Batı Şeria’da yaşayan silahlı bir İsrailli yerleşimci olan 32 yaşındaki Evyatar Borovksy, 30 Nisan 2013 tarihinde hapisten yeni çıkan Filistinli Salam As’ad Zaghal tarafından bıçaklı saldırıya uğradı. Zaghal, Borovksy’nin silahını elinden alıp olay yerine gelen polislere ateş açmış, daha sonrasında tutuklanmıştı. İsrailli yerleşimciler ise saldırıda öldürülen Evyatar Borovksy’nin intikamını almak için Filistinli kız çocuklarını taşıyan okul servisini taşlamış, arabaları ateşe vermiş, camilere saldırmış; fakat en önemlisi 10 bin Filistinli’nin yaşadığı Güney Nablus’daki Beita kentinin kırsalında bir “ileri karakol” kurmuştu.
İsrail’in Batı Şeria’daki bütün yerleşimleri, Uluslararası Adalet Divanı ve neredeyse bütün dünya ülkelerinin tespit ettiği üzere hukuka aykırı. Fakat yerleşimcilerin kurduğu bu “ileri karakollar” uluslararası hukukun da ötesinde İsrail’in işgal hukukuna dahi aykırı. Radikal sağcı yerleşimler, Batı Şeria’nın ilhakını hızlandırmak adına işgal rejiminin halihazırda uluslararası hukuka aykırı kurallarına dahi aykırı olacak şekilde kaçak yerleşimler kuruyor, geçici küçük kulübelerle bir gece ansızın Filistinlilerin topraklarını işgal ediyor.
Yerleşimcilerin 2013’teki bu bıçaklı saldırının ardından Beita’nın kırsalında kurduğu bu kaçak karakolun adı “Evyatar”. Evyatar, Beita kentinde yaşayan Filistinlilerinin özel mülkiyetindeki zeytin ağaçlarının bulunduğu bir tarım arazisinde kuruldu. Beraberinde kendilerini koruyan İsrail ordusunu da sürükleyen yerleşimciler böylece işgal politikalarıyla sömürülen, her türlü hareketi kısıtlanan, kapana kısılan Filistinlilerin en önemli ekonomik kaynaklarından birinin de üzerine çökmüş, Filistinlileri yine bireysel katkılarının yok sayıldığı kolektif bir sorumluluk anlayışıyla Ortaçağ yöntemleriyle cezalandırmıştı.
Fakat Roma döneminden beri yerleşik yaşamın olduğu, Osmanlı zamanında bölgenin en zengin köylerden Beita’nın halkı pes etmeye hiç de hevesli değildi. Evyatar’ın kurulduğu ilk günden itibaren Beitalılar, her gece zeytinliklerinde nöbet tutmaya, namaz kılmaya, kaçak yerleşimcilere lazer tutmaya, ses çıkarmaya, uyutmamak için ateş yakmaya başladı.
İsrail ordusunun sık sık müdahale edip ateş açtığı bu tehlikeli nöbete katılmayan Beitalı kadınlar ise halk mutfakları kurdu, her gün 250 kişilik yemek pişirdi ve zeytinliklere taşıdı.
Filistinliler zeytinliklerini korumak için kendilerine kurşun sıkan İsrail ordusuna en fazla taş atıyor veya lazer tutuyor. İsrail ordusu ise plastik mermilerin arasına sıkıştırdığı gerçek kurşunlarla silahsız sivil göstericilere öldürmek için keskin nişancılarla ateş açıyordu. Bugüne dek Beita’da 17 Filistinli katledildi. 7’si çocuk. En küçüğü 13 yaşındaki Muhammed İbrahim.
Beita’daki protestolar sayesinde bu tür kaçak yerleşimler önce uluslararası medyanın dikkatini çekti, ardından İsrail ordusu bölgeyi boşalttı ve yerleşimcileri karakoldan çıkardı. Fakat radikal sağcı örgütler bölgeye karavanlarla gelip yine yerleşti. Sonrasında ise aşırı sağ taleplerini kurulan yeni koalisyonla normalleştiren İsrail hükümeti, yerleşimin kurulmasını onayladı. Zira Ben-Gvir gibi faşist bakanlar bu yerleşimlerin artması için bizzat gösterilere katılıyor, Batı Şeria’nın ilhak edilmesini açıkça savunuyordu.
