Ana SayfaHaberler“Cumhur İttifakı Erdoğan’ın siyasi akıbetini tehdit eden en önemli dinamiğe dönüştü”

“Cumhur İttifakı Erdoğan’ın siyasi akıbetini tehdit eden en önemli dinamiğe dönüştü”

Perspektif Yayın Koordinatörü, yazar Hetem Ete’ye göre Cumhur İttifakı asla kalıcı hale getirilmemeliydi, süreli olmalıydı ve seçim süreçleriyle sınırlandırılmalıydı: “Yanlış tercihlerle ittifak siyasi bir niteliğe kavuşturularak kurumsallaştırıldı. Kurumsallaşan İttifak yanlış söylem ve politikalarla sürdürüldü. Bugün itibarıyla, İttifak Erdoğan’ın siyasi akıbetini tehdit eden en önemli dinamiğe dönüşmüş durumda.”

Cumhur İttifakı Türkiye’nin olağanüstü bir döneminde bireysel ihtiyaçlarını ülkenin siyasal iklimiyle örtüştürme imkânı bulan iki lider arasında kuruldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2012’den beri kendisini ve iktidarını hedef alan operasyonlar sonucunda ciddi bir “güvenlik” kaygısı taşıyordu. Özellikle FETÖ kaynaklı operasyonların dozu yükseldikçe bu kaygı idari ve siyasi kararlarında daha belirleyici hale geliyor, güç konsolidasyonuna yönelik arayışlarını besliyordu. Cumhurbaşkanlığı makamının anayasal yetki çerçevesini yetersiz bularak AK Parti ve ülke idaresinde ihtiyaç duyduğu güce fiili olarak erişse de bu gücü ve etkiyi başkanlık sistemi üzerinden anayasal bir statüye kavuşturamıyordu.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 1 Kasım seçimlerinden sonra il başkanlarının çoğunun desteğini alan parti-içi muhalefetin genel kurultay baskısı altında genel başkanlık koltuğunu kaybetme riskiyle boğuşuyordu. Meral Akşener etrafında birleşen parti-içi muhalefet yoğun bir gerilim ve çatışmanın sonunda 15 Temmuz darbe teşebbüsünden 1 ay önce, 19 Haziran 2016’da olağanüstü tüzük kurultayı gerçekleştirmiş, MHP kurultayın iptali için yargıya başvurmuştu. Yargı genel merkeze karşı muhalifleri haklı bulsa, MHP kurultaya gidecek ve Bahçeli -kuvvetle muhtemel- genel başkanlığı kaybedecekti.

15 Temmuz darbe teşebbüsü, siyasal gündemi ve iklimi radikal bir şekilde değiştirerek, her iki lidere de farklı bir siyasal bağlam üzerinden hedeflerine ulaşabilecekleri elverişli bir siyasal zemin üretti.

FETÖ ile mücadelenin yegane siyasi hedefe dönüştüğü bir ortamda; 2009 yerel seçimlerinden beri bütün siyasal süreçlerde Erdoğan’a karşı muhalefetle birlikte hareket eden, bu çerçevede, 2010 referandumunda CHP ile birlikte Hayır blokunda yer alan, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’a karşı CHP ile birlikte çatı aday formülünü hayata geçiren, 2011 seçimleri sırasında doğrudan partisini hedef alan FETÖ’nün iddialarını 17/25 Aralık 2013’ten itibaren siyasi söylemlerinin merkezine yerleştirmekte beis görmeyen Bahçeli, radikal bir kararla, FETÖ tehdidine karşı Erdoğan’a destek vermeye başladı.

15 Temmuz sonrasında FETÖ tasfiyesine odaklanmış siyasi gündem, Bahçeli’ye Erdoğan’a destek karşılığında liderliğini koruma ve toplumsal desteğinin üzerinde bir nüfuz kullanma imkanı sağladı. Bahçeli’nin Erdoğan karşıtlığına dayanak kıldığı çözüm sürecinin bir yıl önce Temmuz 2015’te bitirilmiş olması da Erdoğan’a desteğini kolaylaştırdı. Bu iki dinamik, Bahçeli’ye Erdoğan’a desteğini, devleti (ve iktidarı) FETÖ ve PKK tehdidine karşı korumayı amaçlayan partiler-üstü sorumlu bir hamle olarak yansıtma imkânı sağladı. Erdoğan da kritik bir dönemde Bahçeli’den aldığı destek üzerinden, iktidarını daha büyük bir siyasi, toplumsal, kurumsal, bürokratik ve sembolik desteğe/meşruiyete dayandırmış oldu.

15 Temmuz darbe teşebbüsünden yaklaşık üç ay sonra, 11 Ekim 2016’da Bahçeli MHP grup toplantısında, Erdoğan’ın uzunca bir süredir gündeminden düşürdüğü başkanlık teklifini kamuoyuna duyurdu. Erdoğan ve Bahçeli’nin yetkilendirdiği küçük bir ekibin kapalı bir süreç sonunda hızlıca hazırladığı sistem değişikliği paketi 16 Nisan 2017 referandumunda yüzde 51,4 gibi küçük bir farkla kabul edildi.

Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi MHP-içi muhalefetin gerçekleştirdiği tüzük kurultayından 1 yıl; Bahçeli’nin önerisi, katılımı ve desteğiyle hazırlanan 16 Nisan 2017’deki başkanlık sistemine geçiş referandumundan 2 ay sonra, 21 Haziran 2017’de, olağanüstü kurultayı iptal ederek Bahçeli’nin genel başkanlığını garantiye aldı.

Böylece, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün üzerinden bir yıl geçmeden, Erdoğan ve Bahçeli, kurdukları ittifak üzerinden hedeflerine ulaşırken Türkiye’yi de yeni bir siyasi eksene oturttular. Bu ittifakla Türkiye siyasetinde yeni bir dönem başladı. Siyasal öncelikleri, söylemi, politikaları, kurumları ve kadroları ile yeni bir dönem.

