Perspektif’ten aktarıyoruz
Günlerdir MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yapmış olduğu açıklamalar konuşuluyor ve açıklamanın zamanlamasına ilişkin kimi değerlendirmeler yapılıyor. Tartışmacılar tarafından üretilen nedenler ve gerekçeler üzerinden farklı anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor; hatta komplo teorileri üretiliyor. Elbette, tartışmak ve konuşmak kıymetli. Ancak tartışmacıların büyük bir kısmının, Türkiye’nin bu konudaki faaliyetlerinden habersiz olduğunu görmek üzücü.
Türkiye’nin Çözüm Arayışları
Son 46 yıllın MGK toplantı tutanakları açıklansa, PKK’nın yürüttüğü terör faaliyetleri, buna karşı alınacak tedbirler ve demokratikleşme başlıklarının tüm toplantıların ana gündem maddeleri olduğu görülür. Terör faaliyeti yürüten örgüte karşı bir yandan kesintisiz mücadele yürütülüyor, öte yandan da “başka bir yol olabilir mi” sorusu gündemde tutuluyor. Yani çözüm arayışı hiç ötelenmiyor. Bu faaliyetleri; 12 Eylül cuntacılarının durumu anlama faaliyetleri; Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’ın kimi aracılar üzerinden durumu anlama ve çözüm olasılıklarını irdeleme görüşmeleri; Necmettin Erbakan’ın Suriye üzerinden irtibat kurma ve çözüm arama girişimi; Bülent Ecevit’in başbakan olduğu 57’nci hükümetin MİT yetkilileri aracılığıyla Öcalan ile görüşme ve çözüm arayışları; 28 Şubatçıların benzer girişimleri; AK Parti hükümetleri döneminde MİT yetkililerinin ‘çözümün mümkün olup olamadığını analiz etme’ görüşmeleri ve çözüm için hayata geçirilen politikalar olarak sıralayabiliriz.
Dikkat edilirse, oldukça farklı siyasal görüşlere sahip yöneticilerin, “silahın dışında başka bir çözüm var mı?” arayışı hep gündemde olmuş. Ancak atılacak adımın üreteceği siyasi fatura ve güvenlik bürokrasisinin konuyu uhdesinde tutma ısrarı nedeniyle daha ileri adımlar atılamamış. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, başbakan olduğu dönemde, çözüm iradesi ortaya koyan tek lider olduğunu söylemek mümkün. Bu çaba ise farklı bahanelerle baltalandı ve olumlu sonuçlanması engellendi.
Bahçeli’nin Açıklaması ve Geçmiş Dönem Dokümanları
TBMM’de selamlaşma/tokalaşma ile başlayan ve MHP’nin üç grup toplantısında dile getirilen konulara ilişkin Bahçeli’nin en kapsamlı açıklaması, 22 Ekim günü yapılan grup toplantısındaki konuşmasıydı. Konuya ilişkin bölümü dört sayfa olan konuşmada Bahçeli, somut olarak “örgütün silah bırakmasını” gündeme taşıdı. Birçok kesim, açıklamaları literal bir şekilde okuma konusunda ısrarcı oldu. Yani Öcalan’ın hapisten çıkarılarak Meclis’te konuşturulacağı tartışıldı. Oysa Bahçeli’nin kendi perspektifiyle dile getirdiği girişim, konuya ilişkin var olan statükoyu değiştirme imkânı için kararlılık ve irade beyanı olarak okunmalı. Aslında Bahçeli, ortaya koyduğu inisiyatifi araçsallıkla ve/veya şüpheyle karşılayanlara, meseleyi ne ölçüde hayati gördüğünü ve çözüm için ne kadar kararlı olduğunu ifade etmeyi amaçlamaktaydı. Dolayısıyla öneriyi sadece lafzi olarak okumak doğru değil.
Bahçeli’nin açıklamasından sonra yapılması gereken şey, çözüm sürecini hatırlamak olmalı. Bahsettiğimiz süreçte sadece iki temel açıklama yapıldı. İlki, 2013 Newroz açıklamasıydı ve bu açıklamada, “örgütün silahları bırakması ve yurt dışına çıkması” ifadesi yer alıyordu. İkincisi ise 2015 Dolmabahçe açıklamasıydı. Bu açıklamada ise “örgütün toplanıp Türkiye’ye ilişkin tezlerinden vazgeçtiğini ilan etmesine ilişkin karar alması” ifadesi yer alıyordu. Yani Bahçeli’nin dile getirdiği konu, bu iki metinde yer alan ve Öcalan’ın örgüte “gereğini yapın” dediği konulardı. Bu zaten bilinen bir mevzu. Dolayısıyla ortaya çıkan şaşkınlığı, ifadelerin Bahçeli tarafından kullanılmış olması üzerinden okumak mümkün.