Filistinli göstericilerin azmi, uluslararası kurumları da cesaretlendirmişti. Daha öncesinde Rachel Corrie gibi isimlerle Batı Şeria’daki işgalci yerleşimcileri protesto eden, şiddet kullanmadan Filistinlilerinin evlerinin yıkılmasını, topraklarına el koyulmasını engelleyeme çalışan International Solidarity Movement (Uluslararası Dayanışma Hareketi) üyesi Amerikalı aktivistler, bölgeye topluca giderek Filistinli eylemcilerin yanında durdu, ordunun müdahale etmesini engelledi. Bir nevi canlı kalkan oldular.
İsrail ordusuna ait bir buldozer tarafından ezilerek katledilen Rachel Corrie, sadece 23 yaşındaydı.
Bu doğrultuda üç hafta önce bölgeye giden 32 yaşındaki Amerikalı öğretmen Amado Sison, göstericilere eşlik ederken ayağından vuruldu ve hastaneye kaldırıldı. İsrail ordusu bu kurşunla Filistinlilerin nöbetine katılarak direnişi “küreselleştirmeye” çalışan Amerikalıları uyarmıştı.
New Jersey’li genç Hispanik öğretmenin vurulmasından üç hafta sonra İsrail ordusu bu uyarının ciddiyetini korkunç bir cinayet işleyerek kanıtladı. Topluca Cuma namazı kılan Filistinli göstericilerin yanında nöbet tutan Amerikalılara ateş açtı. Zeytin ağaçlarının yanında duran, elinde bir çakıl taşı dahi olmayan 26 yaşındaki Türk kökenli ABD vatandaşı Ayşenur Ezgi Eygi başından vuruldu. Katledildi.
Ayşenur, uğruna kendini feda ettiği zeytin ağaçlarının dibinde son nefesini verdi.
Aydın’dan Amerika’ya göç eden ailesine de Ayşenur’u “Son nefesini verdiği zeytin ağacı gibi Ayşenur da güçlü, güzel ve üretkendi.” cümlesiyle uğurlamak düştü.
Nazilli’den Seattle’a
Nazillili bir ailenin kızı olan Ayşenur, 1998 yılında Antalya’da doğdu, küçük yaşta ailesiyle birlikte Amerika’nın en liberal eyaletlerinden biri olan Kuzey Batı kıyısındaki Washington’ın Seattle kentine taşındı. Önce West Seattle Lisesi’nde, ardından Washington Üniversitesi’nde psikoloji ve Orta Doğu Dillleri ve Kültürü bölümlerinde okudu. Üniversitede Amerikalı demokrat sosyalist ve İsrail karşıtı Yahudi senatör Bernie Sanders gibi isimlerin öncülüğündeki Demokratik Sosyalist harekette gönüllü oldu, Trump karşıtı kampanyalarda görev aldı. Seattle, Demokratların çok güçlü olduğu, özellikle Cortez gibi sol kanat Demokratların oldukça etkin olduğu bir metropol. Türkçe bir Twitter hesabı olsa insan haklarından kimlik meselelerine, Trump’tan Türkiye’deki güncel tartışmalara fikirlerini paylaşsa büyük ihtimalle “woke”, “liboş” denilerek neredeyse her gün linç edilecek Nazillili Ayşenur’u tam olarak Seattle kenti şekillendirdi. Ayşenur, Demokrat Parti’nin sosyal devleti destekleyen, Filistin’in yanında duran, kimlik hakları konusunda ilerici ve kendisini demokratik sosyalist olarak tanımlayan yeni genç kuşaklarından biriydi.
Ayşenur aynı zamanda Amerikalı Müslüman topluluklarda da görev aldı. Wasat adlı topluluğu şu cümleyle tanımlamıştı: “Benim için hasat demek ümmet demektir. Allah’a tam teslimiyetle yolculuğumu desteklemem gerekiyor. Birbirimizi doğru yolda desteklemeye adanmış bir topluluk.”
Ayşenur Linkedin hesabında kendisini şu cümlelerle anlatmış: “Washington Üniversitesi’nden Orta Doğu Dilleri ve Kültürleri yan dalıyla Psikoloji mezunu. Mentorluk, davranışsal terapi ve pazarlama alanlarında güçlü bir temele sahibim ve toplum hizmetine derin bir bağlılığım var. Mesleki deneyimlerim arasında öğrencilere akademik başarı için rehberlik etmek, otizmli çocukları desteklemek için ABA tekniklerini uygulamak ve hizmet sektöründe etkili pazarlama stratejileri oluşturmak yer alıyor. Gönüllü çalışmalarım, etkinlik koordinasyonundan yetersiz kaynaklara sahip topluluklarda rehabilitasyon desteği sunmaya kadar hem yerel hem de uluslararası alanda bir etki yaratmamı sağladı. Olumlu bir etki yaratma tutkusuyla hareket ediyorum ve sürekli olarak öğrenmek, büyümek ve anlamlı projelere katkıda bulunmak için fırsatlar arıyorum.”