İttifakı Mahkumiyete Dönüştüren Yanlış Tercihler

Bahçeli’nin 11 Ekim 2016’daki başkanlık önerisiyle fiilen, 20 Şubat 2018’de de resmen kurulan Cumhur İttifakı Türkiye’yi daha ileriye taşıma hedefiyle değil, Türkiye’yi krizden çıkarma misyonuyla kuruldu. 15 Temmuz darbe teşebbüsünün görünür kıldığı zaafları ve krizi giderme, yaraları sarma duygusundan beslendi. Kuruluş gerekçesi ve üstlendiği misyon dolayısıyla sürekli ve kalıcı olamayacak, konjonktürel ve süreli olması gereken bir ittifaktı. Ancak, birçok yanlış tercih ve karar neticesinde, 15 Temmuz sonrası siyasal psikolojiye yaslanılarak, geçici bir süreliğine müracaat edilebilecek bir ittifak sürekli hale getirilerek kalıcılaştırıldı ve kurumsallaştırıldı.

Bunu sağlayan en kritik tercih, başkanlık sistemine geçiş oldu. 15 Temmuz’un ürettiği beka sendromu baz alınarak kurgulanan başkanlık sisteminde denge-denetleme mekanizmaları, kurumsal teamüller ve siyasi müzakere süreçleri ayak bağı görülerek bütün yetkiler Cumhurbaşkanında toplandı. Aşağıda detaylandıracağımız üzere alelacele kotarılan bu kurgu birçok alanda ciddi maliyetler üretti, ancak Başkanlık sisteminin siyaset üzerindeki esas etkisi, Cumhurbaşkanlığını yüzde 50+1 desteğe endeksleyerek siyasi partileri ittifak kurmaya zorlaması oldu.

İkinci kritik tercih, seçim arifesinde teknik gerekçelerle kurulabilecek geçici ve süreli bir ittifak yerine siyasetin her alanını belirleyen kalıcı ve kurumsal bir ittifakta karar kılınması oldu. Muhalefetin parçalı olmasından hareketle inşa edilen Cumhur İttifakı beklenenden hızlı şekilde hemen karşıtını üretti. Başkanlık sistemi ve Cumhur İttifakı Millet İttifakının kuruluş gerekçesine dönüştü. Seküler-ulusalcı, dindar-muhafazakar, Türk-Kürt milliyetçisi partilerin Erdoğan karşıtlığı üzerinden Millet İttifakını kurması ve güçlenmesi Erdoğan’ı Bahçeli’nin desteğine mahkûm ederek Cumhur İttifakının sürdürülmesini zorunlu kıldı. Böylece, Bahçeli başkanlık hediyesi karşılığında Erdoğan’ın hareket alanını daraltarak kendisine mahkûm etti ve sistemin işleyişini ve geleceğini Cumhur İttifakının varlığına/devamına endeksledi.

Başkanlık sistemi ve Cumhur İttifakının seçimlerle sınırlandırılmayıp kalıcı bir siyasi ittifak olarak işletilmesinin yanısıra yapılan üçüncü kritik tercih, iktidarın ve ittifakın beka söylemi ve güvenlikçi siyasetin süreklileştirilmesine bel bağlaması oldu. İttifakın resmi söylemi olarak benimsenen beka söylemi ve çözüm olarak müracaat edilen güvenlikçi siyaset süreli bir tehdidi bertaraf etmek üzere müracaat edilebilecek geçici enstrümanlardı. Spesifik bir tehdit durumunu esas aldığı için geçici, tehdidi gidermeye odaklandığı için de reaktifti. Beka söylemi ve güvenlik siyasetine dayanarak düzen sağlanabilir(di) ama yeni bir düzen kurulamaz(dı). Ancak Cumhur İttifakı, kriz ve olağanüstü durum psikolojisini süreklileştirerek, “düzen sağlamak” için elverişli görülebilecek enstrümanlarla “düzen kurma”ya yöneldi. İstisnai enstrümanların norma dönüştürülmesi neticesinde bölücülük, ihanet, terör, operasyon, dış mihrak gibi tanımlamalar iktidar terminolojisinin en gözde sözcükleri oldu. Bütün alternatif siyasi yapılar bu terminolojiye referansla -çoğunlukla- zorlama ithamlar üzerinden PKK ve FETÖ parantezine sokulmaya çalışıldı. Liyakatsizlik, beceriksizlik ve yanlış kararlar “operasyon” ve “dış mihrak” söylemiyle aklandı. Siyaset kriminalize edilirken hukuk güvenliğin aparatına dönüştürüldü. Demokrasi, reform, kalkınma söyleminin yerini terörle mücadele ve sınır-ötesi operasyonlar aldı. Kısacası, sahici bir krizi gidermek üzere kurulan iktidar yapısı kriz bağımlısı haline geldi.

Olağanüstü bir dönemde tedavüle sokulan istisnai enstrümanların iktidar normuna dönüşmesi, Erdoğan’a kısa süreli ve kısmi bir avantaj sağlasa da zaman geçtikçe çözülmesi zor denklemler, telafisi zor maliyetler üretti. 

İlk Uyarı: 31 Mart Yerel Seçimleri

31 Mart 2019 yerel seçimleri bu sistemin, ittifakın ve siyasetin sınırlarını gösterdi. Yerel seçimler, özellikle de İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerin seçim süreci ve sonucu, bu üç sac ayağa dayandırılan 15 Temmuz sonrası siyasetin ürettiği maliyetleri açığa çıkardı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için zorunlu hale gelen ittifak mekanizmasını gerekmediği halde ve AK Parti için dezavantaj teşkil edeceği görülmesine rağmen yerel seçimlere uyarlamak ve yerel seçim kampanyasını beka, ihanet, terör söylemine dayandırarak başkanlık referandumunun ikinci raunduna çevirmek Erdoğan’a ciddi bir maliyet üretti.

Yerel seçimlere Cumhur İttifakı bünyesinde ve İttifakın siyaseti öncülüğünde katılmak AK Parti’ye iki şekilde kaybettirdi. İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerde rakibi CHP’ye karşı kaybederken Amasya, Kastamonu, Çankırı, Karaman gibi Anadolu şehirlerinde de müttefiki MHP’ye karşı kaybetti. Böylece, İttifak üzerinden yürütülen söylem ve siyasetin büyükşehir seçmenini muhalefete, Anadolu seçmenini de MHP’ye yönlendirdiği ortaya çıktı.

