Yakup Kadri’nin, meşhur Zoraki Diplomat (İletişim Yayınları) kitabını okudum, ikinci defa. Bu kitabı, her zaman çok sevmişimdir; Hollanda beziyle ciltletmiş, mutena bir yerde, her an gözüme çarpacak şekilde muhafaza etmişimdir. İçeriği kadar başlığıyla da sevilen bir kitap bu. Bazı kitapların başlığı kendisinin önüne geçer ya, bu da onlardan. İçinde ne yazarsa yazsın, kayıtsız kalamazsınız.
Yakup Kadri, kitapta yer alan yazıları, Cumhuriyet gazetesinin sütunlarında ilk neşrettiği yıllarda, toplumdan ve bürokrasi çevrelerinden beklediği ilgiyi görememenin şaşkınlığını ifade ederken, bu başlık konusuna da değinir: “Ve işin asıl tuhaf tarafı, okurlarımdan çoğunun dikkat ve merakını yazılarımın tahlil ve tetkik mevzuunu teşkil eden vakıalardan çok daha ziyade başlığının çekmiş olmasıdır.” (s.342).
Diplomasinin, artık işe yaramadığı ve bütünüyle istihbarat oyununa dönüştüğü bir zamanda bu kitabı yeniden okumak, olan biteni farklı açılardan düşünmemize yardımcı oluyor. Korkudan ve güvensizlikten -ve de yetersizlikten!- beslenen “istihbaratçı diplomasi”nin, ülkeleri nasıl sonu gelmez savaşlara sürüklediğine, dış politikayı bütünüyle güvensizlik üzerine kurmanın yüzeyselliğini perdelemek için başvurulan hamasetin nasıl da en haklı davalardan bile insanları uzaklaştırdığına şahit oluyoruz. Bilmek gerekir ki kendisini istihbaratın sorgulanamaz, tek boyutlu kılavuzluğuna kaptırmış diplomasiden barış çıkmaz. Ortalıkta tek bir düşman kalmasa dahi o, kendisine savaşmak için yel değirmenleri arayacak ve de bulacaktır çünkü. Diplomasi, sivil ve güvene dayalı bir iştir, bütün dünya güvensizlikten kan ağlasa bile. Diplomasi, bir barış oyunudur her şeyden ziyade.
Bu anlamda, denebilir ki, Yakup Kadri’nin kitabı, tam bir hamaset karşıtlığı içeriyor ve barışı esas alıyor. “Gizemli diplomasi”nin karşı kutbunda yer alıyor ve kartları açık oynamayı seçiyor. İnsanlara ve halklara güveni esas tutuyor. İnsana ve insanlığa her koşulda inanıyor. Diplomasinin -istihbarat denilen gizemli heyulanın tam aksine- derin bir tarih, köklü bir kültür, engin bir birikim ve sanatsal bir yaratıcılıkla yapıldığı takdirde ancak, politika denilen görünmez gücün tam bir kavrayışla anlaşılabileceğini, güvensizliğin yerini güvene ve savaşların yerini hakiki bir barışa bırakabileceğini anlamamızı sağlıyor. Onun diplomasisi, olması gerektiği gibi, hiçbir halkın düşman olmadığı şiarına dayanıyor. Diplomasinin gerçekten işe yaraması için olan biten sıcak olaylara her zaman biraz dışarıdan, biraz geriden bakabilmenin hayati olduğunu anlatıyor.
Meslekten diplomatların çoğunun, bu kitaptan hoşlanmadıkları, bir sır değil. Nihat Dinç’in, Gönüllü Diplomat’ı (İthaki Yayınları) ya da Ali Tuygan’ın, Gönüllü Diplomat: Dışişlerinde Kırk Yıl (Şenocak Yayınları) gibi, meslek hatıralarını içeren kitaplar, bir bakıma bu kızgınlığı gösteren nazireler. Meslekten olmak önemlidir elbette. Bu, yalnızca kişisel bir tecrübe ve uzmanlık getirmekle kalmaz aynı zamanda kurumsal bir birikimin üzerinde hareket etme imkânı verir. Diplomatlık mesleğinin, salt bireysel bakış açısıyla yapılabilir bir iş olmadığını bilmek gerekir. Fakat, meslekten olunca da sert özeleştiriler görmek son derece zor oluyor, nedense. Belki de diplomasinin, her şeyi estetize eden sunuş biçimi kendi eksikliklerini görmeyi engelleyen bir etki yapıyordur, kim bilir. Ya da, uzun yıllar gerçeği tanınmaz hale getiren resmi ağızlara fazlaca bakma, bir süre sonra kendilerinde de bir itiyada dönüşüyordur.
