Dedektif romanlarının öncüleri toplumsal hayattaki “insan”ı değil o hayatın, o “düzen”in ortasına aniden, meteor gibi düşen “cinayet”i çözmenin peşinde. Dedektif de insanüstü özellikleriyle zaten toplumdan âzâde. Tümüyle soyutlanmış…
Ortaya sadece baştan kurgulanan mantıklı “neden”i hap gibi koyuyor, iki cümleyle meseleyi özetliyor. “Yahu anlattığın akıllı, uslu, koca aristokrat nasıl oldu da şömine demiriyle kaynını-kaynanasını öldürdü?” sorusunun yanıtını geçiştiriyor, umursamıyor.
Bugünün milli haber diliyle her cinayeti kafiyesini tutturarak cinnet geçirmeye/getirmeye bağlamak da bereketli değil. Üstelik devrin sosyal epidemiyolojisinde üst sınıfa afedersiniz “cinnet” değil, soylu bir rahatsızlık, üzerinize afiyet şöyle hoş bir “melankolya”, ruhsal nevazil filan yakışıyor.
Toplumsal manzarayı bir köşeye bırakınca gizem için ana enstrüman hususi bir cinayet, maestro da dedektif. Aslolan cinayetse gerisi, hatta bazen zorlama, mecburen özetlenen cinayet nedeni bile teferruat. Sadece cinayetin süper bir dedektifin çözmesine değer bir “örgü çilesi”, tabiri caizse biraz “şık” olması lazım.
Kestirme yoldan katil imalatı
Bu çerçevede “katil”i irdelemek, uzun uzadıya tanımlamak da şart değil tabii. Acımasız katili biçimlendirirken tabiatına “kötü insanlar”ın bildik özellikleri, suça uygun mizaç klişeleri ekleniyor. Kontrolsüz öfke, hainlik, bencillik, kibir, ihtiras, menfaat filan cinayet için gayet yeterli nedenler. Seçtiklerini katilin karakterine kaynayınca serpiyorsun.
Oysa bir romana layık özel, “şık”, marka bir katile, o “karakter”e sıradan insanî kötülükler ekleyerek, yamayarak ulaşamıyorsun. Asıl maharet, katilden, yani o insandan onu “insan” yapan özelliklerini çıkarmak, eksiltmek. Elde var katilin hası… Empati yoksunluğundan, sadece o baptan ne katiller çıkıyor mesela.
Hannibal Lecter o nedenle göz kamaştıran bir katil. Onu Hannibal yapan tipik “kötü insan” özelliklerinin varlığı değil, insanî özelliklerinin yokluğu. Öncü polisiyelerin, dedektif romanlarının en temel eksikliklerinden birisi de bu fikrimce. Keşfi, yaygınlaşması zaman alıyor, birikim istiyor.
Heyhat, gerçek hayatta “fiyakalı” cinayetlere, katillere maalesef sık rastlanmıyor! Hal böyle olunca ilk dedektif romanlarından beri “aldatma”, olamayacak bir şeyi oldurma devreye giriyor. Zira geçen haftaki “Katil ayrıntıda gizli, dedektif şeytan” yazımdan devamla, artık gizem ve heyecan için “biri öldürecek, öteki de ölecek iki salakla, bir bıçak, bir köşe ve bir karanlık sokak” yeterli değil. Bu yolda bazen en ucuz, akla ziyan “hile”lere başvurmak da başlangıçta mubah.
Ucuz hilelerin popülerleşmesi
Giderek “suç”la ilgili heyecanlı, kandırıkçı polisiyeler çok satan “ucuz roman” furyasını, insanın en eski suçu-günahı “aşk”ı konu olan romanlar “ucuz romantizm (pulp romance)”i, sütten beyaz roman dizilerini de tetikliyor. Tek kişilik ordular, “Ayşegül malikânede” türünden kahramanlar kalıbı oturttuktan sonra işçilik gerektirmiyor.