Seçim sonuçlarının en yalın mesajı, toplumun kriz ve olağanüstülük psikolojisinin süreklileştirilerek yeni norm ve düzen olarak dayatılmasına itiraz ettiğiydi. Erdoğan ve AK Parti daha önce de, örneğin 2009 yerel seçimleri ve Haziran 2015 genel seçimlerinde oy kaybetmiş, ancak seçimlerden sonra kapsamlı söylem ve siyaset değişiklikleriyle seçmen mesajının gereğini yerine getirip oylarını yükseltmeyi başarmıştı. 31 Mart seçimlerinden sonra da beklenen sahici bir muhasebeye ve kapsamlı bir siyaset değişimine yönelinmesiydi. Ancak, değişen siyasi koşullara dinamik refleksler verme yeteneğiyle bilinen Erdoğan, bu mesajın gereğini yerine getirmeye yönel(e)medi. Seçimleri kaybettiren söylem, siyaset ve ittifak sürdürüldü ve muhalefetin sayısal çoğunluğa kavuşmasını engellemeye yönelik -çoğunlukla etkisiz- ittifak mühendisliklerinden medet umuldu.

Erdoğan ve AK Parti Cumhur İttifakı terkibiyle katıldığı 31 Mart yerel seçimlerinde aldığı yenilgiden beri ciddi bir varoluşsal sorun yaşıyor. Bu krizi birkaç başlık altında toplamak mümkün.

Başkanlık Sistemi ile Türkiye Yönetilemiyor

Krizin en önemli dinamiğini başkanlık sistemi ve bu sistem dolayısıyla yaşanan idari zaaflar oluşturuyor. Sistemin kurgusu/mimarisi uzun uzadıya eleştirilebilir; kapsamlı bir Anayasa değişikliği yerine yönetim sistemi ile sınırlı bir değişikliğin tercih edilmesi, kurgulanan sistemin asgari demokratik koşulları karşılamakta zorlanması, yüzyılı aşkın idari ve bürokratik teamüllerden vazgeçilmesi, karar alma süreçlerinin devreden çıkarılması, atamalarda liyakatin gözetilmemesi gibi pek çok eksiklik vurgulanabilir ama bu yapısal eksiklikler bir tarafa, her gün oldukça teknik-gündelik meselelerde yaşanan aksaklıklar bile ciddi bir yönetim krizi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Birkaç yıl öncesine kadar, Erdoğan’ı ve AK Parti’yi tanımlayan en önemli özelliklerden biri, etkin ve iyi yönetim performanslarıydı. Erdoğan’ın kendisinden önceki siyasi aktörlerden veya mevcut muhalefet yapılarından en büyük farkı yönetme becerisiydi. Cumhuriyet dönemi boyunca yönetilmekte zorlanan asker-siyaset ilişkileri ve/ya kimlik talepleri gibi başlıklar zamana yayılan planlı süreçler çerçevesinde suhuletle yönetiliyor, sağlıktan ulaşıma, adaletten eğitime yapısal reformlar gerçekleştiriliyor, Cumhuriyet döneminin en büyük projeleri ve kalkınma hamleleri hayata geçiriliyordu. Jeopolitik süreçlerin ve iç denge(sizlik)lerin ürettiği anlık krizler, siyasi aklın bürokratik aklı yönetmesiyle atlatılıyordu.

Ancak başkanlık sistemine geçildiğinden beri, hemen hiçbir alanda planlı, eşgüdümlü, rasyonel bir yönetim performansı gösterilemiyor. Asgari rasyonel yönetim beklentileri karşılanmadığı gibi basit-gündelik sorunlara bile müdahale edilemiyor. Şahsilik, keyfilik, öngörüsüzlük, liyakatsizlik, irrasyonellik, nobranlık en hâkim özellikler haline gelmiş durumda. Başkanlık sisteminin idari mimarisi kurumsal özerkliği veya kurumların birikimini yok sayarken, bütün yetki, karar ve açıklamaların Cumhurbaşkanına devredilmesi ve siyasi-idari mekanizmalardaki sorumlu kişilerin zorunlu irade devri dolayısıyla normal süreçler bile işletilemiyor. Başlığından bağımsız olarak, her sorun veya kriz iktidarın yönetme zaafını bütün açıklığıyla gösteriyor. Bunun son örneğini, doğal afetler (orman yangınları ve sel) ve mülteci sorununun yönetilme biçimi oluşturdu.

Asgari yönetim becerisinin yokluğu algı yönetimiyle ikame edilmeye çalışılıyor, ancak bu da ülkeyi daha büyük bir sorunla karşı karşıya getiriyor. Orman yangınları, mülteci sorunu gibi başlıklar, iktidarın yönetim krizinin Erdoğan’a yönelik başarı/başarısızlık algısıyla sınırlı bir performans değerlendirmesi olmaktan çıkıp toplumsal barışı zedeleyen riskler doğurmaya başladığını gösteriyor. Orman yangınlarını PKK sabotajına veya THK’nın hazırlıksızlığına hamletmek aynı anda Kürt-Türk ve laik-dindar fay hatlarını canlandırabiliyor, Suriyeli ve Afgan mültecilerin sevk ve idaresindeki aksaklıklar kolaylıkla yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin yükselmesini tetikleyebiliyor. Bütün bu örnekler, yönetim krizinin toplumsal barışı zedeleme riski doğurmaya başladığını gösteriyor.

Başkanlık sistemi ile ilgili ikinci sorun, daha çok Cumhur İttifakını ve Erdoğan’ı ilgilendiriyor. Başkanlık sistemi 16 Nisan 2017 referandumunda yüzde 51,4 ile kabul edilmişti. Sisteme yönelik toplumsal desteğin sınırda olduğu görülmüştü. Buna sistemin idari mimarisinin doğru kurgulanmaması ve sistemin doğru işletilmemesi de eklenince sisteme yönelik memnuniyetsizlik yükselmeye başladı. Erdoğan 31 Mart seçimlerinden sonra, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay başkanlığında sistemin aksayan yönlerini düzeltmeye yönelik bir reform çalışmasının yapıldığını duyurdu, ancak sistem ile ilgili hiçbir şey yapılmadan çalışmalar rafa kaldırıldı.

Erdoğan sistemi doğru kurgulayabilir, doğru işletebilir, 31 Mart’tan sonra da aksaklıkları gideren kapsamlı bir reform yapabilirdi. Her üçünde de gereken yapılmadı. Yanlış kurgulanan, yanlış uygulanan ve herhangi bir değişime tabi tutulmadan sürdürülen sistem, gün aşırı kriz üretmeye başladıkça toplumsal desteğini yitirmeye başladı. Nitekim birçok kamuoyu araştırması, başkanlık sistemine desteğin yüzde 30’lara düştüğünü ve sistem değişikliğine ilişkin muhtemel bir referandumda parlamenter sisteme dönüşe desteğin yüzde 50’lerin üstüne çıkacağını gösteriyor.

