Ana SayfaHaberlerAnalizANALİZ - Batı Türkiye’yi bıraktı mı?

ANALİZ – Batı Türkiye’yi bıraktı mı?

Oral Çalışlar, son haftaların öne çıkan tartışmasına Serbestiyet’in sorularını cevaplayarak katıldı: “AB bugün de demokrasi ve insan hakları konusunda eleştirel bir tutum gösteriyor. AB yönetimi, Avrupa Konseyi’nde, Avrupa Parlamentosu’nda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, insan hakları ihlâlleri başta olmak üzere bütün otoriter uygulamaları eleştiriyor. Tutum alıyor.”

Serbestiyet: Avrupa Birliği, geçtiğimiz yılın Ekim ayından itibaren Türkiye ile arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemek üzere “pozitif gündem” hedefiyle ve fakat aynı zamanda yaptırım imalarıyla bir dizi toplantı düzenledi. Nihayet iki en üst düzey yetkilisini Ankara’ya gönderdi ve iki temsilci Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü. Görüşmede temsilciler insan hakları ve demokrasi konusunda endişelerini belirtseler de esasen Doğu Akdeniz, göçmenler gibi Avrupa’nın stratejik meselelerini öne çıkardıkları görüldü. Bütün bu süreç, yaygın bir biçimde Avrupa’nın Türkiye’deki demokrasiyi artık umursamadığı ve ilişkiyi salt kendi stratejik yararları doğrultusunda kurguladığı biçiminde yorumlandı. Bu tartışmaya sizin nasıl yaklaştığınızı öğrenebilir miyiz?

Oral Çalışlar: Sözünü ettiğiniz tezi ben de şöyle özetleyebilirim: “Avrupa Birliği ve de ABD, Türkiye’de insan hakları ve demokrasi sorununu ciddiye almıyor. Artık Türkiye’ye bir AB adayı muamelesi yapmaktan vazgeçmiş durumdalar. Mısır’a nasıl bakıyorlarsa Türkiye’ye de öyle bakıyorlar. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, Libya’da bayrak sallamaktan vazgeçip daha düşük bir profil göstermesi onlar için yeterli.  Göçmenleri de alınca sorun kalmıyor.”

Tabii bu tezin kaçınılmaz ek iddiaları da var. “Eğer AK Parti iktidarı akıllı davranırsa, otoriterleşme uygulamalarından vazgeçmeden hem ekonomiyi düzeltebilir, hem de otoriter rejimi sağlamlaştırabilir.”

Yani, Türkiye Mısır gibi olabilir.

Son cümleden başlayarak neden bu tezin gerçeklerle uyuşmadığını söylemek isterim. Türkiye’de ekonominin topallamasıyla siyasetin otoriterleşmesi birbirine paralel olarak yürüdü. Siyaset açmaza girip sertleşirken bu dış politikaya da yansıdı; içeride demokratikleşme tersine işlerken ekonomi de gerilemeye başladı. Yani Türkiye örneğinde baktığımız zaman, ekonomiyle demokrasi arasında sıkı bir ilişki olduğunu söylemek mümkün.

Ayrıca, her ülkenin nasıl bir rejimle yönetilebileceği, o ülkenin ekonomik gelişmişliğine, siyasi tarihine, sosyal yapısına vb. bağlı olarak şekillenir. Türkiye 70 yıllık çok partili pratiğiyle önemli bir birikime sahiptir. Bu ülkede 1876 yılında parlamento kuruldu. 150 yıllık bir tecrübe. Sivil bürokrasisi ve askeri bürokrasisi bir imparatorluktan mirastır; ciddi bir meşruiyet geleneği vardır. Ayrıca, kapitalizmin bu ülkedeki gelişme düzeyi ve sivil toplumun büyüklüğü, giriftliği, karmaşıklık düzeyi, geniş bir temsil yelpazesine karşılık gelir. Bu yelpazenin ihtiyacını ancak bir parlamento karşılayabilir. Beş kişilik konseyler veya daha da dar merciler karşılayamaz.

Bu nedenle Türkiye’de darbeci, “En yakın zamanda serbest parlamenter rejime döneceğim” demek zorunluluğunu hisseder. Üç seneden uzun bir süre iktidarda kalan darbe yönetimi olmadı.

“Türkiye’nin yüzü Batı’ya dönük” sözünün de bir anlamı vardır

27 Mayıs 1960 darbesi bu açıdan incelenmeye değer. 1950-1960’lar Afrika’da ve Asya’da ulusal ayaklanmalar, bağımsızlık savaşları dönemidir. Afrika’da bu dönemde çok sayıda bağımsızlıkçı lider yeni kurulan ulus-devletlerin başına geçti. Bunları “otoriter-modernist” diye tanımlayabiliriz. Henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış değişik kabilelerin ittifakıyla oluşan topluluklar, birçoğu Batı eğitimli bu yeni otoriter liderlerin öncülüğünde modernleşme-sekülerleşme süreçleri yaşadı. Arap ülkelerinde ortaya çıkan Baas rejimleri de benzer karakterdeydi.

