Ana SayfaÖZEL HABERRÖPORTAJ | “Altı liderin ayrı ayrı vaat dile getirmelerinin toplamda bir heyecan...

RÖPORTAJ | “Altı liderin ayrı ayrı vaat dile getirmelerinin toplamda bir heyecan oluşturması mümkün değil”

“Şimdi hayali bir lider-seçmen diyaloğu düşünelim. Liderlerden biri bir yere çıktığında, ‘ben Türkiye’yi ekonomik krizden çıkartacağım’ diyor. Seçmen ona diyor ki ‘ben sana iktidar vermeyeceğim. Bu altılı masanın içindeki herhangi bir partiye iktidar vermeyeceğim. İktidarı, sizin toplamınıza verebilirim. Onun için bana tek başına ne yapacağını anlatma.’ Seçmen, ‘karşıma bir ittifak olarak gelecekseniz, ittifakı bir siyasi özne olarak görmek ve dinlemek isterim’ diyor.”

Reform Enstitüsü Direktörü Mehmet Ali Çalışkan’la yaptığımız söyleşinin altılı masanın geleceği ve Macaristan’ın altılı muhalefetinin başarısızlığından Türkiye’ye çıkarılabilecek derslere dair bölümlerini bugün yayımlıyoruz.

Serbest TV’de izlemek için:

Söyleşinin, Gezi Davası’nda çıkan kararlar sonrası iktidar ve muhalefetin tutumlarına dair bölümü için:

Muhalefetin altılı masasının “heyecan yaratmadığı” eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Muhalefetin heyecan meselesini şöyle yorumlayabiliriz, iktidarın yarattığı kaygıya karşılık gelecek bir heyecan üretemiyor. İktidar o kadar büyük bir kaygı yaratıyor ki Türkiye toplumunda, muhalefetin bunu karşılayabilecek ve değiştirecek bir heyecan yaratamıyor olması tabii ki sürekli bir yetersizlik olarak değerlendirilir. Ama ilişki çok asimetrik.

Altılı masa kolay kurulmuş bir masa değil. 2018’de İYİ Parti’nin seçime girmesinin engellenmesi için CHP’nin 20 milletvekili vererek grup kurmasını sağlaması ilk adımdı. Öyle bir kriz anında çok yaratıcı bir hamleydi ve bu ittifak kurulabildi.

Sonra 2018’de başarısız bir cumhurbaşkanlığı seçimi tecrübesi geçirdiler. Bu ittifaka bir şeyler öğretti bana kalırsa. Oradan öğrenilmiş ders 2019 seçimlerinde tekrarlanmadı.

2019’daki başarı bu ittifakın büyümesini sağladı. Bu büyüme henüz bir seçim ittifakına dönüşmüş değil, stratejik ittifaka hiç dönüşmüş değil. Şimdilik sadece güçlendirilmiş parlamenter sistem ekseninde kurulmuş bir mutabakat ve bu mutabakatın kapsadığı birtakım demokratik açılımlar ekseninde yürüyor.

Şu ana kadar iki şey üzerinde anlaşılmış görünüyor; güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş ve bir ortak cumhurbaşkanı adayı olacağı. İttifak dediğimiz şey şimdilik bu kadar ve bu ikisinin de toplumda heyecan yaratma potansiyeli henüz yok.

Güçlendirilmiş parlamenter sistem metni, düşünce dünyası açısından bakıldığında beklentilerin çok ötesinde bir demokratik metin olarak ortaya çıktı. Beklenen sadece bir hukuki geçiş metniydi. Ama metin, siyasi partilerden sivil topluma, toplumsal cinsiyet eşitliğinden kamu ihale kanununa geniş bir çerçeveye sahip demokratik bir içerikle ortaya çıktı.

Düşünce dünyasında bir etki yarattı ama siyaset dünyasında da bir etki yarattı. Cumhur İttifakı’nın bundan duyduğu rahatsızlık, seçim yasasının değiştirilmesi gibi hamlelere yol açtı.

Ama seçmen için mutabakat metni ya da henüz ilan edilememiş bir aday heyecan yaratma potansiyeli taşımıyor. Heyecan yaratabilmesi için iki gelişmenin olması gerekiyor.