“Edebiyat”ın fast food mutfağındaki “aldatma aroması” da ucuz, çoğu okur da öyle kandırmalara, o türden aldanmaya sevinç gözyaşlarıyla teşne. Lâkin bu ucuz ve kestirme yol, onun bir sanat ya da edebiyat eseri olarak anılması için yeterli değil elbet.
Ernest Mandell “Hoş Cinayet” kitabında polisiyenin “sanat” sayılmasının ilk şartını da oraya bağlıyor: “Dedektif romanı sanatı, bu hedefe ucuz hilelere başvurmadan ulaşmaktır. İpuçları tümüyle ortada olmalıdır. Birbirinin benzeri olan ikizlerden biri öbürünün yerini almamalıdır; kilitlenmiş bir odadan gizli bir çıkış yolu olmamalıdır. Okuyucu katilin kimliğini öğrendiğinde şaşırmalı ama kuralına göre oynamaya gölge düşmemelidir.”
Asıl ustalık aldatmadan şaşırtma
Filizlenen yeni polisiyede gerçek ustalık, aldatmadan şaşırtma… Dedektif romanında çığır açan Agatha Christie’ye bu nedenle ve hakkıyla “aldatma (kandırma) kraliçesi” deniyor. Mandell’e göre “kuralına göre oynamayı aldatma sanatıyla birlikte uygulamak, İngiliz üst sınıfının ideolojisinin (de) bizzat özü”.
“Aldatma sanatı”nın artık kuralı muralı, hatta inandırıcılığı boş veren, her ahval ve şerâitte atını oynatan akla ziyan kandırma çabasına, “ucuz komplo”lara filan siyaseten de yabancı değiliz. Belki o toplumsal rehavet, boşvermişlikle de, edebiyatın itibarlı bir dalı olmayı hak eden “milli dedektif romanı”na bizde sık rastlanmıyor.
Zira “aldanma/kanma eşiği” düşük, verili olana inanmaya meyilli toplumlarda, aldatmanın, kandırmanın bir sanat olması gerekmiyor. Ortaya yuvarla gitsin; sen de bir, ben diyeyim on, bilmem kaçıncı yüzyıldan beri kalıba dökülmüş “uygun bir inancı” ve inanmaya hevesi hazır toplumsal kutupların.
Sansasyonel ama spekülatif değil
Aldatma kraliçesi Christie’nin yarattığı muamma yumağının çözümü ise başlangıçta imkânsız görünse de, akla aykırı değil. “Aldatma teknikleri”nin ipuçlarını ise en baştan, 1920’de ilk romanı “Ölüm Sessiz Geldi”yle okuruna tanıttığı Hercule Poirot’nun ağzından veriyor: “Seni kandırmadım, mon ami… Senin kendini kandırmana izin verdim.”
Conan Doyle’un Sherlock Holmes’unun tahtını -bu formülüyle de- sarstığı romanında kullandığı teknik, bariz aldatma değil okuru-seyirciyi yok saymayan, onu da işin içine katan, manipüle eden bir illüzyon: “Ne sihirdir, ne keramet, zekâ çabukluğu marifet”… Okuruna tanıttığı Belçikalı özel dedektif Poirot’nun eşkâlinde öne çıkan “yumurta gibi kafası”nı çağrıştıran bir sürpriz yumurta. Fazlasıyla sansasyonel ama spekülatif değil.
Christie’nin okuru zekâsıyla neredeyse alay eden bir kurguya inandırmayı ummak yerine, onu yarattığı “hiçbir şeye şaşırmayan” kahramanı Poirot’nun “yanlış yönlendirmesi”, sonraki dönemde edebiyatın, sinemanın da gözde buluşlarından. Christie’nin başarısının -göz göre göre- sırrı buralarda (da) gizli.
Okur seyirci değil çözüm ortağı
Evet, göz göre göre… Öyle ki kitaplarında ilk sayfadan ayrıntılı bir liste hâlinde eldeki ipuçlarını, delilleri, hatta “dedektifin cevaplanması gereken soruları” tek tek sıralıyor. Aynı listede “cinayet çevresi”ndeki kişileri de onların birer cümlelik rolleriyle baştan tanıtıyor. Liste (kural) dışı bir hileye başvurmuyor.
