karşılaştığı engellerin büyük bir bölümü kalkacaktı. Hatta denebilir ki bu kanun geçmiş olsaydı bugün Türkiye çok farklı bir ülke olacaktı. Belli ki bu iktidarın istediği bir şey değildi.
Vizelerin itasında vidaların gittikçe sıkılmakta olmasının bir diğer nedeni de iltica talepleri reddedilen vatandaşlarımızın geri alınmasında meydana gelen gecikmeler. Oysa Ortak Açıklamada Başbakan Davutoğlu o konuda da kesin bir taahhüt altına girmişti. Tabii o zamandan bu yana ilticacı talepleri patlamış, yılda 5000’den 100.000’lere gelmiştir. Bu da haliyle sorunu daha da pekiştirmiştir.
Bu alanda yapılacaklar belli. Vatandaşlarımızın iktidara bu taahhütleri hatırlatıp uygulanmasını talep etmeleri gerekmektedir. Burada muhalefet partilerine ve iktidar güdümünde olmayan medya ve sivil toplum örgütlerine önemli bir görev düşüyor. AB‘ni ve münferit ülkelerini suçlamak ve her türlü hakarete maruz tutmak belki bazımızı memnun eder ancak sorunu çözmez. Vize serbestisi için gerekli adımları iktidarın atmak istememesinin belli olması üzerine bir ara kategori bazında bazı kolaylaştırmalara gidilebileceği, hatta bu amaçla bir takım temasların başlatıldığı duyulmuştu. Ancak bu temasların da netice vermediği, sorunun vahametinin değil azalmak, artmakta olduğu görülmektedir.
Ne yazık ki vakit kaybetmeye devam ediyoruz. AB komşularının nerede ise hepsi Birlikle ilişkilerini geliştirmek için gayret gösteriyor. Bunu yapmayan ve kafasını kumdan çıkarmamakta ısrar eden ne yazık ki bir tek iktidarı, muhalefeti ve medyası ile birlikte ülkemizdir. Tabii kimisi AB’nin çökmekte olduğunu, batan bir gemiye bağlanmamızın doğru olmayacağını iddia edebilirler. Keşke biz de AB ülkeleri gibi yıllık %2,4 enflasyon, %6,3 işsizlik ve ortalaması bizimkinden bir hayli yüksek bir milli gelire sahip olsaydık da biz de batıyoruz diyebilseydik!
Okuyucularımın yeni yılını içtenlikle kutlar ve 2025 yılının ülkemiz ve vatandaşlarımız için hayırlı olmasını dilerim! Gelecek yılın öncekilerden daha iyi olmasını isterim ama bu konuda çok ümitli olduğumu da söyleyemem.