Birincisi, bu masanın sadece sistem değişikliği yapacak bir masa değil iktidar değişikliğinin arkasından Türkiye’yi yönetebilecek bir iradeye sahip olduğunu kanıtlaması gerekiyor.

İkincisi de bu masa neye karar verirse versin bunları topluma anlatacak bir adaya sahip olursa heyecan yaratabilir.

Masadaki altı liderin ayrı ayrı bu masayı anlatmalarının toplamda bir heyecan oluşturması da çok mümkün değil. Çünkü toplum eninde sonunda iki adayın yarışına bakacak. İktidar olduklarında ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını, hangi kadrolarla yapacaklarını hepsini o aday topluma anlatacak aslında ve toplum onu dinlemeye açık olacak.

Bunlar oluştuğunda heyecan yoksa muhalefet seçimi kaybediyor demektir ama bugün bu heyecanın oluşmamış olması henüz bunu söylememize imkân vermiyor.

Ocak ayında Perspektif’te “Muhalefetin kazanma korkusu” diye bir yazı yazdınız. “Muhalefetin kazanma korkusu” ile kastınızı Serbestiyet okurları için de açıklar mısınız?

Cumhur İttifakı’na baktığımızda kazanma arzusu görüyoruz. Cumhur İttifakı’nın, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni bugünkü ideolojik çerçevede kurumsallaştırmak gibi bir vizyonu var. Yani bugünkü içe kapanmacı, bazen Avrasyacı, Batı’yla mesafeleri iyice açan bir çerçeveyi kast ediyorum.

İkincisi, Cumhur İttifakı’nın beka, güvenlik, ekonominin iç içe geçtiği bir gündemi ve hedefi de var. Üçüncüsü, bir adayı var. Dördüncüsü, Cumhur İttifakı’nı oluşturan bileşenlerin ittifaka sadakatleri var. Bunları tesis etmiş bir yapının kazanma arzusu vardır.

Millet İttifakı’nın henüz bir vizyonu yok. Parlamenter sisteme geçiş ekseninde kurduğu bir mutabakat var ama Türkiye’nin siyasi gerçekliği şu anda parlamentoda 360 milletvekiliyle bulunmasını mümkün kılmadığı için sistem değişikliğini de mümkün kılacak bir resim oluşmayabilir.

O zaman sistem değişikliğinden ziyade bugünkü ekonomik kriz, demokrasi krizi, adalet krizi gibi akut krizleri nasıl aşacağını anlatmaya ihtiyacı var ama bu konuda bir vizyon yok, hedef yok, gündem yok, aday yok ve ortakların sadakati de tesis edilmiş değil.

Kazanma arzusu olan bir siyasi yapının bunları çoktan geride bırakması gerekirdi. O zaman bu bize kazanma arzusunu anlatmıyor. Kazanmayla ilgili bir korkuyu, kaygıyı, endişeyi anlatıyor. Temel olarak kastettiğim şey buydu.

O yazınızda şu cümle geçiyor: “Seçmenler tek tek parti liderlerinden ziyade ortak bir ittifak iradesi tarafından verilen yanıtları duymaya daha açık.” Altılı masa, şu an bu söylediğinizi nasıl gerçekleştirebilir? Sonuçta liderler bir yere konuk olduklarında, bir konuşma yaptıklarında kendi programlarından ve kendi iktidarlarında yapacaklarından bahsediyorlar.

Şimdi hayali bir lider-seçmen diyaloğu düşünelim. Liderlerden biri bir yere çıktığında, “ben Türkiye’yi ekonomik krizden çıkartacağım” diyor.

Seçmen ona diyor ki “ben sana iktidar vermeyeceğim. Bu altılı masanın içindeki herhangi bir partiye iktidar vermeyeceğim. İktidarı, sizin toplamınıza verebilirim. Onun için bana tek başına ne yapacağını anlatma.” Bu şimdi seçmenin gündemi ve merakıyla, liderin yorumlaması arasındaki mesafeyi gösteriyor.

