Seçim sonrası kabine değişikliklerinin ardından İçişleri Bakanlığı’nın dizginleri ele alması, yargı içindeki yozlaşmanın bir mektup vesilesiyle ortaya çıkması birçok kişiyi heyecanlandırdı. Bu olguların birbirini ‘tamamladığı’ düşünüldü ve İktidarın mafyatik unsurlara alan açan keyfilikten uzaklaşarak devlet disiplinine geri dönme arzusu olarak değerlendirildi. Muhtemelen öyle…
Derken Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi’ni suçlayan duruşu devlet içinde bir kavganın yaşandığına yoruldu ve nihayet Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde 50+1 şartının kaldırılması isteği söz konusu iç çatışmanın giderek artabileceği şeklinde yorumlandı. Ama muhtemelen öyle değil…
İktidara ilişkin detaylara kafa yormak kaçınılmaz. İçinde yaşadığımız toplumu ve bağlı olduğumuz devleti anlamaya, bunu da haliyle olguları ‘anlamlandırarak’ yapmaya çalışıyoruz. Yani olguları bir bağlama oturtmak ve aralarındaki ilişkide bir örüntü ve yön keşfetmek zorundayız.
Bunun için olgulara mesafe alarak bakmamızda yarar var. O durumda söz konusu bağlam ve örüntü netleşip kalıcı olana işaret edebiliyor. Aksine olguları yakın ölçekte, kişiler üzerinden ele aldıkça resim flulaşıp kayganlaşabiliyor ve geçici olanın ağırlığı artıyor. Özellikle kişilerin tutumu üzerinden bir muhakeme geliştiriyorsak…
Çünkü o kişilerin (örneğin Erdoğan’ın) verili bir anda duygularını, isteklerini, ilişkilerini, önceliklerini (diğer deyişle neyi niye yaptığını) bilemeyiz. Hayali bir Erdoğan yaratmak zorunda kalırız. Oysa aynı kişinin geniş zaman aralığında ama aynı bağlamdaki hareket ve tercihleri bize daha sağduyulu bir kanaat geliştirme şansı verebilir ve muhtemelen tekil davranışlarını anlamlandırmayı kolaylaştırır.
Dolayısıyla son günlerde yaşanan gelişmeleri anlamayı sağlayabilecek bağlam ve örüntüyü bir kez daha (mesafe alarak) önümüze koyalım.
Kalın hatlarla ifade ettiğimizde ‘bağlam’ bir dönemin bitmesi ve yeni bir fırsatın doğmasıdır. Geçmiş yazılarda üzerinde fazlasıyla durduğum üzere, modernliğin kendine atfettiği ideallerden uzaklaşması, sorun çözme yeteneğini yitirmesi, kültürel çeşitliliği yönetme zafiyeti göstermesi ve Batı’nın ideolojik hegemonyasının zedelenmesi işin dış veçhesi. Kemalizm’in kimlik anlayışının kadük hale gelmesi, benlik tazeleme arayışına cevap verememesi, işlevini yitirmiş bir Batıcı ve ‘pasif’ küresel algıda tıkanıp kalması ise işin iç veçhesi.
Buna küreselleşmenin ve iletişim teknolojisindeki sıçramanın yol açtığı yeni hareket alanını eklediğimizde, Türkiye’nin içte ve dışta biten bir dönemle, yine içte ve dışta başlayacak bir dönem arasında, yeniden ‘özne’ olma potansiyelinin eşiğinde olduğunu öne sürebiliriz.
Nitekim ‘örüntü’ de devlet aktörlerinin durumu bu şekilde değerlendirmiş olduğunu gösteriyor: Bahçeli eliyle gelen cumhurbaşkanlığı sistemi, bürokrasinin Gülencilerden (ve istenmeyen herkesten) temizlenerek olabildiğince ideolojik bütünlüğü olan bir yapıya kavuşturulması, millilik üzerinden devletin siyasetle, siyasetin liderle, liderin halkla organik bütünleşmesi, yasama ve yargıyı adım adım ‘doğal geçişle’ yürütmenin uzantısı haline getirme girişimleri ve nihayet bütün bunların yeniden yapılacak anayasa ile meşrulaştırılmak isteniyor olması…
Kısacası, bir dönem bitip yenisi başlarken sadece Türkiye’nin küresel yetenekleri ve etkisi yükseltilmeye çalışılmıyor, bu misyona uygun bir devlet ve yönetim sistematiği, bir yeni rejim yaratılmak isteniyor. ‘Türkiye Yüzyılı’nın iddiası bu… Karşımızda bir inşa projesi var. Yerleştikten sonra geri döndürülemeyeceği umulan radikal bir yenilenme ve yeniden doğuş tasavvuru.
Öte yandan iktidar içinde doğal olarak süreklilik arz eden bir paylaşma dinamiği yaşanıyor. Bunun yol açtığı karşılıklı ön alma ve uyarıları, zaman zaman gerilimleri, ucuna kadar gelip geri dönülen muhtemel çatışma noktalarını da gözlemliyoruz. Ayrıca iktidarın ilk 7 yılında devlet içinde dizginlerin fazla boş bırakılmasının yarattığı rahatsızlıkları, bunların giderilmeye çalışılmasını da izliyoruz.
Soru şu: İktidarı anlama ve öngörme açısından ‘anlamlandırma modelimizi’ nasıl kurmalıyız? Bir yanda iktidarın bir bütün olarak kendisini ‘vakfettiği’ bir inşa dinamiği, diğer yanda iktidar için paylaşımların ve alan kullanımının yarattığı rahatsızlıkların neden olduğu gerilim dinamiği…
Acaba hangi dinamik daha belirleyici olacak? İktidar ortakları müşterek inşa girişiminin total cazibesi karşısında aralarındaki pürüzleri ve gerilimleri yatıştırmayı, sineye çekmeyi mi tercih edecekler, yoksa paylaşım geriliminin sertleşmesi sonucu birlikteliklerine son mu verecekler?