Kitaplarının başındaki liste, bir yandan okurun durma hafızasına sövüp sayfaları karıştırmaması için “açıklamalı-izahlı” bir giriş bölümü, bir rehber… Hem de ortada duran “malzeme”yle yaratılan illüzyonun, okurun da çözmeye hevesleneceği bulmacanın ipuçları. Okur bu donanımla, başlangıçta ham da olsa o bilgilerle artık seyirci değil bir tür “çözüm ortağı”.
Mesela “Şark Ekspresinde Cinayet” romanında o listeye bakarak “Evde kalmış Mary’le yakından ilgilenen, sakin ve soğukkanlı bir İngiliz subayı, zengin ve kötücül bir Amerikalı, yaşlı, çirkin ama soylu Natalia, İsveçli, Macar, İtalyan profiller, kontlar, uşaklar, konuklar…” arasından, katillerden katil beğenebiliyorsunuz. Hepsi listenizde…
İmkânsız değil ihtimal dâhilinde
Yine listede sıralanan “Çok varlıklı Mösyö Ratchett, yani kurban katilini tanıyor muydu? Kırmızı kimonolu kadın nereye gitmişti? Bayan Hubbard’ın kompartımanına giren kimdi? Poirot’nun kapısına ne çarpmıştı? Mary’nin derdi neydi? Esrarlı kondüktör nereye gizlenmişti? Poirot’nun İstanbul’a giderken Konya istasyonunda duyduğu konuşma ne anlama geliyordu?” gibi uzayıp giden soruları da -dedektifle birlikte- yanıtlayacaksınız.
Aynı romanında “Olanaksız olan bir şey gerçekleşemez, bu yüzden olanaksız görünen şeylerin, o görünümüne rağmen olasılıklı olması zorunludur” diyerek kandırma tekniğinin sınırlarını da çiziyor. Okurunu açıkça küçümsemiyor, selefleri gibi “aldanma”sının saçma sapan, zorlama bir nedene dayanmadığını hissettirerek, onu teselli etmeyi de ihmal etmiyor.
Dedektif romanının “hayret verici final” hevesi, romanın sondan başa doğru kurgulanması, finalde çözülen düğümün geriye doğru ilmiklenmesi, uydurulması yöntemini de popülerleştiriyor kuşkusuz. Ancak okurun bunu ayan beyan gördüğü, baştan anladığı sığ örnekler, romanın tüm tadını kaçırabiliyor.
Suçlu politikacı ama “ama”sı var
Geleneksel romanda malûmun ilâmı da başka arıza. Dönemin polisiye klişelerinin aksine, hiçbir Christie romanının sonunda katil uşak ya da o günün suç sosyolojisine, adabına uygun “olağan şüpheliler” çıkmıyor. İçinde yaşadığı düzenin terazisini sarsmasa da romanlarında katil, doktor, politikacı, bakan, asker, polis, aktör, öğretmen, kendi halinde “ev hanımı” olabiliyor.
Suçun geleneksel sınıfsal şablonunu da biraz değiştiriyor böylece. Ama uygun bir kompozisyonla, zülfüyâra dokunmadan, toplumsal terazinin kefelerini “suç”ta eşitlemeden… Geleneksel polisiyelerde “suçlu aşağı sınıflar”a haddi bildirilirken, Christie’yle de birlikte 1920’lerin, 1930’ların polisiye romanlarında artık “zengin, itibarlı katil”lere rastlanıyor.