Türkiye’nin Deneyimleri
Dünya deneyimleri kapsamında dile getirilen faaliyetler, örgütlerin ortaya çıkış gerekçelerine, kullanılan araçlara, toplumsal yapıya, oluşan tahribata göre farklılık göstermektedir. Bir deneyimde makul olan bir faaliyet başka bir deneyim için uygun düşmeyebiliyor. Yani tam anlamıyla örtüşen bir örneklikten bahsetmek mümkün değil. O nedenle de terörü sonlandırma gibi konuları, ‘çatışma çözümü teorileri’ üzerinden değil, kendi bağlamlarında tartışmak ve çözüm aramak daha doğru. Bu noktada, Türkiye’nin geçmiş çabaları ve deneyimleri dikkate alındığında, meseleyi çözmek için oldukça geniş bir faaliyet yelpazesini hayata geçirdiği görülür. Yurt dışında görüşmeler ve yabancı gözlemcinin katılımı konusu, Oslo görüşmelerinde denendi. Ancak sürecin nasıl sabote edildiği de ortada. Açılım ve çözüm süreçlerinde birçok farklı yöntem denendi. Konuyu toplumsal zeminde tartışmak için çalışmalar yapıldı. Dolayısıyla yapılacak şey, bu deneyimlerden ders almak.
Bahçeli’nin ifadelerinden sonra, iki sağlıksız tutuma dikkat çekmekte yarar var. İlki, bizim de çok iyi bildiğimiz kimi faaliyetlerden edinilen ve uygulandığı ülke koşullarında anlamlı olabilen bazı konuların ‘uzmanlar’ tarafından, uygulanmak koşuluyla ısrarlı bir şekilde dile getirilmesi. Şu açık ki ilgili ülkenin koşulları üzerinden analiz yapmak yerine şablonları dile getirmek çözüme katı sağlamaz. “Şu ülkenin çözüm sürecinde bunlar yapıldı, bizde ise bu yapılmadığı için başarılı olmadık” gibi değerlendirmelere anlam atfetmek yanlış olur. İkincisi ise kimi bürokratların sergilediği ve “terörle mücadele bizim işimiz” şeklinde özetlenebilecek tutumdur. Açık olan şu ki vatandaşların güvenliğinin söz konusu olduğu herhangi bir durum ‘iş’ değildir, akademik tezlerin test edileceği alan da değildir. Ülkeyi yönetenlerin acil çözüm bulması gereken konulardır.
Muhataplık Meselesi
Bahçeli’nin açıklamaları, çözüm sürecinde aşılmış olmasına rağmen tabu gibi duran, örgüt ve örgütle ilişkili kurumların dillendirmeyi ‘sevdiği’ muhataplık meselesini de kapsıyor. PKK’nın oldukça geniş alt örgütlenmelere sahip olduğu bilinir. Örgütün silah bırakması veya terör faaliyetlerini sonlandırması gibi konular gündeme geldiğinde, örgütün ana yapısı, siyasal yapılanmalar ve sivil toplum örgütleri gibi geniş bir yelpazenin, “muhatap Öcalan” dediğini, kimilerinin bir adım daha ileri giderek “Öcalan irademizdir” ifadesini kullandığını biliyoruz. Bu iki ifade, “Bizimle konuşmayın, Öcalan ile konuşun, o ne derse biz onu kabul ederiz” anlamına geliyor. Bu tablo karşısında ortaya çıkan sonuç, Öcalan ile görüşmek ve “örgütün silah bırakması için doğrudan bir tutum alıp almayacağını” sormaktır. Ancak çözüm sürecini hatırlamakta da yarar var. Çözüm sürecinin iki metni (2013 ve 2015 açıklamaları) ortada duruyor. “İrademiz” denilen Öcalan talimat veriyor ama örgüt savsaklıyor, talimatın gereğini yapmıyor. Halbuki bahsettiğimiz metinlerde örgüte verilen talimatların dışında bir şart vs. yok. Temel mesele, muhatabın kim olduğundan öte, muhatap/irade denilen kişinin söyledikleri yapılacak mı yapılmayacak mı? 2013 ve 2015 açıklamaları ve sergilenen tutumlar ortada duruyor ve unutulmadı.