Teorik bir cevabı tabii ki yok… Buna hayat karar verecek diyebiliriz. Ancak öngörü peşindeysek, değerlendirmeyi mantıklı kılacak bir yaklaşım da mevcut. Bu iki dinamik arasındaki dengeyi irdeleyebilir, oradan hareketle her aktörün inşa ve paylaşım arasındaki ilişkide hangi tutumu alma ihtimalinin daha yüksek olduğunu tartışabiliriz.
İnşa ve paylaşım dinamikleri arasındaki denge, aslında bir ‘dengesizliğe’ işaret ediyor. Bu iki dinamik arasında bir simetri yok. Çünkü inşa olmasa paylaşım da olamazdı ve (gelecekte de) olamaz.
Ayrıca inşa dinamiğinin ortakları konusunda da berrak olmamızda yarar var… Söz konusu ortaklığın zemini MHP’den ve AK Parti’den, hatta belki Erdoğan’dan da bağımsız olarak Bahçeli tarafından atıldı. Acaba o noktada Erdoğan bu teklifin nesine, niçin güvendi? Bu teklifin ardında bir ‘bürokratik’ ya da daha geniş konsensüs olabilir mi? Eğer bu sorular mantıklıysa, Erdoğan’ın bu ortaktan vazgeçmesinin maliyeti herhalde epey yüksek olmalıdır.
Kişisel ilişkilerin detaylarını bilemeyiz ama olayların devamını izlediğimizde bir kanaat geliştirebiliyoruz. Bahçeli ‘küçük ortak’ olmasına rağmen bu inşa projesinin eşit partneri haline geldi, defalarca kırmızı çizgilere işaret ederek iktidarı belirli bir doğrultuda tuttu ve son günlerde Erdoğan’ın 50+1’e ilişkin serzenişine de dengeli ama net bir yanıt vererek ‘ana sözleşmenin’ değişemeyeceği işaretini verdi.
Nitekim Erdoğan’ın uzantısı olan bir danışman esas önemli olanın birliktelik olduğunun altını çizerek ‘geri adımı’ tasdik etmiş oldu. Benim tahminim Erdoğan’ın bu konuya epey uzun zaman geri dönmeyeceğidir… Çünkü inşa dinamiğinin her iki tarafa sağladığı yararı başka türlü elde etmek (yakın geleceğin iç ve dış dengeleri içinde) mümkün gözükmüyor.
Ayrıca genelde atlanılan ya da önemsenmeyen bir husus var: Muhalefet ya da muhalif kişiler sanki bu iktidar Türkiye’yi çalıp çırpmak, birtakım maceralara girişmek için ele geçirmiş varsayıyorlar… Beğenmeyebiliriz, despotik ve faşizan eğilimli bulabiliriz, ama iktidarın gerçekten de bir Türkiye hayali var. Kendilerince ülkenin iyiliğini istiyor ve o yönde güç birliği yapıyorlar. Diğer deyişle inşa projesi, ortakları kendi ‘içine’ alan, onları bir amaca yönelik hissettiren, kendilerinden memnun olmalarını sağlayan bir ilişki zemini oluşturuyor.
İktidar basit bir menfaat birliğine indirgenebilir gözükmüyor. Dolayısıyla menfaat çatışmasının da işlevi az. Asıl dinamik bu işbirliğinin gerektiğinde ‘genişleyerek’ sürmesi ve ülkeyi kalıcı bir yeni rejime taşıması yönünde işliyor.
Nitekim örneğin Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi’ne karşı çıkışı bir iç gerilimden ziyade fikir birliğini yansıtıyor. İktidar ortaklarının ikisi de Mahkeme’nin yetkilerinden rahatsız ve yeni anayasa sayesinde yürütmenin bu yükten kurtulması gerektiğine inanıyor.
İktidarın değişmesini isteyip, muhalefetin de yetersizliğini tespit ettikten sonra, birçoklarının bu iktidarın içerden çökmesine yönelik zihinsel arayışlara girmesi yadırganmamalı… Ama bence bu gerçekçi bir beklenti değil. İnşa dinamiğinin çekim gücü her türlü paylaşım gerilimini aşacak kadar kuvvetli. ‘Cumhuriyet’ yeniden tanımlanarak hayata geçiriliyor ve bu sürecin aktörlerinin de tarihte ‘hak ettikleri’ yeri alması bekleniyor.
Liberalizmin çerçevesi içinden anlaşılabilecek bir durumun ötesindeyiz… Devlet artık aynı devlet değil. Siyasetin de aynı siyaset olmaması için adım atılıyor. Normatif bakışın, ‘olması gerekenlerin’ sıralanmasının toplumsal karşılığı giderek zayıflıyor. Rejim yerleştikçe daha da zayıflayacak. Kimlik ve benlik meselesine alternatif getiremeyen bir muhalif siyasetin vatandaşlık konusunda söyleyecekleri etkisiz ve giderek anlamsız kalacak.
Geçen hafta Halil Berktay olayları özetlediği yazısına bir Fellini filmine nazire olarak ‘E la nave va’ (Ve gemi gidiyor) başlığını koymuştu… İktidarın gemisi olayların (dalgaların) arasından gitmeye devam ediyor ve görüldüğü kadarıyla da muhalifleri (aynen filmdeki şaşkın ve hayran kasabalılar gibi) geride bırakarak süzülüp gitmeye devam edecek.