Bu durum ilk günden sistem değişikliğine karşı olan muhalefete önemli bir avantaj sağladı. Muhalefet ittifak tabanını ve bileşenlerini genişletmek ve Erdoğan karşıtlığının reaktif algısını kamufle etmek için başkanlık sistemine karşı parlamenter sisteme dönüşü, otoriterliğe karşı demokrasi söylemi üzerinden kurgulama imkanına kavuştu. Böylece başkanlık sistemine karşıtlık, muhalefeti bir araya getiren, bir arada tutan en önemli dinamiğe dönüştü. Erdoğan karşıtlığına dayalı siyasetin bir kısım seçmeni rahatsız edebileceği öngörüsü, muhalefeti siyasal ajandasını başkanlık sistemine karşıtlık ve sistem değişikliği vaadi üzerinden kurgulamaya sevketti. 

Kısacası, başkanlık sistemi iki yönden Erdoğan’a ve Cumhur İttifakına dezavantaj teşkil ediyor. Öncelikle bu sistem ile ülke iyi yönetilemiyor ve Erdoğan kötü yönetim üzerinden toplumsal desteğini kaybediyor. İkinci olarak da başkanlık sistemi muhalefeti birleştiren bir işlev görüyor. Her iki sonuç da Erdoğan’ın önümüzdeki seçimleri kaybetme ihtimalini arttırıyor. 15 Temmuz koşullarında Erdoğan’a kaçırmaması gereken bir fırsat gibi görünen başkanlık sistemi, bugün Erdoğan iktidarını tökezleten, destek kaybına yol açan, önümüzdeki seçimleri kaybetme riski doğuran en önemli risk unsuruna dönüşmüş durumda.

Cumhur İttifakı Türkiye’yi Taşıyamıyor

Erdoğan’ın içinde bulunduğu krizin bir diğer nedeni Cumhur İttifakının seçim ittifakıyla sınırlandırılmayıp siyasi bir ittifak olarak kurgulanmasıdır. Türkiye daha önce seçim ve hükümet süreçlerinde pek çok ittifak-koalisyon tecrübesine şahitlik etti ancak Cumhur İttifakına benzer bir tecrübe ilk defa yaşanıyor.

Yüzde 10 barajını aşmak amacıyla birçok seçimde küçük partilerin büyük partilerin listelerine dahil edildiği seçim ittifakları yaşandı ancak bu ittifaklar seçimlerden hemen sonra nihayete erdi. Partiler kendi özgün kimlik ve siyasetlerine geri döndüler. Benzer şekilde Meclis’te güvenoyu almak amacıyla birçok koalisyon hükümeti de kuruldu. Ancak bakanlık dağılımı ve belli politikalara yönelik protokollere rağmen koalisyon tecrübesi partilerin özgün kimlik ve siyasetlerini ortadan kaldıran bir sonuç doğurmadı. Bilakis partiler tabanlarını memnun etme/kaybetmeme kaygısıyla farklılıklarını belirginleştiren bir söylem ve politikaya yöneldiler.                                     

Kurumsal niteliğe sahip bu iki örneğin yanısıra AK Parti iktidarının ilk dönemlerinde birçok çevre ve yapıyla fiili iş birlikleri de yapıldı. Erdoğan ve AK Parti darbe teşebbüsleri, muhtıra, parti kapatma davası gibi birçok sahici tehdide karşı merkez sağ bileşenlerden liberal/demokrat ve sosyal demokrat çevrelere, Kürt siyasi hareketinden Fethullahçı kadrolara kadar birçok aktör ve çevre ile ismi konulmamış ittifaklar kurdu. Erdoğan ve AK Parti karşılaştığı tehditleri demokratik bir ajanda ve bu ajanda ile uyumlu toplumsal ve siyasi çevrelerle kurduğu esnek ittifaklar üzerinden bertaraf etmeye yöneldi.  Kurumsal bir yapıyla dondurulmadığı ölçüde hem esnek hem de geçici olan bu ittifaklar, AK Parti’yi spesifik bir kesime bağımlı kılmadığı gibi geniş bir skala üzerinde birçok farklı bileşenle etkileşime sokabiliyordu. Üzerinde birleşilen siyasal vizyon ve ajandanın mimarı Erdoğan ve AK Parti olduğu gibi, süreç boyunca üretilen söylem ve politikalar da Erdoğan ve AK Parti’nin imzasını taşıyordu. İttifaklar spesifik bir ajandaya müteallikti ve Erdoğan’ın başka konulardaki siyasal tercihlerine ipotek koymuyordu.

Cumhur İttifakı bu örneklerin tamamından farklılaşıyor. Öncelikle, Cumhur İttifakı siyasal anlayış ve öncelikler itibarıyla birbiriyle uyumlu olmayan, konjonktürel gelişmelerin bir araya getirdiği bileşenlerden oluştu. Toplum, siyaset ve devlet vizyonları birbiriyle örtüşmeyen, normal bir süreçte uzlaşmayacak (nitekim 2016’ya kadar da mücadele eden) bileşenler, arızi öznel hedefler, süreli bir tehdit ve ortak düşmanlar paydasında bir araya geldiler. Bu birlikteliği mümkün kılan dinamikler 2013-2016 yılları arasında olgunlaştı. 2013-16 arası dönem, siyasal aktörlerin dost-düşman algılarının ters yüz olduğu bir dönem oldu. Vesayetle mücadele adına Erdoğan’ın desteklediği Ergenekon sürecinde Fethullahçı yapının gadrine uğrayan cuntacı-Kemalist kesimler ve MHP’deki muhaliflerinin FETÖ tarafından desteklendiğini düşünen Bahçeli; 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra, PKK ve FETÖ ile mücadele edecek en uygun aktör olduğu düşüncesiyle Erdoğan’a destek verme kararı aldı. Daha önce farklı zamanlarda ittifak kurduğu hemen hemen tüm farklı kesimlerin 2013-16 arası dönemde kendisini hedef alan operasyonlara iştirak ettiğine kanaat getiren Erdoğan, daha önce çatıştığı bazı siyasi kesimlerin 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle zirveye ulaşan tehdidi bertaraf etmede kendisine yardımcı olma teklifini işlevsel buldu.