Seçmen, “karşıma bir ittifak olarak gelecekseniz, ittifakı bir siyasi özne olarak görmek ve dinlemek isterim” diyor.

Bu bakanlık paylaşımları tartışmalarıyla falan yapılabilecek bir şey değil. Bakanlık kimde olursa olsun, altılı masanın oraları yönetmek için ortak bir projeksiyonu, ortak bir hattı, ortak bir resmi var mı yok mu? Bu test edilecek.

Muhalefet bize hem “bu sistem bize ittifakı zorluyor, bu halde Türkiye’yi bir geçiş döneminde yönetmek zorundayız” diyor hem de geçiş dönemi olmuş bitmiş bir rekabet ortamında konuşulacak şeyleri konuşuyor ya da öyle bir zamanın üslubunda konuşuyor.

Yakın zamanda Reform Enstitüsü Macaristan seçimleriyle ilgili bir rapor yayımladı. Macaristan’da da altı muhalefet partisi iktidar partisine karşı ittifak halinde, ortak başbakan adayıyla seçime girdi ve başarısız oldu. Muhalefetin Macaristan’dan alacağı dersler var mı, bulgularınız nedir?

Macaristan ile Türkiye’nin hiç benzemeyen tarafları da var. Ama oradaki altı muhalefet partisinin daha önce beraber girdikleri bir yerel seçimlerde büyükşehirleri kazanması, daha önce genel seçimlerde aldıkları oyların toplamının Orban’ı geçiyor olması ve Türkiye’deki araştırma sonuçlarının da muhalefet partilerinin oylarının Cumhur İttifakı’nı geçtiğini göstermesiyle beraber düşününce Türkiye ve Macaristan örneklerini karşılaştırılabilir bulduk.

Düzenlediğimiz yuvarlak masa toplantısında şu yorumun çok öne çıktığını gördük: Macaristan muhalefeti, ekonomi ve istikrardan daha çok Orban’ın tesis ettiği rejimin değişikliğine yaslanan bir demokrasi talebi odağında propaganda yapınca Orban’ın seçim ekonomisi politikaları karşısında başarısızlığa uğradı.

Muhalefetin gündemiyle seçmen gündeminin örtüşmemesi, Orban’ın gündeminin seçmenin gündemiyle daha çok örtüşmesi bu yenilgiyi getirdi deniyor. Bunun Türkiye açısından önemli buluyorum.

Türkiye muhalefeti henüz ortak bir özne olarak seçmen gündemine uyumlu bir diyalog inşa edebilmiş değil.

İkincisi, Orban’ın rekabet kapasitesi yüksekti. Çünkü basit, anlaşılır mesajlarla seçmenle konuşuyordu ve güçlü bir adaydı.

Ama muhalefet Orban’ın karşısına dinamik bir rekabet yürütecek, uluslararası ilişkilerin ya da toplumun gerilimlerini iyi anlayan ve duygu bağı kuran birini çıkaramayınca rekabet çok asimetrik hale geldi. Çok güçlü bir Orban kampanyasına karşı zayıf bir muhalefet adayı kampanyası çıktı.

Muhalefetin adayı Marki-Zay’ın ortaya çıkışı da ilginç. Orada da bir Türkiye benzetmesi yapabiliriz.

Macaristan’daki muhalefet ittifakı, aday belirleme ve parlamenter listelerinin belirlenmesi konusunda enerjisini o kadar kendi iç rekabetine harcadı ki buradan güçlü bir stratejiyle çıkamadı. Aday tartışmaları o kadar büyüdü ki ortak aday için de parlamenter listeleri için de önseçimlere gidildi.

Bu önseçimden de, birtakım birinci ve ikinci tur hesaplarının ardından dinamik rekabet kapasitesi olan daha güçlü bir adayın çıkması beklenirken; muhalefet partilerinin aralarındaki küçük ittifaklarla birlikte güçlü bir aday yerine sembolik bir aday, Marki-Zay ortaya çıktı.

Adayın profili bir yana bu adayın belirlenme süreci, ittifakın iç rekabetine harcanan bir enerji olduğunu gösteriyor.

