Uzun seneler önce okuduğum bir kitapta, sathî bir bakışla ‘bakırı altına dönüştürüp kolay yoldan zengin olma’ arayışı olarak görülen simyanın aslında metafizik çağrışımlar yüklü bir manevî terbiye boyutu içerdiğine dair bir yorum okumuştum. Bu yoruma göre, simyacının asıl derdi, daha bol ve ucuz bir elementi daha nadir ve pahalı elemente dönüştürerek dünyada zenginliğin yolunu bulmak değildi. Simyacının asıl amacı, eşyada ve insanda görünenin ötesinde daha yüksek ve değerli bir potansiyelin varlığına dikkat çekmek, dolayısıyla eşyayı ve insanı göründüğü hal ile damgalamadan içindeki cevheri keşfedip işlemenin yoluna yöneltmekti. Yani ilm-i simya, metafizik çağrışımlarıyla, insandaki cevhere güvenmenin dersini, öyle ki bir eşkıyada dahi bir evliya potansiyeli görebilmenin davetini içeriyordu.
İslami gelenek içinde, bu daveti destekleyen bir dizi olay anlatılır. Fudayl b. İyaz’ın hikâyesi bunlar içinde en çarpıcı olanlar arasındadır. Şerrinden korktukları için kervanların gece yol alamadığı, insanların ise sokağa çıkamadığı belalı bir eşkıya reisi olan Fudayl, bir gece yine haram bir işin peşine düşmüşken, Kur’an okunan bir evden Hadîd sûresindeki “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi?” sorusunu içeren âyetini işitir (âyet: 16). Yüreğine işleyen bu âyet eşkıya Fudayl’ın demir gibi kalbini yumuşatır ve yapıp ettiklerinden pişmanlıkla eşkıyalığı terkettiği gibi, günden güne manevî gelişim göstererek ‘evliya Fudayl’a dönüşür.
Yine bir gece vakti körkütük sarhoş evine giderken yolda gördüğü çamura bulanmış olup içinde Besmele yazılı olan bir kağıdı yıkayıp silen Bişr b. Hâris’in (Bişr-i Hâfî) o gece yaşadıkları ve sonrasındaki dönüşümüne dair menkıbe de benzer çağrışım ve dersler içerir.
İslami gelenek içerisinde, daha bunun gibi pek çok olay anlatılır. Bütün bu menkıbelerin ortak mesajı, bir ‘manevî determinizm’ ile insanları o an bulundukları hal ile damgalamamak, bilakis her insanda günü geldiğinde inkişaf etmeyi bekleyen saklı bir cevher olduğunu görebilmektir. Elbette böyle bir bakış, her insana saygı göstermeyi ve bu saygıya göre bir davranış geliştirmeyi beraberinde getirecektir.
İslam düşünce ve irfan geleneği içerisinde anlatılan böylesi olaylar ve dersler bütünüyle Doğu irfanı içerisinde de güçlü bir şekilde yer etmiş olmalı ki, Siddharta’nın yazarı Hermann Hesse, Doğuda kendisini cezbeden en önemli hususun bu olduğuna dikkat çeker. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın, “Olmak ister isen bu yolda mahir / Harabat ehlini hor görme zâkir / Defineler saklı viraneler var” derken kasdettiği husus da budur.
Anlatılan bütün olayların her biri gerçekten vuku bulmuş olmasın, bu menkıbelerin verdiği ders altın kıymetindedir. İnsan her bir insana hüsnüzanla bakmalı, bakır gördüğü insanın altın, kömür gördüğü insanın elmas potansiyeli taşıyor olabileceğini, viranelerden defineler çıkabildiğini unutmamalıdır.
Böyle bir bakış, elbette insan-insan ilişkilerini birebir etkileyecek; insanı kendini yüksek başkasını düşük görür bir anlayıştan çekip aldığı gibi, herkese insana lâyık bir nezaket ve nezahetle muamelede bulunmayı mümkün hale getirecektir. Diğer taraftan, böyle bir bakışın kişiyi damgalayıcı, dışlayıcı, kınayıcı, alaya alıcı, tahkir veya tahrik edici söz, tutum ve davranışlardan alıkoyacağı da aşikârdır.