Ayşenur üniversitede Gazze için eylem yapan öğrenci gruplarından mentorluk programlarına çok sayıda gönüllü çalışmada görev aldı. Gazze için eylem yapan üniversite öğrencilerini temsilen okul yönetimiyle görüştü, arkadaşlarının talepleri doğrultusunda Gazze’den gelen öğrencilere özel bir burs programının kabul edilmesini sağladı. Filistin kökenli öğrencilerin hikayelerini daha çok insana ulaşması için çabaladı, herkesi karşısına alıp dinledi.
Üniversitedeki hocaları ise Ayşenur’u gazetecilere anlatırken bugünleri görse “sadece ABD vatandaşı olduğu için manşetlere taşındığını” görmesi durumunda şimdiye dek katledilen Filistinliler nezdinde utanacağını belirtmiş. Arkadaşlarının, ailesinin ve hocalarının anlattığına göre katledilmesinden bile mahcubiyet duyabilecek kadar geniş yürekli vicdanlı bir genç.
Fakat maalesef bu mahcubiyete pek gerek kalmadı. ABD hükümeti, Ayşenur’un katledilmesi karşısında henüz büyük bir tepki vermedi.
Ayşenur Amerikan vatandaşı mı, yoksa “Türk kökenli” Amerikan vatandaşı mı?
Hamas’ın elindeki ABD vatandaşı rehinelerden Hersh Golberg-Polin katledildiğinde Acil Durum Odası’nda kabinesiyle birlikte toplanan Biden yönetimi, Ayşenur’un katledilmesinin ardından bir tweet dahi atmadı. Kritik bir başa baş seçimde Amerikalı Müslümanların oyuna Michigan gibi eyaletlerde muhtaç olan Kamala Harris, sosyal medya hesabından baş sağlığı mesajı yayınlamadı. Tepki veren Harris’in dış politika danışmanı Phil Gordon oldu.
İsrail medyası dahi Ayşenur’un İsrail ordusu tarafından öldürüldüğünü yazarken birçok yabancı medya kuruluşu pasif bir dil kullandı, failin adını manşetlerinde zikretmedi.
Neredeyse sadece Demokrat Parti’nin Filistin konusunda hassas olan genç ve sol eğilimli siyasetçileri kınama mesajı yayınladı. Birçok solcu genç sosyal medya kullanıcısı ise haber sitelerinin “Türk kökenli” vurgusuna tepki gösterdi. Ortadoğu kökenli olmayan, fakat Avrupa’dan gelen bir Amerikalı olsaydı kökenin vurgulanmayacağını, Ayşenur’un ölümünün normalleştirilmesi için Türk vurgusunun yapıldığını ileri sürdü. Birçok isme göre ortalama bir Amerikalı Türkiye gibi Doğu’daki ülkeleri bu tür talihsiz olaylarla özdeştirmişti. Etnik köken vurgulanarak “bizden biri öldürüldü” şokunun etkisi kırılmaya çalışılıyordu.
Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ise İsrail’in soruşturma sonuçlarını beklediklerini açıklamakla yetiniyor.
Ayşenur’un katilleri, kendi kendilerini soruştururken ABD kamuoyu nezdindeyse Filistin, özellikle Batı Şeria’daki sessiz soykırım ve işgal yeniden gündeme geliyor.
Ayşenur, neden kendini feda etti?
Ayşenur, üniversite mezuniyetinden sonra önce Türkiye’ye, ardından Gazze’ye giderken kendisiyle vedalaşan Amerikalı hocası “bence gitme, güvenlik açısından riskli” diyerek kendisini uyarmıştı. Fakat Ayşenur da Rachel Corrie gibi bu riski alarak, hatta tam da bu risk için Batı Şeria’ya gitmişti.
Amerikalı aktivistler, İsrail tarafından katledilen, evleri yıkılan, sürülen, topraklarına, zeytin ağaçlarına el konulan Filistinlileri dünyanın gündemine taşımak için Batı Şeria’ya gidiyor. Zira İsrail ordusunun katlettiği Filistinliler dünyanın pek dikkatini çekmiyor. 7 Ekim’den bu yana Hamas’ın etkin olmadığı Batı Şeria’da yaklaşık 700 Filistinli katledildi. Daha bu hafta sadece pencereden dışarıyı izleyen küçük bir kız çocuğu kafasından vurularak öldürüldü.
Amerikalı aktivistler tam da bu sessiz onay nedeniyle adeta canlı kalkan olmak amacıyla Batı Şeria’ya gidiyor, yıkım ekiplerinin önüne geçiyor, gösteri yapan Filistinlilerin yanında durarak İsrail ordusunun gözünü korkutuyor. Herhangi bir Amerikalının İsrail tarafından katledilmesinin yaratacağı diplomatik krizi her defasında hatırlatarak İsrail ordusunu caydırmaya çalışıyor.
Nitekim İsrail ordusu tarafından katledilen ABD vatandaşları Şirin Ebu Akile de Rachel Corrie de dünya medyasının, kamuoyunun dikkatini çekmiş, bu konu hakkında konuşmayı tercih etmeyen neredeyse bütün Amerikalı siyasetçileri demeç vermeye zorlamıştı. Özellikle İsrail’in Filistin’in yanında duran ABD vatandaşlarını sistematik bir şekilde infaz etmesi kamuoyundaki İsrail algısını kırmıştı. Bu aşamaya gelinmese bile Amerikalı aktivistlerin varlığı en azından Betia’daki işgalci nobranlığın ivmesini kesmiş, yeni yerleşimlerin yapılmasını yavaşlatmış, özellikle medyanın bölgeye odaklanmasını sağlamıştı. Zira Amerikalı aktivistler İsrailli Yahudi aktivistlerle de iş birliği yapıyor ve eylemlerin çeşitliliğini arttırıyordu.
Aynı zamanda Amerikalı aktivistler, İsrail’in “bu savaş medeniyetler, dinler arası bir çatışma, Amerikalılar ve Batı İsrail’i desteklemeli” gibi argümanlarını da yerle bir ediyor. Sadece Müslümanların veya Filistinlilerin değil, haklının yanında yer alan herkesin İsrail’in hedefinde olduğunu gösteriyor, İsrail’in yeri geldiğinde ABD vatandaşlarını dahi katledebileceğini hatırlatıyor.
Ayşenur, Amerikan üniversitelerindeki kampüs gösterilerine katılan kefiyeli öğrencilere klavye başından “Madem Filistin’i destekliyorsunuz gidin o zaman” yazanları utandıracak şekilde Filistin’e gitmiş, kendisini feda ederek Beita’yı dünya gündemine taşımıştı.
Fakat Ayşenur’un daha önce katledilen Şirin ve Rachel’den bir farkı vardı. Hem Türkiye hem ABD vatandaşıydı. Şirin Ebu Akile, her ne kadar Filistin vatandaşı olsa da arkasında durabilecek etkin bir devlet yoktu. Rachel’in ise kendisini unutan hükümeti dışındaki tek dayanağı yılladır protestolardan vazgeçmeyen ailesiydi.
Ayşenur’un ise en azından İsrail uğruna kendi vatandaşlarının hesabını sormaktan çekinen ABD’nin yerine hakkını sorabilecek başka bir ülkesi var.
Ayşenur’a borcumuz
Ayşenur için Türkiye olarak yapacak çok şeyimiz var. Her yıl sadece Türklerin katıldığı pahalı balolar düzenleyen Amerikan Türk dernekleri, Türk kökenli bir Amerikalı olan Ayşenur için kampanya başlatabilir, bağış kampanyalarıyla Amerikalı siyasetçilerin dikkatini çekebilir, uzun soluklu bir kamuoyu ve medya seferberliği başlatabilir.
Amerika’da çalışan ünlü Türk kanaat önderleri, sanatçılarımız, akademisyenler Ayşenur’un isminin unutulmaması için yaptıkları çalışmalara Ayşenur’u dahil edebilir. Ayşenur’un hayatını, mücadelesinin filmleştirilmesini, ismini ölümsüzleştirilmesini Filistin’i bugüne kadar gündemine almamış Hollywood’dan beklemek saflık olur.
Ayşenur’un hakkını savunacak olan Human Rights Watch, Amnesty International gibi insan hakları örgütleriyle Türk avukatlar iş birliği yapabilir, Amerika ile bağları olan zengin iş insanları bu tür girişimleri destekleyebilir, farklı görüşlerden uzmanlardan, hukukçulardan, emekli diplomatlardan ve saygın isimlerden oluşan bağımsız bir komisyon ABD’de kamusal diplomasi faaliyeti yürütebilir.
ABD’deki farklı hukuki dayanaklar kullanılarak çeşitli davalar açılabilir, Amerika’nın Ayşenur’un ölümünden sorumlu olan askerlere yaptırım uygulaması için özel bir baskı grubu kurulabilir. Emri verenden tetiği çekene Ayşenur’u katleden faşist sürüsünün kimliklerinin tespiti için özel bir çalışma yapılabilir.
Amerika’daki gazeteciler Ayşenur’u sorularından eksik etmeyebilir, New York Times gibi gazetelerde tam sayfa ilanlar, özel köşe yazıları yayınlanabilir.
Ayşenur hakkında hazırlanan belgeseller, kısa filmler özel etkinliklerle Amerikalı gazetecilere, oyunculara gösterilebilir, siyasetçileri etkilemek adına özel diyaloglar kurulabilir.
Kısacası bir sürü şey yapılabilir. Yapılmalı da. Zira Ayşenur’un kendini feda ettiği mücadelesini yaşatması için Türkiye’den başka bir çaresi yok.
Fakat bütün bu girişimlerin işe yaraması, sonuç vermesi için öncelikle Ayşenur’un bize bıraktığı mirasın terekesindeki borcumuzu ifa etmemiz gerekiyor. Ayşenur’un terekesi ise bugüne kadar savunduğu değerler.
ABD’de, dünya kamuoyunda Ayşenur’a sahip çıkmak için savunduğumuz ilkeleri, başvurduğumuz hukuk kurallarını sözümüzün ağırlığı için kendi ülkemizde eksiksiz bir şekilde uygulamamız; Ayşenur yaşasaydı özgürce çıkıp fikirlerini eksiksiz bir şekilde söyleyebileceği bir medyanın yeşermesine imkan vermemiz, tweet attığı zaman “İrancı”, “ajan”, “woke”, “liboş” diye yaftalanamayacağı sağlıklı, hoşgörülü ve hür fikri önceleyen bir kamusal alanı oluşturmamız, Filistinli yetkililerin Ayşenur’un katledilmesinin ardından hemen cinayete ilişkin delilleri ilettiği Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin olası bir kararını desteklemek için öncelikle Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamamız, Ayşenur’un barışçıl bir gösteri sırasında katledilmesini dünyanın yüksek sesle kınaması amacıyla çıktığımız ikna turlarının işe yaraması için kendi meydanlarımızdaki gösteri ve yürüyüş haklarının eksiksiz bir şekilde korumamız gerekiyor.
Borcumuz sadece Ayşenur’a veya bu değerler doğrultusunda mutluluk ve refah içinde yaşamak isteyen kendi vatandaşlarımıza da değil.
Batı, İsrail uğruna bugüne kadar savunduğu, tekelinde gördüğü demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi değerleri bir kenara itip tekmelerken; milyonlarca insan karamsar bir hevesle bu değerlerin sancağını düştüğü yerden alıp kaldıracak birilerini arıyor.
Güney Afrika’nın açtığı soykırım davasının bu kadar ses getirmesi, İrlanda’nın, Norveç’in, İspanya’nın dünya kamuoyunun takdirini alması boşuna değil.
Ayağa düşen demokrasi, insan hakları ve hukuk sancağını Batı’ya inat yerden kaldırmak, içini boşaltmadan bu değerleri sahici bir şekilde benimsemek sadece Ayşenur’a sahip çıkmak için değil, İsrail’in bombaladığı ezberlerini yitiren, pusulasız kalan dünyaya da borcumuz.
Sadece Ayşenur için değil, dünya için de bu sancağı düştüğü yerden kaldırmak zorundayız.
Geçmişte yaptık, istersek yine yaparız. Formül basit. Geçmiş reformları hatırlamak dahi yeterli. Zor değil.
Fakat Ayşenur’ların unutulmasını istemiyorsak biraz hızlı hareket etmemiz, Ayşenur’un uğruna kendini feda ettiği değerleri yeniden yeşertmemiz gerekiyor.
Kolları sıvayıp bir an önce işe koyulmalı. Türkiye normalleşmeli. Sözünü geniş coğrafyalara dinleten, Ayşenur’lara sonuna kadar sahip çıkabilecek yepyeni bir hikaye yazmalı.
Ayşenur’un kanı yerde kalmamalı. Gölgesinde son nefesini verdiği zeytin ağaçları kurumamalı.