Lâkin onu suça sürükleyen elbette sınıfsal kökeni, “düzen” filan değil üst sınıfı, Christie’nin de üyesi olduğu o seçkinliği zaten hak etmeyen, o “düzen”e uygun olmayan, itibarı taşıran istisnai, maalesef yozlaşmış kişisel karakteri. Gül bahçesindeki soysuz çalı, zararlı ot…
Leydi’yi öpen hadsiz koru bekçisi
Edebiyatın kaymak tabakayı kollayan, “ona yazılan” furyasında mevzu ister polisiye, ister aşk olsun düzene aykırılığın, kirliliğin sınıfsal olarak temize çekilmesi için suçun, günahın nihayetinde alt tabakalara, “avam”a etiketlenmesi gerek.
Çözülmesi gereken var olan toplumsal, “insanî” sorunlar, eşitsizlikler değil “düzen”i etkileyen, ona uyum göstermeyen çıkıntılar. Böylece o “suç”a, “alçak”lığa karşı her türden mücadele de “düzen”i haklı, en azından mâzur gösterebiliyor.
O nedenle (de) D. H. Lawrence’ın “Lady Chatterley’in Âşığı” 1928 yılında kıyamet koparıyor.
Zira öne çıkarılan neden “müstehcenlik” gibi gösterilse de asıl mesele Lady Chatterley’in aşığının malikânelerinin koru bekçisi Mellors olması… N’olamaz, n’olabilemez, bekçi Leydi’yi afedersiniz öpemez.
Tam 13 adet sevişme sahnesi
Lawrence’ın “kastlar arası” sevişken aşkı ballandıra ballandıra, adıyla sanıyla anlatması yetmiyor, üstüne bir de varlıklı aristokrat eşi Sir Clifford Chatterley, hem bireysel, hem toplumsal düzeyde “iktidarsız”… Yasaklar, sansürlenmiş baskılar, açılan davalar Lawrence’ın ölümünden 30 yıl sonra, 1960 yılında bile romanı yayınlayan Penguin Books’u İngiliz mahkemelerine çıkarıyor.
Gerekçe “Muzır Neşriyat Yasası”na aykırı olması. Davanın -RTÜK’ten muhafazakâr, işgüzar olmasın- savcısı titiz bir çalışmayla romanda tam “13 adet sevişme sahnesi” ve o eylemi anlatan “30 adet “şey etme” kelimesi”nin bulunduğunu saptıyor. Diğer ayıp kelimeleri de sayılarıyla tek tek belgeliyor.
Avukatlar ise yayın özgürlüğünün yanında kitaba gösterilen tepkinin “sınıfsal boyutları”na da değiniyor. Nihayetinde jüri romanı ilk kez sansürsüz yayınlayan Penguin’i suçsuz buluyor. Dava sadece “edebiyat mı, müstehcenlik mi” kıyaslamalarında değil etik tartışmalar açısından da dönüm noktalarından birisi…
Hiç şüphelenilmeyenin katil çıkması
Christie’nin farklı sınıftan suçlularla “suç yelpazesi”ni açması da başlangıçta homurdanmalara yol açıyor. Ama meseleyi farklı boyutuyla ele alan ağırlıklı eleştiriler, Christie’nin “şaşırtma” amacıyla en ihtimal dâhilinde olmayan karakteri katil, suçlu, hatta kurban yapma eğilimi.
İlk romanlarında en az şüphelenilen kişinin katil, en önemsiz ipucunun delil çıkması, kurnaz okurun önüne kestirmeden bir “tahmin formülü” koyabiliyor. Az biraz mekânın, cinayet yönteminin, katillerin sosyal tabakasının değiştirilmesi ana formülünün yarattığı tekdüzeliği, o aritmetiği kırmaya yetmiyor.
Özellikle ilk romanlarındaki bu can sıkıcı yan etkiye yönelik kuvvetli eleştiriler, Christie’yi tekzip çabasına sürüklüyor. “Cards on the Table”ın önsözünde bu eleştirileri tiye almaya çalışıyor: “Suç işleme olasılığı en düşük olan kişiyi tespit edin ve on seferden dokuzunda göreviniz tamamlansın. Sadık okuyucularımın uzaklaşmasını istemiyorum ve bu kitaptan iğrenerek onları önceden uyarmayı tercih ediyorum ki bu o tür bir kitap değil.”