İlk dönem sûfîlerinden olup, tasavvuf tarihinin en önemli isimlerinden Cüneyd-i Bağdadî’nin hocası ve dayısı Serî es-Sâkatî’nin de hocası olan Mâruf-i Kerhî’yle ilgili bir olay, bu bağlamda bana çok ilham verici gelir. Mâruf, günlerden bir gün Dicle kenarında talebelerine ders verirken, nehir içinde bir kayıkta içki içip saz çalıp şarkı söyleyen ve nâralar atan bir grup genç peydahlanır ve onların gürültü-şamatası içinde dersi sürdürmek imkânsız hale gelir. Mâruf’un talebeleri çok öfkelidir. Haddini bilmez bu gençler yüzünden derslerinden olmuşlardır. “Hocam, bunlara beddua et, bizim dersimize mani oldular” diye şikâyetlenirler. Onların bu talebi üzerine hocaları Mâruf ellerini açar ve şöyle dua eder: “Allahım! Bu gençleri bu dünyada böyle neşelendirdiğin gibi, âhirette de onları neşeli kıl!” Talebeleri şaşırırlar. “Hocam” derler, “biz dua istedik, siz ise neşeleri âhirette de devam etsin diye dua ettiniz.” Bunun üzerine Mâruf, talebelerine der ki: “Allah onların ahirette de neşeli ve mutlu olmasını dilerse ne olur? Bu dünyadaki hallerini, yaşayışlarını düzeltirler!
Bedduaya karşı duanın, öfkeye karşı merhametin letafetli ve zekâvetli bir temsilidir Mâruf’un sergilediği… Elbette onu böyle bir tutuma sevkeden, insana olan güveni, her insanın taşıyor olduğu o cevhere dair kanaatidir. Hoşlanmadığı bir durum karşısında öfkeye yönelmek kolay, sabırla ve merhametli mukabele zordur. Bedduaya başlamak kolay, iyilikleri için dua edebilmek zordur. Ama “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. Bakarsın, aranızda düşmanlık olan kimse sıcacık bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41:34) ve “Af yolunu seç, iyi olanı emret, cahillere aldırma!” (A’râf, 7:199) âyetleri başta olmak üzere, Kur’an’la tekraren verilen ders bu olduğu gibi, “Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz. Müjdeleyiniz, korkutmayınız!” buyuran Peygamberin istediği tutum da budur.
Zor ama doğru olan tutumun bu olduğunu, anlayışlı, sabırlı ve olgun davranışın ifadesi olarak ‘hilm’in İslami düşünce geleneğinde ‘ilm’in en üst düzeyi olarak görülmesinden de anlarız. Bunun böyle olduğunu, zor olan ‘kötülüğü iyilikle savma’ davetini içeren âyetin ardından gelen âyet de teyid etmektedir zaten: “Bu sonuca ancak sabırlı olanlar ulaşabilir, yine buna ancak (erdemlerde) büyük pay sahibi olanlar ulaşabilir” (Fussilet, 41:35).
Gelin görün ki, âyetten, hadisten, yaratılış ve hayat sahnelerinden aldığı dersle o zekavet ve letafet yüklü olgun davranışı sergileyen Mâruf’ların yokluğuna bedel, öfke taşımak, nefret yüklenmek, hınç biriktirmek, husumet beslemek, kin tutmak, linç üretmek, lânet ve beddua etmek için deyim yerindeyse nöbete yatmış bir ‘din dili’nin egemenliğine maruz haldeyiz bugün. ‘Dindar’ ile ‘kindar’ kelimelerini neredeyse birbirinin müteradifi haline getiren sevgisiz bir din dili kol geziyor ortalıkta.
Ne zaman dinin bir kere daha öfke, nefret, hınç, linç, kin, husumet, beddua ve lânet sebebi kılındığını görsem, aklıma bir kez daha Maruf’un bu duası gelir.
Nereden nereye?
Bir tarafta bir aşırılığa karşı ölçüden aşmadan ve şaşmadan incelik, letafet, zarafet ve merhamet yüklü öğretici bir mukabele; öte tarafta bugünün hınç biriktirmekle meşgul kindarlığı…
Nereden nereye…
Düşüşün nereden olduğu belli de, neden olduğu üzerine sakin bir şekilde ama ciddiyetle kafa yormak gerekiyor…