2013-2016 arası dönemde, AK Parti’nin kurucu kadrosunda yer alan birçok ismin Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’na yakın oldukları veya Erdoğan’a sadakat yerine ilkesel siyaseti önceleyebilecekleri varsayımıyla tasfiye edilmesi ve AK Parti’nin Erdoğan iktidarına hizmet edecek bir organizasyonel aparata dönüştürülme süreci de bu uyumsuz birlikteliği kolaylaştırdı. Erdoğan ve AK Parti nezdinde önceliğin ve perspektifin değişmesi Cumhur İttifakı terkibindeki garabetin sorgulanmasını engelledi.

İkincisi ittifakın terkibi ve bileşenlerin yapısı hem zihniyet hem de birikim itibarıyla Türkiye’yi taşıyabilecek, sorunları çözebilecek bir niteliğe sahip değildi. 2013-2016 arasında toplumu, siyaseti ve devleti uğraştıran ulusal, bölgesel ve küresel gelişmelerin devletçi-darbeci ve milliyetçi-ayırımcı kadroların desteğine yaslanılarak yönetilmesi bir tarafa doğru değerlendirilmesi bile oldukça zor olurdu. Türkiye tarihi boyunca, toplumsal ve siyasal çoğunluğu oluşturan muhafazakârlık; doğasındaki düzen ve koruma güdüsü dolayısıyla proaktif, dinamik zihniyet ve kesimlerle eklemlendiğinde Türkiye’yi ileri taşıyarak başarılı olurken, kendisinden daha devletçi ve savunmacı zihniyet ve kesimlerle eklemlendiğinde Türkiye’yi içe kapatarak maliyetler üretti. Başka bir deyişle, liberal ve/ya demokrat, İslamcı ve/ya sosyal demokrat kadrolarla eklemlendiğinde kurucu bir irade geliştirebilen muhafazakâr/sağ yapı, milliyetçilik veya Kemalizm’le eklemlendiğinde içe kapanmacı bir düzen üretti. Adalet Partisi’nin ilk dönemiyle Milliyetçi Cephe hükümetleri dönemi arasındaki bilanço farkı veya AK Parti’nin 2014 öncesi dönemi ile 2016 sonrası dönemi arasındaki siyaset farkı, muhafazakâr/sağ siyasetin aşılandığı farklı kimlik yapılarına gösterdiği reaksiyon farklılığı hakkında bir fikir verebilir.

AK Parti’nin liberal, demokrat ve İslamcı kadroları büyük oranda tasfiye ederek veya pasifize ederek milliyetçi ve militarist/darbeci kadrolarla kurduğu ittifakın Türkiye’yi kuşatabilmesi ve taşıyabilmesi, karşılaşılan sofistike sorunları suhuletle çözmesi mümkün değildi. Türkiye siyasal hayatında örnekleri görülen seçim ittifakı ve koalisyon tecrübeleri veya AK Parti’nin ilk dönemlerinde rastlanan ittifaklar gibi geçici ve kısmi bir ittifak olarak yapılandırıldığında bu farklılık ve uyumsuzluğu bir süreliğine yönetmek mümkün olabilirdi belki. Ancak İttifakın kalıcı ve kurumsal bir anlayışla kurulması bu uyumsuz terkibin maliyetlerini arttırdı.

İttifakın seçimlerle sınırlandırılmayıp siyasi bir ittifak olarak kurgulanması, Türkiye siyasi tarihinde ilk defa, ittifak kimliğinin bileşenlerin kimliklerini, özellikle de AK Parti kimliğini bastırmasına yol açtı. İttifakın siyasal koordinatlarının belirlenmesinde Erdoğan ve AK Parti yerine başta MHP ve Genel Başkanı Devlet Bahçeli olmak üzere diğer bileşenler belirleyici oldu. Süreç boyunca Erdoğan ve AK Parti ittifakın yükünü ve sorumluluğunu üstlenmek durumunda kalıp ittifakın devamı için bileşenleri rahatsız edebilecek birçok konuda taviz verirken, Erdoğan’ın sahip olduğu toplumsal desteğin beşte birine veya yüzdeye bile girmeyecek toplumsal desteğe sahip olan bileşenler kendi siyasi gramer ve önceliklerini dayatmaktan geri durmadılar. Özellikle Bahçeli idari ve siyasi birçok aktör ve başlıkla ilgili kamuoyuna yaptığı açıklamalarla ülkenin gidişatına kritik müdahalelerde bulunurken, Erdoğan ittifakın devamı için Bahçeli’nin önceliklerini hayata geçirerek sessizliğe büründü.

Erdoğan’ın iktidarda kalmak, iktidarını sürdürmek için bu maliyetleri göze aldığı, iktidar devam ettiği müddetçe bu maliyetleri telafi etme imkânı bulacağını varsaydığı söylenebilir. İktidarın, iktidarda kalmanın yegane hedefe dönüştürülerek siyasi misyondan arındırılması, normların ve değerlerin günlük maddi çıkarların ve güvenlik sendromlarının yedeğine alınması birçok argümanla tevil edilmeye çalışılsa da mazur görülemeyecek bir yanlıştı.

Aslında 1 Mart 2003 tezkeresi, 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi ve 7 Şubat 2012-17 Aralık 2013 arasındaki dönemde Fethullahçı kadrolarla yürütülen ilişki gibi birçok kritik süreçte Erdoğan’ın medet umduğu veya çekindiği aktörlerle ilişkilerini iktidarın devamı kaygısıyla aynı pattern üzerinden yürüttüğü dolayısıyla Bahçeli ile ilişkilerde yaşananların sürpriz olmadığı da söylenebilir. Bütün bu kritik süreçlerde, tarihin farklı şekilde işlemesi, o dönemde Erdoğan’ın kararını etkileyen AK Parti kadrolarının ve parti içi mekanizmaların niteliği ile ilişkilendirilebilir. Bu kadroların tamamının peyderpey tasfiye edilmesi Erdoğan’ı aşina olduğu patterniyle baş başa bıraktı. Dolayısıyla bugün Bahçeli ile kurgulanan ve işletilen ilişki tarzını değiştirecek, Erdoğan’ı başka bir yola zorlayacak, gerçekçi bir çıkışa ikna edecek kadroların yokluğu Erdoğan’ı öteden beri yatkın olduğu ilişki tarzı doğrultusunda ittifak bileşenlerine mahkumiyete mecbur bırakmış durumda.