Şu an Türkiye’de de bir benzerini yaşıyoruz. Adayın belirlenmesi için yürütülen muhalefet içi rekabet o kadar yükseliyor ki, bu yükseklik enerjinin içerideki bir rekabete harcanmasına neden oluyor.

Bizde daha milletvekili listeleri tartışılmaya başlanmadı bile. Hangi şehirde kim birinci sırayı alacak gibi tartışmalar başlamadı. Seçim yasasındaki değişiklik de bunu biraz hedeflemiş gibi görünüyor.

Yani muhalefetin iç rekabetini maksimize edersem dışarıda benimle rekabetini de minimize etmiş olurum hesabı olabilir. Çok da mantıklı bir hesap gibi görünüyor.

Macaristan meselesinde çok tartışılan bir konu da şuydu. Rusya’nın Ukrayna işgali başlayınca Orban, tıpkı Erdoğan gibi arabulucu bir role, Rusya’yla ilişkileri koparmayan, Avrupa’dan farklı bir role giriyor.

“Macaristan’ı barış içinde ve tehditten uzak tutmak için bunu yapmam lazım” diyor.

Muhalefetin adayı, aynı konuyu basın kendisine sorunca “Biz Ukrayna’nın yanındayız. İktidara gelince de Ukrayna’ya askeri yardım, silah yardımı yapacağız” diyor. “Asker gönderir misiniz” sorusuna da “göndeririz” diye karşılık veriyor.

Bunun üzerine Orban, kampanyayı “barış isteyen Orban” ile “Macaristan’ı savaşa sokmak isteyen Marki-Zay” arasında bir tansiyona sürüklüyor, seçmeni de bu ikisi arasında tercih yapmaya sürüklüyor.

Bu bize şunu söylüyor. Kampanya sırasında çıkabilecek bir krize karşı muhalefetin refleksleri ne kadar güçlü?

Bütün enerjisini içerideki rekabete harcamış bir muhalefetin, dışarıdaki asıl rekabette reflekslerinin zayıfladığını görüyoruz.

Türkiye’de de pekâlâ böyle sürprizlerle karşılaşabiliriz. Seçim kampanyası statik bir ortamda olmayacak. Çok dinamik bir ortamda olacak. Çeşitli sürprizler olacak. O sürprizlerde nasıl refleks göstereceği muhalefetin iç uyumuna bağlı olacak.

İç rekabetin bir başka dinamiği daha var. Biraz önceki soruyla da çok bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Macaristan’da muhalefet içi rekabet öyle bir noktaya geliyor ki ortak bir hat kurulamıyor.

Ortak ekonomi politikası öneremiyor seçmene. Dış politikada da ciddi bir şey öneremiyor.

Ne öneriyor? Orban döneminin antidemokratik uygulamalarını ortadan kaldırmayı vaat eden bir Orban karşıtlığı öneriyor. Çünkü muhalefet ittifakı adayının elinde bir tek bu malzeme kalıyor. Muhalefet ittifakı uyumlu bir birliğe dönüşmediği için. Bu pekâlâ bizim Türkiye’de de muhalefet ittifakının risklerinden birini oluşturuyor.

Bir başka başlık da şu: Orban seçim kampanyasına muhalefetten 8 kat fazla kaynak ayırdı. Bu kaynaklarla birlikte bir seçim ekonomisi uyguladı ve bir ekonomik iyileşme de yarattı.

Sosyal yardımları arttırdı, çeşitli ücret zamları geldi. Pekâlâ aynı sürece girebiliriz. Türkiye’de bir seçim ekonomisi süreci yaşayabiliriz bu tip uygulamalarla. Öyle olursa muhalefetin elindeki en önemli malzemelerden birisi kaybolabilir.

Ekonomik kriz, otoriter sistemlerle yönetilen ülkelerde muhalefet için her zaman bir fırsat değildir. Hatta ekonomik kriz, otoriter yönetimler için seçmeni ikna aracına dönüşebilir diye değerlendirmeler de yapılıyor. Türkiye muhalefetinin önünde bir mesele olarak bunun da durduğunu düşünüyorum.

- Advertisment -