Dedektif Poirot “egoist bir sürüngen”
Ardından da yazdığı roman ve hikâyelerde bu “kusur”unu telafi etmeye çalıştığı seziliyor, her karakterinde dengeli bir “şüphe” yarattığı görülüyor. Hatta artık okurun “İşte bu” dediği şüphelileri, pat diye öldürerek mevzuyu “sil baştan” yapıyor.
“Ölümcül şaşırtma”dan marka dedektifi Poirot da nasibini alıyor. Christie Doyle’un Sherlock Holmes’tan bıkması ve onu öldürmeye çalışması gibi Christie de Poirot’dan bıkıyor. 1930’ların sonunda günlüğüne “egoist bir sürüngen” olan Poirot’yu “dayanılmaz” bulduğunu yazıyor.
Ancak onu, yarattığı kahramanı yine de sahipleniyor, başkalarının aşağılamasına izin vermiyor. O da son romanı “Ve Perde İndi”de kendi Holmes’unu öldürüyor. Fakat onu yarattıktan ta yarım asır sonra… Poirot’nun ölümü üzerine New York Times’da tam sayfa ölüm ilânı yayınlanıyor. Bir yıl sonra Christie de 86 yaşında ayrılıyor dünyadan.
Hem kadın, hem de yaşlı herkesten
Poirot’un ününün yanında gölgede kalsa da, polisiye dünyası açısından fikrimce ondan hiç de aşağı kalmayan başka bir kahramanı daha var Christie’nin. Poirot’dan 10 yıl sonra 40 yaşındayken ikinci “dedektif”i Miss Marple’ı yaratıyor. Olgunlaşan romanına giren Jane Marple hem kadın, hem de yaşlı her dedektiften.
Lâkin keskin zekâsı, gözlem gücü, yaşlanmayan, pürtelaş meraklarıyla “Hissettiğim yaştayım”ın aşmış temsilcisi… “İnsan” ve kendi deyimiyle “hayat” uzmanı, her şeye kulak misafiri, dedikoduların toplandığı, analiz edildiği merkez ajansı… Ama kulağı delik, bildik dedektiflerden değil.
Günlük hayatı yaşadığı köy azmanı bir kasabadan ibaret görünse de, gizemleri, “kasabanın kötülüğü”nün romanesk imkânları, onunla yaşıt dedektif romanlarından aşağı kalmıyor. Christie onu yaratırken büyükannesinden esinlendiğini gizlemiyor.
Poirot-Marple üzerinden feminizm
Öncü dedektifler gibi Miss Marple’ın da hayatında aşka meşke yer yok. Hiç evlenmemiş.
Ama erkeksi değil. Neredeyse feminist… Hedefinde “geleneksel aile ve onun reisi erkeğin rolü” ağırlıklı. Erkek dünyasına sık sık ama dozunu kaçırmadan, deprem yaratmadan dokunuyor.
Bu özellikleriyle yıllar sonra Miss Marple’ın feminizmi de gündeme getiriliyor, lehine-aleyhine tartışılıyor. Aslında Christie’nin cinsiyetin ana şablonlarına dayanan “feminizasyon”uyla Poirot da feminen özelliklere sahip. Hatta dış görünüşüyle bir erkek karikatürü, tini mini minnak adam…
Kremli, pomatlı, her zaman bakımlı ibrişim bıyıkları, saçını boyaması, göz kamaştıran rugan ayakkabıları, minyon, iki dirhem bir çekirdek görünümü, cinayet mahallinde bile kıyafetinin bozulmamasına gösterdiği özen, gösterişli kibarlığı, narin midesi, yaşıyla ilgili muhabbetlerin açıkça canını sıkması, hatta bir kediye benzetilmesi, erkek tipolojisine burun kıvıran tasvirinin ana hatları.