Özetle, Cumhur İttifakı asla kalıcı hale getirilmemesi, tehdidi ortadan kaldırma hedefiyle sınırlı ve geçici olması ve sadece seçim süreçleriyle sınırlandırılması gereken bir ittifaktı. Yanlış tercihlerle ittifak siyasi bir niteliğe kavuşturularak kurumsallaştırıldı. Kurumsallaşan İttifak yanlış söylem ve politikalarla sürdürüldü. Bugün itibarıyla, İttifak Erdoğan’ın siyasi akıbetini tehdit eden en önemli dinamiğe dönüşmüş durumda. İttifak Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu toplumsal desteği sağlayamazken, yeni toplumsal destek arayışlarını da sabote ediyor. Dolayısıyla başkanlık sistemine benzer şekilde, 15 Temmuz’un olağanüstü psikolojisi içinde önemli bir imkân gibi görünen Cumhur İttifakı da bugün Erdoğan’ın iktidarını ve akıbetini riske sokan en önemli unsura dönüşmüş durumda.

İttifakın Resmî İdeolojisi: Güvenlikçi Siyaset

Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakının üçüncü siyasi çıkmazı İttifakın resmî ideolojisi haline gelen beka söylemi ve güvenlikçi siyaset ile ilişkilidir. Beka söylemine ve güvenlikçi siyasete, arızi bir krizi sonlandırmak üzere kısa süreliğine başvurulabilse de bu enstrümanlar üzerinden toplumsal barışı sağlamak, kuşatıcı bir siyaset geliştirmek, demokratik ve müreffeh bir düzen inşa etmek mümkün değil. Esasında beka sorunu güvenlikçi siyaset ile de çözülemez. Demokrasi ve hukuk perspektifiyle yoğrulmamış güvenlik siyaseti, beka sorununu gidermek yerine derinleştirir. Türkiye tarihi bunun örnekleriyle dolu. Beka sorunu kuşatıcı ve demokratik bir siyasi paradigmayla çözülebilir. Erdoğan’ın ve AK Parti’nin 2015 öncesi siyasi serüveni de bunun örnekleriyle dolu.

2013’te başlayıp 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsüyle zirvesine ulaşan tehdit algısıyla örtüştüğü ölçüde -gerekli ve zorunlu olmamakla birlikte- işlevsel görülebilecek beka söylemi ve güvenlikçi siyaset, Cumhur İttifakının siyasi terkibi ve mutlak bir güç ile iktidar olma arzusu üzerinden kalıcılaştı. Siyasi çıkış noktaları ve vizyonları birbirine zıt bileşenlerden oluşan İttifakın birleştirici ortak gündemi mevcut tehditleri ortadan kaldırmaktı. Bu ortak zeminin korunması adına sahici tehditler ortadan kalksa da tehdit söylemi sürekli canlı tutuldu. Tehdit üzerinden inşa edilen, varlığını tehdide borçlu olan ittifak, tehdit algısına bağımlı hale geldi. Mevcut tehditlere muhayyel tehditler eklendi ve tehdit algısı süreklileştirildi.

Cumhur İttifakı ve güvenlikçi siyaset hem Türkiye siyasetinin hem de AK Parti’nin kodlarını dönüştürdü. Türkiye’nin ve AK Parti’nin siyasi grameri güvenlik kaygıları üzerinden güncellendi. Sivilleşme ve demokratik siyaset söylemi yerini devletçi, militarist söyleme terk etti. Türkiye AK Parti iktidarında geçirdiği onca demokratik dönüşümden sonra yeniden 1990’ların tartışmalarına, korkularına, söylem ve uygulamalarına geri döndü.

Irkçı ve ayrıştırıcı dil hâkim hale gelirken, milyonlarca Kürt seçmenin seçme ve seçilme hakları ellerinden alındı. Türkiye kısa süreli bir demokratik parantezden sonra vesayet düzeninden kayyım düzenine geçiş yaptı. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde ikna edici olmayan fantastik argümanlarla, 1950’den beri vatandaşlığın en muhkem teminatlarından biri haline gelen seçim sandığına müdahale edildi, İstanbul seçimleri iptal edildi ve 10 milyonu aşkın seçmenin iradesi yok sayıldı. Güvenlikçi siyaset FETÖ ve/ya PKK üzerinden meşrulaştırılsa bile iktidara muhalif birçok kesimi de hedef aldı. Akademide, medyada, siyasette, sermayede yapılan büyük tasfiyeler, korku iklimini hâkim kılarak düşünce özgürlüğünü baskılarken Erdoğan ve AK Parti’nin kuşatıcı siyasi misyonunu zedeleyerek İttifak bileşenlerine mahkumiyeti arttırdı.

Kısacası, Cumhur İttifakı ve İttifakın resmî ideolojisi haline getirilen güvenlikçi siyaset, Türkiye’nin 2002-2015 yılları arasında Erdoğan ve AK Parti öncülüğünde bin bir zorlukla oluşturduğu demokratik mirası günbegün harcadı. Dar ve ayrıştırıcı vizyonları dolayısıyla siyasi hayatları boyunca anlamlı bir toplumsal desteğe sahip olmayan çevreler, Erdoğan üzerinden muazzam bir siyasi güç ve meşruiyete kavuştular. Ancak, kuşatıcı ve demokratik bir Türkiye vizyonu olmayan kesimlerle kurulan ittifakın Erdoğan’a da Türkiye’ye de bir hayrı olmadı.

Erdoğan Cumhur İttifakının büyük partneri, başkanlık sistemi çerçevesinde bütün yetkiyi kendisinde toplayan en güçlü aktör, beka ve güvenlik siyasetinin icracısı olabilir, ancak bu düzenin müellifi kendisi değil. İttifakın ideolojik koordinatları Erdoğan’ın siyasal sözcülüğünü üstlenme iddiasında olduğu toplumsal kesimlere hitap etmiyor. Bu siyasetin AK Parti’nin kimliğini erozyona uğrattığı, AK Parti’yi siyasi misyon ve önceliklerinden uzaklaştırdığı açık.