Örgütün Durumu
Öncelikle şunu ifade edelim; özellikle uluslararası bağlantıları olan bir örgütün, kendi iradesiyle silah bırakması ve kendini lağvetmesi zor. Üstelik PKK gibi 1970-80’li yılların Stalinist-Rus aşısıyla kurulan, 1980-1990’lı yılların İran-Avrupa ‘motivasyonuyla’ yol alan, 2000’li yılların ABD-Rusya desteğiyle jeopolitik konum edinen ve kimi iç ‘çatışmaların’ intikam motivasyonuyla bagajı dolu bir örgütün bahsettiğimiz türden bir adımı atması daha da zor. O zaman doğru adım, örgütün ‘iradesi’ olarak tanımladığı ve ‘muhatap’ olarak gösterdiği kişiyle konuşmak. Bunu ise gayet rasyonel bir zeminde yapmak. Yani silahı araç olarak görme nedenlerinin tartışılması, üretilen sonucun neye tekabül ettiğinin değerlendirilmesi ve ortaya çıkan örgüt statükosu ile silahı kullanma nedenleri arasındaki ilişkinin analiz edilmesi. Bu sağlıklı ve doğru bir muhasebedir. Bununla birlikte, Türkiye’ye dair toprak merkezli ve teritoryal bir tezinin olmadığını deklare etmiş bir yapının, silahlı varlığının bir gerekçesinin olmadığının altı da çizilmeli.
Örgütün ana kadrolarının bu tür bir muhasebeden kaçınma olasılığı var. Çünkü bu mesele onlar açısından bir ‘iş’. O zaman sorumluluk sivil aktörlere düşüyor. Siyasal mücadele içinde yer alanların ve sivil toplum mücadelesi verenlerin bu tür bir muhasebe için kafa yorması hem anlamlı olur hem de örgüt kadrolarını etkileme ihtimali ortaya çıkabilir. Yapılan yanlışları hikâyeleştirerek acıları yarıştırmanın olumlu bir sonuç üretmediğini hepimiz biliyoruz. Soru şu, demokratik bir devlet ve/ya devletin demokratik dönüşümü ortak talep olabilir mi? Bu sorunun cevabı sahiden “evet” ise buna ilişkin bir tutum alınmalı ve bu talebin hayata geçmesine izin verilmeli. Örgüt veya başka bir iradenin, bu olasılığı engellemesini seyretmek doğru olmaz. Uygulamalara ilişkin yüzlerce haklı gerekçe sayılabilir. Ancak zulüm, inkâr, asimilasyon türünden dile getirilebilecek gerekçeler, bu tarihsel fırsatı harcamaya mazeret olmamalı. Geçmişin acılarına ve yanlışlarına teslim olmak yerine, daha kurucu bir vizyon ve kapsayıcı bir tahayyülle geleceği inşa etmek önemli.
‘Muhatapla’ Konuşma
Türkiye’deki sorunlardan biri de, örgüt ile siyasi yapılar arasındaki ilişkinin biçimi. Bu konu pek konuşulmuyor. İlla dünya örnekleri vurgusu yapılacaksa, o vurgunun yapılacağı yer, öncelikle bu başlık olmalı. Ancak ideolojik pozisyonlardan dolayı bu konu konuşulmadı. Dünya deneyimlerinden bahsedenler de bu konuyu görmemeyi tercih ediyor. Konuşulmayan konu, örgüt ile siyasi parti arasındaki ilişkinin biçimi. Birçok dünya örneğinde siyasi parti ve siyaset yapıcılar örgüte talimat verir, örgüt de buna uyar. Küçük nüanslar olsa da siyasi yapı belirleyici olmuştur. PKK örneği hariç. Siyasi kanadın farklı yollarla ‘talimat aldığı’ hep konuşulur. Bu durum Türkiye açısından önemli bir sorun. Bahçeli’nin dile getirdiği yaklaşımın diğer bir yönü ise bu yanlış ilişki biçiminin sorgulanmasına zemin sağlamasıdır. Bahçeli’nin önerdiği, Öcalan üzerinden örgütün silah bırakması girişimi, bu nedenle de önemli.
Dolayısıyla süreci zamana yayan tutumlardan kaçınmak ve enfekte edici müdahalelere izin vermemek için yapılacak şey, Öcalan ile görüşmek ve örgütün silah bırakması için doğrudan bir tutum alıp almayacağını netleştirmek olmalı. Konu bu noktada netleşirse, geri kalan süreçler daha sorunsuz biçimde yönetilebilir. Çünkü Türkiye, görüşme trafiklerinin, muhatapları çoğaltmanın, sözü uzatmanın, konuyu değiştirmenin fayda sağlamayacağını çok net bir biçimde gördü. Ayrıca yapılan açıklamalar dikkate alındığında, bu çabanın anlamlı olmasının en temel nedenlerinden biri de, devletin demokratik dönüşümüne ilişkin yapılacaklar ile PKK’nın yürüttüğü faaliyetlerin birbirinden ayrılmış olmasıdır. Bu başlı başına olumlu bir durum. Dolayısıyla kapsamı ve çerçevesi netleştirilmiş bir biçimde Öcalan ile görüşülmeli, sözü uzatmadan konu hakkında inisiyatif alıp alamayacağı ve örgütü ikna edip edemeyeceği açıklıkla konuşulmalı. Net, kesin ve olumlu bir irade ortaya çıkarsa, süreç takip edilir ve yapılması gerekenler planlanıp hayata geçirilir.