O nedenle, Yakup Kadri haklı; zira, bütün bu meslek anılarında hep, bir dönemin önemli olaylarını, büyükelçilerimizin bulundukları ülkelerin sosyal, kültürel ve siyasal durumlarını, hadi biraz da meslekle ilgili “acı-tatlı” yaşadıklarını, estetize edilmiş, yaldızlanmış biçimde, öğrenmekle kalıyoruz. Sürekli olarak, ne büyük hizmetlerde bulunduklarını anlatıyorlar -anlatıyorlar ki dersler çıkarılsın ve devletimiz, âli menfaatlerini daha güçlü şekillerde korusun, gelecek kuşakların uyanık olmaları sağlansın!- ve bir şeylere “ışık tutuyorlar” ama o ışık, bir türlü mesleklerine, kurumlarına ve devletin işleyişine -bir kelimeyle kendilerine gerçek manada dönmüyor.
Ne kadar eleştirel yaklaşsalar da ustalıkla yapılan “güzellemeler” işin sonunda diplomatlık mesleğine ve devletin “bilgeliği”ne -kendi kendilerine mi demeli!- toz kondurmuyor. Meslekten olmak, doğası gereği mesleği her türlü durumda savunmak gibi, iyi mi kötü mü olduğu tartışmalı bir sonuç doğuruyor. Ve ne kadar allı pullu olursa olsun, bu tür kitapların içinde çok temel bir eksik oluyor: halk. Hem temsil edilen hem de hatıralarda her türlü detayıyla ele alınan ülke halklarındansa, büyük devlet adamları, önemli olaylar, dönemin büyük hadiseleri dolduruyor sayfaları. Belli ki devlet işlerinde fazla gönüllü olmak pek de iyi bir şey değil. Fazla gönüllülük, hiçbir şeyi köklü şekilde değiştirmeyecek olmanın baştan kabul edilmesinin bir tür beyanı gibi. O nedenle, yalnızca diplomaside değil, devletin her köşesinde, şimdilerde gördüğümüzün tam aksine, koşarak göreve gitmeye hazır olanlar değil gönülsüz ve hatta zoraki görev alacak insanlara çok ihtiyacımız var; Ama, onlardan var mı?
Yakup Kadri, kendisine ilk olarak elçilik teklif edildiğinde -ki bizzat Atatürk istemiştir! – “küçülmüş” hissettiğini yazar. Şüphesiz, teklif edilen görevin yüce ve değerli olup olmamasıyla ilgili değildir bu durum. Kendisini, o kadar bağımsız ve sadece kaleminin peşinden giden biri olarak görmektedir ki hangi düzeyde olursa olsun, devletin memuru haline gelmek bir noktadan sonra artık düşünen olmaktan çıkıp salt uygulayana dönüşmek anlamına gelecektir. Emirler alacak, üstleri olacak, her düşündüğünü düşündüğü gibi yazamayacaktır. Kafa bağımsızlığını kaçınılmaz olarak kaybedecek, giderek yaratıcılık yerini rutin tekrarlara bırakacaktır. Bu ise bir yazarın, hele ki etkili dergiler çıkaran, dönemi için entelektüel bir kanaat önderi sayılan birinin ölümü demek olacaktır. Sahi, şimdilerde böylesi bir teklifi reddedecek kaç yazar tanıyoruz? Bu ulvi göreve talip olmayacak, bunu yazarlık şerefine yediremeyecek kaç kişi biliyoruz?
Yakup Kadri, kitabın sevilmeme nedeni olan, “Elçiye zeval olmaz derler ama…” başlıklı giriş bölümünün başında bu durumu şöyle anlatır: “‘Devlet mansıbı’ denilen şey, niçin, birçok kişinin hırsını kurcalar, bilmiyorum. Bana ilk defa, ‘İkinci derece ortaelçilikle Tiran’a tayininiz kararı tasdikten çıkmıştır. Mütemmim muamelelerin ikmali için Zat İşleri Müdürlüğü’ne müracaat ediniz, dedikleri vakit, düştüğüm ruh hali yalnız bir ‘eksiklik kompleksi’nden ibaretti. Kendi gözümde kendimi birdenbire o kadar küçülmüş, o kadar şahsiyetsizleşmiş ve kendi mukadderatım o kadar başkalarının emrine bağlanmış hissettim ki, az kalsın, ‘ben bu işten vazgeçtim,’ diye haykıracaktım.” (s.39).