Erdoğan’ın AK Parti’nin koordinatlarını önemseyen kadroları tasfiye ettikten sonra benimsediği Cumhur İttifakı terkibinin bugün AK Parti ve Erdoğan tarafından temsil edilen tarihsel misyona verdiği en uzun vadeli zarar, yüzyıldır Kemalizm’in en güçlü alternatifi olarak görülen siyasi damarı meşruiyet krizine sokması oldu. Erdoğan’ın ve bugün ülkeyi birlikte yönettiği kadroların müktesebatından bağımsız olarak, İslamcılığın, tarihindeki en karizmatik ve güçlü aktörünün elinde yaşadığı yozlaşma, bu damarın kamuoyunda enine boyuna sorgulanmasına yol açtı. Netice; Türkiye’nin toplumsal barışına verdiği onca zarardan sonra Kemalizm’in herhangi bir sahici muhasebe zahmetine girmeden yüz yıl sonra yeniden makbul alternatiflerden birine dönüşmesi ve yüzyıldır toplumsal barış ve demokratik düzenin en güçlü sivil öncüsü olan dindar-İslamcı alternatifin Kemalizm’in yüzyıllık arızalarının maliyetini de taşımak durumunda kalarak eleştirilerin odağına yerleştirilmesi oldu. Sadece bu durum bile, Cumhur İttifakı terkibinin ve siyasetinin AK Parti’yi ve Erdoğan’ı destekleyen toplumsal kesimlerin siyasi misyonuna verdiği zararı anlamak için yeterli olabilir.

Cumhur İttifakının siyasi grameri ve vizyonu, AK Parti içinde ayrışmalara ve kopmalara yol açarken, önceki dönemlerde Erdoğan’a destek veren birçok toplumsal kesimin de kopmasına yol açtı. En bariz iki maliyet, iktidarı mümkün kılan muhafazakâr konsolidasyon ve Kürt seçmen desteğinin İttifak bileşenleri ve güvenlikçi siyaset dolayısıyla büyük oranda zayıflamış olmasıdır. Geriye kalan AK Parti tabanının bir kısmı Cumhur İttifakının MHP tarafından şekillendirilen siyasi gramerine adapte olurken, bir kısmı da Erdoğan’ın siyasi misyonuna duyduğu sadakat dolayısıyla bir tür çaresizlikle ve bu siyasetten bir gün vazgeçileceği umuduyla Erdoğan’ı desteklemeye devam ediyor. Mevcut söylem ve siyaset AK Parti kitlesini yabancılaştırdığı gibi toplumun büyük çoğunluğunu da ikna edemiyor.

15 Temmuz’un sembolize ettiği kriz durumu biteli epey zaman oldu; bu gerçeği görmezden gelerek suni tehditler, muhayyel odaklar, spektaküler operasyonlar üzerinden tehdit algısını sürdürmek mümkün değil. Türkiye’nin bugününe de yarınına da hayrı olmayan bu söylem ve siyasetin, ittifak bileşenlerinin bazı elitleri dışında bir alıcısı da kalmadı. Üstelik muhayyel tehdit kurgularıyla beka sendromunu canlı tutmak ve ayrımcı, ayrıştırıcı bir siyasetin öncülük ettiği güvenlik politikalarına bel bağlamak iktidarın güvenlik kaygılarını gidermek yerine daha da arttırmış durumda.

Toplumsal Destek Kaybı

Başkanlık Sistemi, Cumhur İttifakı ve güvenlikçi siyaset çıkmazlarının Erdoğan’a (ve Türkiye’ye) oluşturduğu maliyetleri sıralamak üzere demokratik normlardan ekonomik duruma kadar birçok göstergeye bakılabilir. Ancak bu göstergeleri yorumlamaya yönelik öznel farklılıklardan korunmak adına, bütün bu göstergelerin seçmen nezdindeki nihai bileşkesini teşkil eden oy oranlarındaki değişime bakmak durumu daha somut olarak ortaya koymaya yardımcı olabilir.

Cumhur İttifakı kurulduğu günden itibaren Erdoğan’a (ve AK Parti’ye) oy kazandırmak yerine oy kaybettirdi. Erdoğan 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP’nin de içinde yer aldığı 10’u aşkın partinin desteklediği çatı adaya karşı yüzde 51,8 destek alarak ilk turda seçimi kazandı. AK Parti kurulduktan sonra katıldığı ilk genel seçimlerde yüzde 34 oy aldıktan sonra 2007 genel seçimlerinde yüzde 47, 2011 genel seçimlerinde ise yüzde 50 oy almıştı. Birçok idari, siyasi ve güvenlik krizinin etkisiyle katıldığı 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde aldığı yüzde 42’den hemen sonra, söylem ve politikalarında gerekli değişiklikleri yaparak 1 Kasım 2015 seçimlerinde yüzde 49,4 oy aldı. Dolayısıyla, Cumhur İttifakı kurulmadan önce Erdoğan ve AK Parti’nin toplumsal desteğinin yüzde 50 bandında olduğunu söylemek mümkün.

Cumhur İttifakıyla girilen 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde AK Parti yüzde 42,6 oy oranı elde ederek bir önceki genel seçime göre 7 puan kaybederken, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan yüzde 52,6 oy alarak MHP’nin desteğine rağmen oy desteğini 1 puan bile arttıramadı. Aynı kıyaslamayı referandumlar üzerinden yaptığımızda tablo daha da berraklaşıyor. AK Parti’nin öncülük ettiği 21 Ekim 2007 referandumu yüzde 69 ile kabul edildi. 12 Eylül 2010 referandumu HDP’nin boykot, başta CHP ve MHP olmak üzere muhalefet partilerinin tamamına yakınının “Hayır” tutumunu benimsemesine karşın yüzde 58 destek aldı. Bu iki referandum, AK Parti’nin toplumsal ve siyasal değişime öncülük ettiği durumlarda doğal tabanının yüzde 10-20 puan üzerinde bir destek bulabildiğini gösterdi. Cumhur İttifakının hazırlayıp desteklediği Anayasa değişiklik paketi ise 15 Temmuz’un güçlü psikolojik rüzgarına rağmen 16 Nisan 2017 referandumunda yüzde 51,4 destek alabildi. Referanduma öncülük eden AK Parti ve MHP’nin 1 Kasım 2015 seçimlerindeki oy toplamı yüzde 62 (%49,50+%11,90) idi. Böylece Cumhur İttifakı ilk siyasi inisiyatifinde seçmeninin yüzde 10’unu kaybetti.