Kadınların kalesi kütüphaneler
Marple’la da burnu havada “küstah erkekleri, “erkek polisler”i, dedektifleri ironiyle, kıvrak zekâsıyla, alaylı ama eşsiz “Hayat Bilgisi”yle hizaya sokuyor. Zira kendi deyişiyle “Akıllı genç adamlar hayat hakkında çok az şey bilir”. “Erkeklerin “el yordamı”yla, ataerkil yargılarla, kaba akılla, dünyalarına has klişelerle hep topallayan muhakemelerine “bilge ironisi”yle kılavuzluk ediyor.
Zaten Agatha Christie’nin okuyucuları arasında kadınların özel ve ağırlıklı bir yeri var. Ödünç kitap veren kütüphaneler, Christie hayranı kadınların tartışılmaz kalesi… Yazdığı 70’e yakın dedektif romanı, 15 öyküsüyle türünün, hatta edebiyatın en çok satan kitapları da onun daktilosundan.
Adı sonradan ırkçı vurgusu nedeniyle “And Then There Were None” olarak değiştirilen “Ten Little Niggers” romanı, 100 milyon yasal kopyasıyla tüm zamanların en çok satan kitaplarından birisi. Gizem, dedektif romanlarında ise hâlâ ilk sırada…
1920’den 1939’a kadar olan dönem Christie’nin yerleştirdiği milatla hâlâ “Dedektif Kurgusunun Altın Çağı” olarak anılıyor. Onun polisiyede farklı bir dönem başlatan romanları, bu türün analizine, entelektüel, sanatsal düzeyde “kıymetlendirilmesi” için gereken kriterlerin belirlenmesi ve tartışılmasına da kaynak oluyor.
Okuru yazar değil dedektif kandırsın
1930’lara doğru yayınlanan çeşitli makalelerde “iyi bir polisiye-dedektif hikâyesi için” kriterler şöyle toplanıyor: “Hikâye inanılmaz ayrıntılara dayanmamalı, okur sürekli içinden çıkılmaz labirentlerde dolaştırılmamalı. Suçun, suçlunun karakteri ve sâikleri normal olmalı.
Okuru “hilekâr” yazar değil yarattığı dedektif kandırmalı, hatta bazen o da okurla birlikte yanılmalı. Gizemi kendimiz çözmek için sportif bir şansımız olduğunu hissetmeliyiz; bu nedenle suçlu da son derece anormal, irrasyonel olmamalı.
Hikâye, ne kült fenomenlere, ne de meçhul bilim adamlarının yaptığı gizemli ve akıl almaz keşiflere, spekülasyonlara dayanmamalı. Dedektif zeki olmalı, ancak insanüstü olmamalı. Okur dedektifle eşit şartlara sahip olmalı, çıkarımlarını zihnen takip edebilmeli.”
Klişeyle mücadele topyekûn olmalı
Böyle kriterleri boş veren, günümüzde polisiyelerde de fazlasıyla rağbet gören klişelerle mücadele, ister aşk, ister polisiye olsun sadece “ucuz roman”lara, basmakalıp “edebiyat”a, “sanat”a karşı verilen bir mücadeleden ibaret değil. “Toplumsal hayat” mücadelesi esasında…
Zira insanı, hayatı yerleş(tiril)miş klişelerin ötesinde anlamak için verilen tarihsel bir mücadelenin parçası, mirasçısı. Ki bunun Antik tarihe uzandığını söylemek mümkün herhalde. Savunulacak en esaslı, tabiri caizse tek klişe “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” olmalı belki de. Ki geçmişin, o “bilgi” görünümlü hurâfat yığınının iktidarı sallanabilsin.
Gelecek pazar Antik olmasa da antikalar arasına savrulan ama yine de her devirde polisiyelere sızmayı, hatta başköşeye oturmayı başaran dedektif tiplemelerine, Mike Hammerlara uzanan sürece değinmeye çalışacağım. Değişen suçlarla, külhanı mafyasıyla, uzmanı seri katiliyle yaka paça mücadelede minyon Poirot’nun, ihtiyar Miss Marple’ın ötesinde sert yumruklu kahramanlar da gerekli tabii.