Haykırmaz elbette, emir büyük yerdendir ve çıkardıkları Kadro dergisi dönemin partili önde gelenlerini fazlasıyla rahatsız etmektedir. Biraz uzaklaşması en yüksek düzeyde istenmektedir. İstemeyerek de olsa Tiran’ın yolunu tutar. Çıkarmakta olduğu Kadro dergisinin ana konusu, dar ve sınırları baştan çizilmiş şekilde bakmaya alışmış, korformist bürokratik elitlerle istenilen inkılapların gerçekleştirilemeyeceği iken bir anda kendini kendi dergisinin konusu haline gelmiş bulur: “Bir muhasebeci, ayın otuzunda vazifeme başlayamazsam aylığımın kesileceğini ihtar ediyordu. Ben, artık, bütün hareket serbestliğimi kaybedip kendimi bürokrasi denilen mengenenin paslı silindirine kaptırmıştım.” (s.40).
Zoraki Diplomat, bu nedenle, pek çok açıdan çok önemli bir kitaptır. Devlet körlüğü denilen ve bugün de kurumların içinde fazlasıyla kendini belli eden, yaratıcılıktan ve zannettiklerinin tam aksine halktan uzak kişilerin vasatlıklarını kapatmak için başvurdukları yol ve yöntemleri görmemizi sağlıyor. Kurumların içinden gelen tecrübeli isimlerin sert eleştirilerine, su kadar, hava kadar ihtiyaç olduğunu anlatıyor. Aksi halde, bürokratik bir bağnazlık, her türlü mesleğin şerefini ayağa düşüren bir etki yapıyor.
Zoraki Diplomat, önce kendi halkını ve sonrasında karşı halkları gerçek anlamda ruhuyla anlayabilmenin, diplomasinin en önemli şartı olduğunu göstermeye çalışıyor. Yakup Kadri, burada mesleki bir deformasyon, bir bağnazlıktan söz ediyor ve bu durum, diplomatla halkın arasını açıyor: “Fransızların ‘esprit de caste’ ve ‘deformation professionnelle’ dedikleri sınıf zihniyeti ile mesleki çarpıklık çekirdekten yetişme diplomatların büyük bir kısmını toplumlardan öylesine ayırmış ve aşağı halk tabakalarının mukadderatına öyle bir yüksekten veya tersinden bakmağa alıştırmıştır ki, bunlar, kendi başlarını sıkıntıdan kurtarır veyahut neticesi şüpheli herhangi bir geçici hal çaresi bulurken temsil ettikleri devlet ve milletin hak ve menfaatlerini korumuş oldukları zannına düşebilirler.” (s.348).
Yakup Kadri, deyim yerindeyse “halkçı bir diplomasi” yapmaya ve bunu, meslekten diplomatlığın tam karşıtı olarak konumlandırmaya çalışır. Tiran’da örneğin, halkla iç içe olmaya, uzak köylere ve kasabalara giderek “gerçek” yaşamı ve halkın ruhunu kavramaya uğraşır. Çünkü, buna dayanmayan bir diplomasinin ne kadar yaldızlı ya da ne kadar istihbarata dayalı olursa olsun, hakiki sonuçlar üretmeyeceğine kanidir. Arnavutluk’un dışarıdan görünen “zillet” haliyle altta yatan gerçeklik arasındaki farkı romantik bir dille şöyle anlatır: “Evet, milletin tortusu, bir vakitler bizde olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o, elleri, yüzleri tertemiz altın başlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görünmez hale gelmişti.” (s.71).
Sonrasında, Prag Büyükelçiliği (Ah, Ne çektin be Prag!), La Haye, Bern ve Tahran büyükelçilikleri yapar. Özellikle, Tahran’a dair yazdıkları, bugün yaşananları anlamak açısından oldukça önemlidir. Bu coğrafyanın insanının kendini kutsal ölümlerle ve acılarla var ettiğini, ıstıraptan çılgınca bir zevk aldığını yazar. İran’ın şiirini ve edebiyatını bilmeden diplomasisinin de bilinemeyeceğini çok iyi gösterir. Bu anlamda, bize hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen bir halkın onda bıraktıklarını okumak, benzeri meslekten hatıra kitaplarının neden eksik olduklarını anlamamız için yeterli kaynaktır.
Bugünlerde kimse hiçbir göreve zoraki gitmiyor belli ki. Herkes fazlaca gönüllü, pek bir hevesli ve aşırı istekli. Oysa diplomasimiz, pek zoraki: söylenmiş olması için söylenen sözlerden, sonuç getirmeyeceği baştan belli hamlelerden, derinliksiz görüş bildirmelerden, göstermelik kınamalardan ve samimiyetsiz yaptırımlardan oluşuyor. Belki de, sürekli saldıracak yel değirmenleri arayanlar için diplomasi, donkişotluktan ibarettir. Oysa koca bir halk için, bir şeref ve haysiyet meselesi!