27 Mayısçılar bu bağımsızlıkçı, seküler, otoriter rüzgârdan güç aldılar. Bu rüzgârın içine sosyalizm de karıştı. Bağımsızlıkçı liderlerin çoğu kendisini sosyalist de ilân etmişti. Bu sayede bir kısmı Sovyet Rusya’dan, bir kısmı Çin’den, bir kısmı her ikisinden birden destek alabiliyordu.

Bu nedenle 27 Mayıs 1961 Anayasası, askeri vesayet kurumlarının yanı sıra sosyal demokrat özellikler de taşıyordu. Anayasa Mahkemesi, siyasetin evrensel hukuk yoluyla denetlenmesi amacıyla kuruldu. Milli Güvenlik Kurulu ise asker vesayetinin temsilcisiydi.

Aynı dönemde Mısır’da kralı deviren askerler yönetime el koydu. 1956’da Cemal Abdülnasır, ardından Enver Sedat, Hüsnü Mübarek ve şimdi Sisi, ülkeyi (sekiz aylık bir Mursi dönemi dışında) askeri rejimle yönetiyor. Türkiye’de ise 1960 darbesinin ardından bir buçuk sene dolmadan seçimlere gidildi, parlamenter sisteme geri dönüldü.

Türkiye’de tabii basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü konusunda önemli sorunlar var. Yargının siyasileşmesi adalete güveni sarsıyor. Meclis gücünü yitirmiş durumda. Siyasi iktidara güvensizlik nedeniyle yatırımlar durmuş vaziyette.

Bu açılardan da Mısır, daha kötü bir karneye sahip. Gazeteci tutuklamalarında Çin’in arkasında dünya ikincisi. Türkiye de ne yazık ki beşinci. Türkiye’de kadın hakları meselesi ciddi bir sorun. Bu alanda kadınların mücadelesi sürüyor. Mısır’da ise Medeni Kanun şeriat hükümlerini esas alıyor. Çok kadınla evlilik dahil, erkek egemen sistem çok daha katı. 

Türkiye hiçbir zaman Mısır’a benzemedi. Birikimi ve potansiyeli daha ileride. Bundan sonra da benzeyeceğini düşünmüyorum. Zaten aradaki farkı Türkiye’den Kahire’ye giden bir uçakta ya da Kahire sokaklarında dolaşırken fark edersiniz.

AB’nin yaklaşımı

Batı ülkeleri bu farkı bizden daha net bir şekilde biliyor. Hattâ Türkiye’yi Avrupa’nın sorunlu da olsa bir parçası olarak görme eğilimindeler. Öte yandan, iddiaların aksine hiçbir dönemde Türkiye’nin iç işlerine ciddi bir müdahalede bulunmadılar. En sert uygulamalara başvurdukları 1980 darbesinden sonra bile, asıl olarak demokratik sisteme geçişe destek verdiler. AK Parti’nin AB’ye yöneldiği reformlar döneminde, yani 2002-2013 arasında Türkiye’yle ilişkiler çok sıcaktı. Demokratikleşme çabalarını destekliyorlardı.

AB bugün de demokrasi ve insan hakları konusunda eleştirel bir tutum gösteriyor. AB yönetimi, Avrupa Konseyi’nde, Avrupa Parlamentosu’nda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, insan hakları ihlâlleri başta olmak üzere bütün otoriter uygulamaları eleştiriyor. Tutum alıyor.

Öte yandan, zaman zaman gerilen ilişkiyi toptan kesmek de istemiyorlar. Sert yaptırımlar da uygulamıyorlar. Ancak, ekonominin ayağa kalkmasına yarayacak bir destek de vermiyorlar. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, Libya’da geri adım atmasını sağlayacak müdahalelerden geri durmuyorlar. En önemlisi Türkiye’ye yatırım yapmıyorlar, yatırımı teşvik etmiyorlar.

Bu tutumları, içeride otoriterleşmenin işini zorlaştıran etki yapıyor. Sürekli “başarı”lar göstermesinin önünü kesiyor. Madalyonun diğer yüzünde, Ankara şunu biliyor ki, demokrasi ve insan hakları konusunda samimi adımlar atsa Avrupa’dan daha güçlü bir destek gelecektir. Bugün yaşanan birçok sıkıntı daha kolay çözülecektir.

Trump döneminde ABD’nin demokrasi konusunda ilkesiz davranması Avrupa’yı da olumsuz yönde etkiledi. Sovyetlerin dağılmasıyla yükselen liberal dalga, bu dönemde adım adım geriledi. Otoriterleşme eğilimleri güç kazandı. ABD ve Avrupa ülkelerinin bir kısmında ekonomik sıkıntılar ortaya çıktı. Bu kargaşada, başta Doğu Avrupa ülkelerinde olmak üzere AB ve çevresinde yeni otoriter liderler türediler. 

Özetle; Türkiye ciddi ekonomik ve siyasi sıkıntılar yaşıyor. Türkiye Mısır türü bir rejime dönüşecek ve Batı da buna razı olacak saptamasını gerçekçi bulmuyorum. Üstelik bu bakış açısının insanlar üzerinde duruma razı olma yönünde teslimiyetçi bir etki yaptığını düşünüyorum.

- Advertisment -