Daha büyük bir kayıp yerel seçimlerde yaşandı. 2014 yerel seçimlerinde AK Parti 48 il (ve/ya büyükşehir) belediyesi kazanırken Cumhur İttifakı bünyesinde katıldığı 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde 39 belediye kazandı. AK Parti 2019 yerel seçimlerinde Cumhur İttifakı bünyesinde yarıştığı Millet İttifakının CHP’li adaylarına İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini kaybederken, ittifak kurmayarak yarıştığı 7 ilde de MHP’ye kaybetti.

Bu tablo, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin Cumhur İttifakı kurulduğundan beri gerçekleşen seçimlerde MHP’nin desteğine rağmen ya eskiden tek başına aldığı desteği ancak koruyabildiğini ya da tek başına aldığı oyun bile gerisine düştüğünü gösteriyor. Dolayısıyla, MHP desteğinin ve Cumhur İttifakı formülasyonunun hiçbir seçim türünde (Cumhurbaşkanlığı seçimleri, genel seçimler, referandumlar ve yerel seçimler) Erdoğan ve AK Parti’ye kazandırmadığını, bilakis kaybettirdiğini söylemek yanlış olmaz.

Güncel kamuoyu araştırmaları da Erdoğan ve AK Parti’nin oy kaybının devam ettiğini gösteriyor. Yapılan birçok araştırmanın ortalaması alındığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüzde 35/40, AK Parti’nin yüzde 30/35, Cumhur İttifakının ise yüzde 40/45 desteğe sahip olduğu görülüyor. Son bir yıllık trend bu desteğin düşme eğilimini sürdürdüğünü gösteriyor.

Bu tabloyu oy verme davranışı dışında toplumun belli başlı konularda iktidara yönelik tutumuyla da zenginleştirmek mümkün. Erdoğan ve AK Parti Cumhur İttifakı terkibi öncesinde, Türkiye’nin genel gidişatına ve ekonomik gidişata yönelik algılarda veya aylık-değişken konu başlıkları ile ilgili eğilimlerde doğal tabanlarının üzerinde bir destek bulurken, Cumhur İttifakı tecrübesi ile beraber doğal tabanlarının altında bir toplumsal onayla yetinmek durumunda kalıyor. Seçmenin duygu değişimi, tutum değişimi ve karar değişimi süreçlerinden geçerek oy verme davranışını netleştirdiği göz önünde bulundurulduğunda, bugünlerde görülen duygu kopukluğunun ve tutum değişikliğinin uzak olmayan bir dönemde karar değişikliğine de dönüşebileceğini varsaymak mümkün.

AK Parti’den ayrılan Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan öncülüğünde iki yeni siyasi partinin kurulması, İYİ Parti’nin muhalefet blokunun merkez sağ adresi haline dönüşmesi, HDP’nin mevcut ve muhtemel rahatsızlıklara rağmen muhalefet blokuna yakın durmaya devam etmesi ve Millet İttifakının iç uyumunu ve seçim projeksiyonunu muhafaza ederek önümüzdeki seçimlerin güçlü iktidar alternatifine dönüşmesi, Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakının siyasi çıkmazını ve gelecek kaygısını canlı tutuyor.

Sonuç: Erdoğan için Çıkış Mümkün mü?

Erdoğan ve AK Parti, ülke koşulları zorunlu kıldığı, iktidar denklemi mecbur bıraktığı için, yazı boyunca üzerinde durulan yanlış adımları atmak durumunda kalmadı. Alternatif siyaset üretme yeteneğini kaybettiği, siyaset üretecek kadroları tasfiye ettiği ve iktidar arzusunu tabanının siyasal tahayyülüne öncelediği için bu adımları attı. Başkanlık Sistemine geçmek zorunlu değildi, hele sistemi bu şekilde kurgulamanın mutlak iktidar arzusu dışında hiçbir makul gerekçesi yoktu. Erdoğan sistemi doğru kurgulayabilir, yanlış kurguladıktan sonra bile sitemi doğru işletmeye özen gösterebilir, sistemin işlemediği fark edildiğinde aksaklıkları gideren kapsamlı bir reform yapabilirdi. Bunların hiçbiri yapılmadı. Erdoğan 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra büyük bir toplumsal desteğe ve siyasi meşruiyete sahip hale gelmişti, Cumhur İttifakını kurmak zorunda değildi. İttifaka ihtiyaç duyulsa bile seçimlerle sınırlı bir ittifak kurgusu geliştirmek mümkündü. İttifakın söylemi ve siyaseti bileşenlerin inisiyatiflerine bırakılmayabilirdi. Beka söylemi ve güvenlikçi siyaset, zorunluluk değil mutlak iktidar kullanımı için elverişli görülen bir tercihti.

Bu yanlış tercihler, mutlak bir iktidar kullanımı adına kısa görüşlü öngörüler ve mecburiyet algısı üzerinden doğallaştırıldı. Semptomlar dikkate alınmadıkça yanlışlar kurumsallaştı ve başlardaki tercihler vazgeçilmesi zor normlar haline geldi. Sistem de İttifak da güvenlikçi siyaset de Erdoğan açısından mahkumiyete dönüştü. Bugün başkanlık sistemi ile Türkiye’yi yönetmek gün geçtikçe daha da zorlaşıyor, Cumhur İttifakı Türkiye’yi taşıyamıyor, güvenlikçi siyaset hem toplumsal barışa zarar veriyor hem de Erdoğan ve AK Parti misyonunu eritiyor. En önemlisi de yadsınamaz bir oy kaybına yol açarak önümüzdeki seçimleri kazanma ihtimalini daraltıyor.

Erdoğan ve AK Parti, zamanın ruhuna, günün ihtiyaç ve beklentilerini karşılamaya uygun kapsamlı siyaset değişikliklerine yönelme esnekliğiyle bugüne kadar iktidarını muhafaza etti. Zamanın ruhu, günün ihtiyaçları değiştiğinde de statükoya tutunmak yerine kadro, söylem ve siyaset düzeylerinde kapsamlı revizyonlar yaparak ayakta kalabildi.

Makalenin tümü için:

https://www.perspektif.online/erdoganin-cumhur-ittifaki-cikmazi/

- Advertisment -