Büyük Türkiye Arayışı Nedir?
Büyük Türkiye hedefi/ülküsü, siyasal anlayışa bağlı olarak iki farklı şekilde tanımlanabilir. İlki, güç kullanımı, içeriği doldurulmamış tarihi hamaset dili, herkesi düşman görme yaklaşımı gibi faktörler üzerinden yapılan ‘büyüklük’ vurgusu. Ancak bu ve benzeri faktörler geçici, kısa süreli dönemsel sonuçlar üretmekten öteye geçmez. Dolayısıyla buradaki ‘büyüklük’ vurgusu da sahici değil. İkincisi, yani doğru olan, güçlü bir demokratik dönüşüm perspektifi, vatandaşlarına eşit mesafede duran bir adalet/hukuk sistemi, hesap verebilir ve şeffaf bir yönetim modeli öneren anlayışı hayata geçirmektir. Sahici büyüklük buradan üretilebilir. Bu kavramların çok kişi tarafından kullanıldığının ve içinin boşaltıldığının farkındayım. Yine de doğru olduğuna inandığımızın arkasında gitmekten, doğru için mücadele etmekten başka şansımız yok. PKK silahı bıraksın veya bırakmasın bu anlayışı hayata geçirmek büyük Türkiye arayışının ilk adımı olmalı.
Büyük Türkiye kapasitesini artırmak, kaynaklarını çeşitlendirmek, vizyonunu geliştirmek ve iradesini sağlamlaştırmak; iç barışı sağlamayı, toplumsal gerginlikleri minimize etmeyi, vatandaşlık ve aidiyet duygusunu pekiştirmeyi gerektirir. Buna hepimizin katkı sunması ise imkânsızı mümkün kılabilir. Yapmamız gereken şey, yanlışı tekrarlamak değil, bu duyguyu demokratikleşme ve daha iyi bir yönetim ajandasına hizmet edecek şekilde hayata geçirmektir. Yapıcı siyaset ve pozitif ajanda bunu gerektirir. Büyük Türkiye arayışının ön koşulu, köklü bir paradigma değişiminin talep edilmesi ve bunun için çalışılmasıdır: Vatandaş ile devletin taraf olduğu kronikleşmiş tüm sorunlarımızı, devletin demokratik dönüşümü içinde çözmeyi esas alan siyasal bir perspektifi ve güçlü bir iradeyi yönetime yansıtmak. “Allah, iyiliği ve adaleti emreder” düsturunu hayatın tüm alanlarına hâkim kılmak. Bildiğimiz iyilikleri, sadece iyiliğin diliyle savunmak. Etnik farklılıkları ayrışma ve çatışma sebebi olmaktan çıkarmak. “Ödevleri bulunan vatandaş” algısının, “dokunulmaz hakları bulunan insan” algısıyla yer değiştirmesi. Bunları çoğaltabiliriz. Bu mümkün ve yapabiliriz.
Ezcümle, iç bünyesini tahkim eden, kimlik algısını geniş, kapsayıcı ve esnek tutan, biz kavramına yapay ve tekçi bir perspektiften ziyade çoğulcu bir anlayışla bakabilen, sınırlarını bariyer değil köprü olarak gören bir yaklaşım, büyük Türkiye yürüyüşü için sağlam bir zemin hazırlar. Türkiye, post-emperyal bir devlet. Yani imparatorluk bakiyesi bir devlet. Bugün dünyada Kürtlerin en fazla yaşadığı şehir olan İstanbul, iki farklı dünya tasavvuruna sahip iki global imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir. Bu nedenle Türkiye, Kürt meselesi dahil olmak üzere bütün meselelerine bu özgüvenle yaklaşmak zorunda. Sorunlara, tarih sahnesine kaderin bir cilvesi olarak çıkan veya geç uluslaşmış bir devlet sendromuyla yaklaşamaz.
Küçük korkuların, arkaik ezberlerin, tekçi ve asimilasyoncu sloganların bizi götüreceği bir yer yok. Ancak ve ancak özgüven, geniş bir gelecek ufku ve kapsayıcı bir kimlik anlayışıyla bölgesel ve küresel sistemdeki kasırgalardan güçlenerek çıkar, büyük Türkiye hedefine yaklaşırız.
Yazının kaynağı: